TATLI OLUR
GELİNLERİ ÇEKİŞTİRMEK
Soğukkuyu Caddesi’nden Yunusbey Caddesi’ne doğru ilerliyordum. Yaşları 60-65 civarı olduğunu sandığım iki kadın ağır aksak yürürken, aynı zamanda hararetli bir konuşmanın içerisinde, gelen gidenlere aldırış etmeden gelinlerini, neredeyse soluk almadan anlatmaya çalışıyorlardı.
Bilirsiniz, konuşanların derdi, yakındıkları konular ortaksa, tattan yenilmez… Bir de anlatanlar birbirini duyabilse? Ne gezer, kadınlardan ikisi de aynı anda gelinlerini çekiştiriyor, birbirlerini dinleme zahmetine katlanmak istemiyorlardı.
Kadınlar birbirini dinlemediği için onlara bir dinleyici lazım düşüncesi içinde adımlarımı yavaşlatıp en azından bu tatlı sohbetin birazını dinlemek istedim…
Yazar Cemil Meriç’in bir sözü var, insanı tam da can evinden yakalar ve bugüne kadar yaptığınız bütün iyilikleri, beklentileri bir anda en dokunaklı hale çıkartır;
“ İyilik eden, mükâfat beklediği an, TEFECİDİR”
Her iki kadın da gelinlerine yaptıkları iyilikleri, ardı arkası gelmeyen yakınmalar, of-lamalar, puf-lamalar eşliğinde anlatıyorlardı. Elinde köpeği olan kadın fazla kilolarından dolayı yürümekte zorlanıyordu zorlanmasına ama diyeceklerinden de geri kalmıyordu.
Kadının biraz ötede bekleyen, kadınlarla birlikte yürümeye çalışan, etrafı merakla süzen köpeği ise gelin kaynana muhabbetlerinden hiçbir şey anlamıyor görüntüsü içerisindeydi.
Kadın durduğu zaman köpek de duruyor, sakin ve boş gözlerle kadının sohbetini bitirip ilerlemesini, belki de gitmek istediği parka bir an önce gitme düşünceleri içindeydi. Elinde köpeği olan, onu birkaç adım arkadan takip eden diğer kadına;
“ Fakir diye aldık onu oğluma. Bir yazlık, bir araba aldım ona fakir diye. İstedim ki her şeyi bizde görsün. O ne yaptı? Ne yapacak, nankörlük yaptı. Kıymet bilmedi. Arkamdan, yüzüme karşı bir sürü laf ediyor…”
Diğer kadın da aynı konuda, gelininden söz ediyor. Bir kez evlendiği zaman, birkaç kez de evlendikten sonra evine gittiğini, yüzü hep asık olduğunu, ne evine gidilir, ne de kapısı çalınır düşünceleri içinde gelinine veriyor, veriştiriyordu.
Aynı anda iki kadın, iki kaynana öyle bir telaş, bıkkınlık, sıkıntı içinde konuşuyorlardı ki, birbirlerini hazır yakalamış olmanın, biraz sonra ayrılacak oluşlarının korkusu içerisinde soluk almakta, yürümekte zorlansalar da gelinlerini tatlı, tuzlu ve acı bir şekilde anlatmaktan geri kalmak şöyle dursun, ölüm meleği o an kapılarını çalsa, yine de son sözleri gelinlerinin “Nemrut” yüzleri olacak gibiydi…
Bizlerin genlerine yerleşmiş desem yanlış olmaz sanırım. Beklentilerin tarafında ömürlerimizi ZİYAN edip duruyoruz. Neden mi? Evde, büyüklerimizden öyle dinliyoruz, öyle öğreniyoruz yaşamı öyle: HOYRAT bir şekilde kucaklıyoruz da ondan…
İlk korkumuz; “ Beni kim bakacak?” Bir türlü sağlam bir yaşam içerisinde kendi kendimize bakmayı düşünmediğimiz için daha ellili yaşlarda “Bizi kim bakacak?” korkuları içerisinde, evlere, kirli, karanlık, sığ, kısır düşüncelere hapsoluyoruz…
Böyle bir yaşam olur mu? Yaptığımız iyiliği, sadece karşı tarafın bize sadakati diye görmemiz, tam bir kayıp değil midir? Sevginin satın alınamayacağını, ama saygı denen muazzam sanatın insanın ilişkileriyle bütün olacağını öğrenmek için büyük hediyeler vermek gerekmiyor…
Kendine saygı duymayan, kendini yaşamın içerisinde heyecanlı kılmayan, yeni şeyler öğrenip, yeni şeyler söylemeyen insanlar ne yaparsa yapsınlar, isterlerse bütün servetlerini gelinlerine, oğullarına versinler; karşılaşacakları şey; hayal kırıklığı…
Şairin dizelerindeki uyarcı söz gibi;
Paris, yanıp yıkılmadan…”
Bir parça edebiyat, bir tutam felsefe, hareket iyi gelir gülüm; henüz vakit varken, tatlı tatlı gelinleri çekiştirme bataklığı bizi henüz içine çekememişken…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder