4 Ekim 2024 Cuma

BU KAÇINCI SONBAHAR

 

KAFA DERGİSİ İNTERNET

                                   BU KAÇINCI SONBAHAR


   Elimde bir dergi, yıllar önce alıp tekrar okurum diye bir kenarda unutmuşum… Başka bir şey ararken bulup tekrar eve getirip okuduğum, okurken sanki adresini bilmediğim birçok yerin anahtarları sunuluyor:

 —Al bu anahtarları ister şiire, ister öyküye, sevince, ürüne dönüştür: -Hissiyatı içinde her sayfasını tekrar okudum. Geçen zaman içinde insan nasıl değişiyor, nasıl dönüşüyor, yıllar önce okuduğu dergilere, kitaplara, izlediği filmlere bakarak anlamak mümkün…

   Kafa Dergisi, arka kapağında Ara Güler’in çektiği bir fotoğraf var. Muhtemelen Adalet Ağaoğlu’nun ellili yaşlarında, çok güzel; alımlı ve derinliği olan bakışların bakışları altında, sanki sizinle her an konuşacak, dertleşecek bir halde bakıyor. Bu bakışlarda bir sükûnet mi, anlatılamayan nice olayı anlatamayıp, yazamamak; yetişememek mi, belli değil…

  Fotoğrafın üzerinde şiir tadında birkaç sözcük, birkaç renkten oluşuyor;

 “ Bu kaçıncı

Sonbahar,

  Kimsenin

Kimseyi

  Isıtmadığı…”

   Sanıyorum Adalet Ağaoğlu’nun Ruh Üşümesi romanında geçen şiirsel dil, sözlerden alıntı yapılmış… Tam da bir başka sonbahar günü… Bir sonbahar çocuğu olarak; hangi zamana gittim, hangi zamanın anahtarını aldım; bilemedim…

   Yüreğimle söylemeliyim ki, yazı diline yakın olanlar için sonbahar sıra dışı bir buluşma, gezi ve seyahat anıdır. Ağaçların, bitkilerin yapraklarındaki dönüşüm; sadece ölümü; kahve, sarı ve kızıl rengi simgelemez! Aynı zamanda yaşayan gezegenin yaşama akış anı, dönüşümü de anlatır; yola çıkmış yolcunun evrimin peşinde koşan o ıssız haline…

   Adalet Ağaoğlu, şiirle başlayan, oyun yazarlığıyla ve daha sonra roman yazarlığına uzanan ve neredeyse bir ömür yazma aşkını, en hakiki âşıklar gibi yaşayan bir sanatçımız…

  O kadar çok zenginliğe sahip ve adanmış insanımız olduğu halde, bu değerlerin sanat, edebiyat, felsefe yolculuklarını yeni kuşaklara bir türlü taşıyamıyor, aktaramıyoruz.

   Günümüzün teknolojisi; sesli, görüntülü kayıt sistemlerinin çok gelişmiş olmasına rağmen,istikrarlı,bağımsız ve sanatla iç içe yaşayan kurum ve kuruluşların yetersizliği,sönük anma-hatırlama ve canı olmayan belgesellere tutunarak,sokularak bu değerlerimizi tekrar BULMAYA çabalıyoruz.

   Toplumların öncüsü olan aydınları biz yeterince anlayamazsak, aynı zamanda kendimizi, çevremizi de yeterince anlayamayacağımız bellidir. Yaşadığımız yerlere bağlanamama, ikinci ve üçüncü kuşakların atalarından kalan kültürel mirası aktaramama ve sürekli göç, bu yüzden olabilir mi acaba?

  Adalet Ağaoğlu’nun bir röportajında ona sorulan bir soru karşısında verdiği cevap, bugünün aydınlarını, özgür irade sahibi insanları düşündürmesi gerekiyor:

—Türk kültür hayatında süreklilik yok. Kopuklu bir yaşam var…

   Sürekliliği olmayan hiçbir yaşam biçiminden huzur verici, kalıcı, iz bırakan kültürler bekleyemeyiz. Bunca insan, emek, zorlu yaşamlar ve geriye kalan izi, sanı olmayan, bir süre sonra hiçbir şekilde hatırlanmayacak olan değerler…

    Birkaç dize; ne çok şey; “ Bu kaçıncı sonbahar/Kimsenin kimseyi ısıtmadığı” dünü ve günü, hatta yarını acıklı ve sorgulayan bir şekilde anlatmıyor mu?

 Güven SERİN 

 

 

     

 

 

 

  


1 Ekim 2024 Salı

KAPANAN DÜKKANLAR VE ARDINDA KALAN GÖZYAŞLARI

 



       KAPANAN DÜKKÂNLAR, ARDINDA KALAN GÖZYAŞLARI

      Sürekli çalınan, dinlenen şarkılardan klasik eser haline gelmiş olanlardan birisi de, Cem Karaca’nın Resimdeki Gözyaşları eseridir. Gönül verilmiş, insan ruhuna sanatçı titizliği ve marifetiyle dokunmuş, artık toplumun bir parçası olan mekânların kaybı, acı vericidir. Sadece gözyaşları değil, gönül yaşlarını da tetikler…

   Sözünü edeceğim dükkân şehrimizin sosyal, kültürel yaşamının elli yıl içerisinde olan TARSAL benzeri, bu şehirde yaşayan birçok insanın ortak anısı olduğu bir yerdi… Artık yok ve geri gelmesi de bir rüya…

   Ekonomik politikalar ve yanlış tercihler yüzünden kapanan esnafımızı anlamadık ve anlatamadık. Bunca dernek ve oda, öne çıktıkları en hakiki marifet:

—Sadece aidat toplama telaşı…

   Sözünü edeceğim esnaf ise bu tür ekonomik politikalar yüzünden kapanan dükkânlardan değil. Müşterisi oturmuş, çalışanı oturmuş, kendini ispatlamış pekâlâ beş on kişiyi her daim besleyecek, bakacak düzeydeydi. Bu dükkânın kapanışı gözlemlerim ve dinlediklerim sayesinde, tamamen kişisel hata…

   Bir kişinin hatası, trajediye döner mi dönmez mi çevremize biraz bakarsanız, koşulsuz duygularla değerlendirirseniz söylediklerimi de anlamış olursunuz…

   Burayı var eden kişi, birinci kuşak, çalıştıran esnafın babasıydı. Neredeyse yoktan var edilmiş, şehir insanlarının güvenini kazanmış içeride oturacak yer bulamadığımız bir yerdi…

   Baba ölünce, zaten babanın yanında çalışan oğul aynı işi, ikinci kuşak olarak devam ettirme kararı aldı. Çok iyi de yaptı. Kırk yıl harcanmış emeğin, kazanılmış tecrübelerin hepsi bu mekânda olması gerekirdi. Çalışanları ve babadan sonra müşterileri olduğu gibi oradaydı.

   Peki, ama ne oldu da bu dükkânın sonu, tıpkı zamansız ölen insanların sonu gibi trajediyle bitti?

   Bu bol acılı sonu anlatayım dostlarım! Sizler de bir güzel dinleyin ama “iyi olmuş, hak etmiş!” sözlerinizi sadece kendinize saklayın. Böyle değerlendirme bu tür dükkânların kapanmasını anlatmıyor. Anlatamaz da…

   İkinci kuşak olan bu çocuk, savunma sporu olarak birçok sporu öğrenmiş, kendisini savunma konusunda uzman hale gelmişti. Spor yapmak, özellikle sporcu felsefesiyle buluşmayı önemsiyorum. Öyleyse niçin bu acı son, bu korkunç iflas?

   Ömrünü sadece savunma sporlarına adayan bu çocuk, ruhu koruyacak, ruhumuzu, bizi biz yapan karakterimizi savunacak; sosyolojiyi, edebiyatı, psikolojiyi, ekonomi bilimini yok saymış da ondan…

   Dikkat ederseniz birçok kapanışta, iflasta, toplumsal felaketlerde yine insanın bireysel hataları, yangını alevlendirecek zamansız, gereksiz tavır ve davranışları değil de nedir?

   O kapalı, bir zamanlar bir sürü insanın çalıştığı, masaları dopdolu olan yerin önünden her geçişimde, kan bağım, dostluğum olmayan o çocuğu düşünmeden edemiyorum. Gözlerimden yaş süzülmüyor ise defalarca testten geçiriyorum kendimi; gönlümden süzülen yaşların haddi hesabı belli değil!

   Hep sorarım kendime; niçin bu kadar uzağız; bütçe denen basit şeyi anlamaya? Gelirler ve giderler denen şey, sadece kitap okumakla kazanılmıyor…

   Bir söz okumuştum bir zamanlar; “ Her sabah uyanınca bana ait yaşamı kucaklıyor, bu yaşamın hakkını vermek için güne başlıyorum.” Diye…

   Bu çocuğu, bu zenginliği, bu kültürel ve sosyal faydaları olan mekânı batıran, hiç önemsemediğimiz birçok insanın çok küçük ve hor gördüğü sebepler… Edebi, sosyal, kültürel, sosyolojik sebepler… Daha kim bilir kaç aileyi, kaç milyon insanın felaketi olacak belli değil…

   Tam da burada kurum ve kuruluşlar, oda ve dernekler de sahnede olması gerekmez mi? Tek konuşulan şey, hep kazananın yanında olmak mıdır? Ya kaybedenler?

Güven SERİN