SU
TAŞIYAN KIZLAR
( Ara
Güler’e Saygıyla…)
Önder Bey’in muayenehanesi bekleme salonunda sehpa üzerinde duran Ara Güler’in çekmiş olduğu fotoğrafların bulunduğu kitaba tekrar bakıyordum. Dönüp dolaşıp Ara Güler’in o eşsiz eserlerinden bir fotoğraf, beni kendine çağırıyor gibiydi.
1965 yılında Eyüp sırtlarında bir gecekondu mahallesinde çekilmiş fotoğrafın konusu, o zamanlar her mahallede olan çeşmeden su taşıyan kızların fotoğrafıydı. Sağ taraftan ilerlediğiniz zaman Piyer Loti tepesi, İstanbul’un en büyük mezarlıklarından birisi Eyüp Sultan ve tam karşıda Haliç, binlerce öyküye tanıklık etmenin bilge haliyle, evrim yasaların şaşmaz şahidi gibi Boğaz’a, başka öykülere, denizlere, adalara, uygarlıklara doğru akıp gidiyor…
1965 yılında Ara Güler tarafından çekilen fotoğraf siyah beyaz. Üzerinden yarım yüzyıldan fazla geçtiği halde İstanbul’un ne gecekondu, ne de kenar mahalleleri bitti; bitirildi. İnsan öyküleri hep aynı…
Neredeyse 60 yıllık zaman dilimi içinde köy ve mahalle kültürü, o sosyolojik birliktelik, tam manasıyla TARİH oldu… Bir daha bulmak, yakalamak veya böyle kültürleri çok iyi analiz edip, onlarla olan bağlarımızı, bir terzi gibi işlemek, marangoz gibi hünerli ellerle başka ürünlere, eserlere çevirme fırsatlarını yitirdik…
Ara Güler’i farklı yere taşıyan da bu; içinde bulunduğu zamanı, bilinmedik diğer zamanlara taşımak… Ara Güler’in fotoğrafa bakış açısı çok basit, bir yerde bir tarihçi, filozof bakışıydı:
—Sanat olmasına gerek yoktur fotoğrafın.
Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun. Bir makine ile tarihi
durduruyorsun.
İşte, dönüp dolaşıp bakmış olduğum o siyah beyaz fotoğraf; 1965 yılı Eyüp sırtlarında su taşıyan kızların, tarihi zapt eden hali, anılarımızla o büyük buluşmayı, kavuşmayı, hatta ölü hale geldiğini sandığımız geçmişin, bugünle nasıl bir sevda içine girip bütünleştiğini de yakalıyor insan…
Fotoğrafa yansıyan yedi kız su taşıyor. Bir kadın, saçları rüzgârdan uçuşan ve soğuk zamanın üşümesi içinde, muhtemelen yakın bir gecekondu sahibi olarak kızların fotoğraf karesine, zamanı zapt edişlerine bakıyor. Biraz kuşkulu, biraz çekingen bir halde… Bir de çocuk, kara lastikleri, kalın pantolon ve kazağı üzerinde, sanki o zamanın içinde olmayı tercih etmemiş, kendi zamanına kararlı bir şekilde gidiyor; her şeyden habersiz…
Kızların hepsinin ayaklarında kara lastikler var. Giyimleri, o günün koşullarını çok iyi anlatıyor. Fistanları, pazen kumaştan donları, dizlerine kadar uzanan çorapları, yarı açık, yarı kapalı başlarıyla, büyük uygarlıkların şehrinin en güzel tepelerinde, şehrin tarihinden habersiz bir halde, günün telaşı ve yaşamın en değerli şeyini; evlerin, mahalle çeşmesinden aldıkları suları taşıyorlar.
Bakraçları (Bakırağaçlar) bakırdan değil, alüminyumdan yapılmış hafif güğümler. Belki de anneleri, bakırların ağır oluşu, çocuklarının küçük yaşta olması nedeniyle onlara ağır su kaplarını vermemişti.
Havanın soğuğu, evlerine gitme telaşı bir yana yüzlerindeki tebessüm, birazdan sokulacakları evlerindeki soba başı masalları, bir koca tastan yudumlayacakları tarhana çorbası, destansı bir parça, yitik bir uygarlığın son halleri gibi… Yapay dünyanın aldatmacısı içinde, terk ettiğimiz, hatta adını anmaktan çekindiğimiz köy ekmeği, köy yumurtası, tavuğu, sütü, insanı özlemi içinde kent yalnızlığının ürkütücü zenginliklerinin tatminsizliğine kadar taşıdı bizleri…
Tarihi Likya Yolu projesini hayata geçiren ve ülkemizde yaşamaya yıllar önce karar veren İngiliz Kadını Kate Clow,özellikle mahalle kültürü,köy kadınlarıyla birlikte yaşamayı tercih etme sebebini çok net ve çıplak cümlesi ile açıklıyor:
—Türk köy kadınları çok gerçekçi,
çok insancıl… Onlarla çok iyi anlaşıyorum…
Özgün sanat da tam bu evrensel düşün peşinde koşuyor; özgün olanın, yaşama dair her şeyi reddetmeden onunla uzlaşarak yaşamanın o yüce eşsiz erdemini arıyor; arıyoruz…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder