FERHADANLI BİLGELERİ
( Bu Yazı; Toprağa Sımsıkı Sarılmış Olanlara Armağandır )
Yazımın başlığını Ferhadanlılı İhtiyarlar olarak düşündüm ama bana yetmedi. Yoldan biraz yüksekte, yeşil ağaçların gölgesinde oturup da selamlaştığımız Ferhadanlı insanlarının hemen hepsi 65-70 yaş civarı olsa bile ihtiyarlar sınıfına değil orta yaş grubuna giriyorlar. Sadece Ömer YILDIZ hariç! Onun yaşı 85 olduğu halde, çocuk gülümsemesi, neredeyse bütün duyu organlarının dinçliği Ferhadanlı konuşmalarına ayrı tat ve derinlik kattı.
Ömer Yıldız esintinin olduğu kahvehane önü masasında neredeyse bir yüzyıllık köy ve komşularıyla diğer insanların duruşu gibi, bilge insanlar topluluğunu oluşturmuşlardı.
Antik kentleri koruyup kolladığınız zaman yüzyıllarca ayakta kalırlar. Geçmişleri de binlerce yıl öteye dayanır. Onları o güne kadar, yani bulunup yeraltından çıkma vakitlerine kadar koruyan tek şey; TOPRAKTIR…
Ferhadanlı bilge görünüşlü insanları da bu vakte kadar yaşatan şey de; TOPRAKTI… Hepsi, ununu elemiş eleğini asmış olduğu halde, köye gelecek bir ses, bir soluk ve bir öykü peşindeydi.
Toprağı ekip biçin insanlar böyledir; dinlenme vakti, henüz terleri yeni kurumuş halde çay ve kahve deminde; öteden beriden konuşurken, yeni bir yüz, yeni bir soluk ve haber de isterler…
Antik kentleri yüzyıllarca bozulmadan koruyup saklayan toprak, ne hazindir ki köylerimizi aynı şekilde saklayamadı! Koruyamadı! Suçlusu toprak mı? Hayır; yüz bin kere hayır…
Tek suçlusu vardır dersek konumuzu eksik bırakmış, asıl meseleye politik yaklaşmış oluruz…
Biliyorum ki, bilim sözcüğü bize ağır geliyor. Sanat sözcüğü de öyle, felsefe de… Her evde olması gereken kütüphaneler, resimler, heykeller, müzik aletleri olmayınca toprak bir yere kadar yeşertti köy insanını.
Ya kentlerimiz; kent insanlarımız? Lütfen oraya şimdilik girmeyelim! Ferhadanlı bilgelerimizi, onlarla konuşma ve onların yüzlerinde, duruşlarında gördüklerimi kısacası yorumlamak isterim.
Ferhadanlı’yı baştanbaşa dolaşıp çıkışa ilerlerken son kahvehane önünde durduk. Yoldan biraz yüksekte oluşu, sıcak yaz gününe tezat ağaçların gölgesi altında üç masaya yayılmış Ferhadanlı insanlarını görme sebebimiz, onlarla birlikte birkaç söz yudumlama isteğimiz üzerine onların masalarına yakın bir yere oturduk.(Lokman Bey, Metin Bey, Özkan Bey ) ile birlikte.
Hepsi ayrı ayrı; “ Hoş geldin” dedi. Yüzlerindeki duruş, hepsi derin bilgilere sahip olgun, erdemli kişiler gibi; insana, insanlık adına hasret içindeydiler…
—Çocuklar nerede? Çocuksuz
köy olur mu? Yaşar mı? Diye sorduğumda yüzlerindeki çocuk yüzlerin kuytu
köşelere çekilmiş, yaşam adına bütün bilgileri süzmüş ve başka yaşama ait
bakışların tokluğunu ve özlemini gördüğümü sandım.
Çocuklarını büyütmüşler ve hepsi kendilerini “Kurtarmak” adına şehre, Tekirdağ’a göç etmişlerdi. Belli zamanlarda Ferhadanlı’ya gelseler de artık onlar başka yerlere aittiler.
Ömer Bey,85 yaşında olmanın olgunluğu içinde, yaşamın ağırlığından, kayıplarından söz etmek istemese de:
—Ben iyiyim iyi olmasına ama
yengeni kaybettik. Biraz da bacağımdan şikâyetlerim var. Bu sözleri söyleyen
Ömer Yıldız’ın bilge yüzündeki birikmiş şefkati avuçla değil kucakla dağıtmaya
hazır haldeydi.
Diğer Ferhadanlı insanlar da öyle; toprağı, onlardan önceki atalar gibi ekip biçmişler ve kıtlık zamanlarından öteye, bolluk zamanlarına ulaştırmışlardı. Tam da köyü hissedecekleri zamanda köyler çocuksuz, okulsuz ve insansız kalmış…
Orada bulunanların konuşma, dertleşme isteği o kadar büyüktü ki, nasıl ki çocuklar sevdikleri oyundan, insandan ayrılmamak için sevecen oyalama taktiklerine sarılırlar; Ferhadanlı Bilgeleri görünüşlü insanları da öyle.Recai DENİZ:-Benim yerimi, biriktirdiğim eski eşyaları da görmenizi istiyorum diyerek hemen kahvehane karşısında bulunan evine davet etti.
Evin girişinde, insansız eskiden işyeri olarak kullanılan yerin önünde etnografya müzesine layık, bir ömür biriktirdiği aletler, nesneler ve objeler duruyordu. Sadece ön tarafta değil, bahçenin içindeki duvar da geçmişin izlerini, insan seslerini, öykülerini taşıyan onlarca müzeye konacak eserler; bilge duruşlu Ferhadanlı insanı tarafından biriktirilmiş ve çürümeye yüz tutmuşlardı…
Hastalandığı vakit ölümü hisseden Marcel Proust, “ Hâla vaktim var mı?” diye sormak yerine; “ Hâla, yazacak durumda mıyım?” diye soruyor. Ferhadanlı bilge duruşlu insanlar da öyle; “ Hâla köy kokularını duyabilecek, köy güneşinde yorgun aylaklığın erdeminde gülümseyen sözcüklerle konuşacak mıyız?” der gibiydiler…
Güven SERİN
2 yorum:
Gençlerin köylerini terk edişi, değerlendirilmesi gereken ayrı bir konu fakat belli yaştaki insanların köylerinde olmalarını çok faydalı buluyorum. Bazen AVM'lerde boş boş dolaşan, yemek katında boş boş oturan yaşlı erkekler görüyorum. Çok hazin bir şey bu. Bana kalsa donanımlı ihtiyar köyleri yapılmalı.
Recai Bey'i de tebrik etmek lâzım. Böylesi uğraşı olan insanlar iyidir ve çoğalmalıdır.
Kaleminize sağlık Güven Bey.
Donanımlı Köy fikri çok değerli,yeşilin,doğanın,saf esintilerin olduğu yerler dinlenme,huzuru demleme hali içinde olan her insana çok şey katacaktır.Teşekkürlerimle Sezer Hanım...
Yorum Gönder