1 Mayıs 2018 Salı

ADRASAN OLİMPOS ARASI-2014 ARŞVİNDEN


Kamera; Güven-Antalya Dağları

Musa Dağı tırmanışım sona erdiğinde,Olimpos'a geçmek üzere
bir çoban kulübesi... Telaşım büyük;yani acelem...
Yürüyüş zamanının en az üç saat gerisindeyim. İneceğim
Olimpos var daha... Geceye kalmak istemiyorum;yönümü
bulmam mümkün olmayacak...
Ve dokunmak istediğim kulübeye ancak bu kadar
yakın oldum;masalımsı bir seyir,kumsala yazılan
sözcükler kadar...


Kamera; Güven Musa Dağı Tırmanışı-Antalya

Yürüdüğünüz dağlar,patikalar eski ticaret yollarıyla,
üzerilerinden geçen yüz binlerce insanın hikayelere
uzanacak kadar zamanları olmuşsa;siz de o hikayenin
karakterleri arasına giriyorsunuz.

Yalnız,yorgun ve acemi bir günde;bir köpek
içgüdüsel bir dostlukla takılıyor peşinize.
Ne hissedersiniz? Muhteşem bir kabul
töreni...
Muhtaçlık için;vay be! Demez misiniz? 
Bencilliğin köküne kibrit suyu,kıçına
bir tekme indirmek istemez misiniz? 





Kamera; Güven Olipmos -Antalya-2014

                                            Yalnız,yorgun ve acemi bir günde;bir köpek

içgüdüsel bir dostlukla takılıyor peşinize.
Ne hissedersiniz? Muhteşem bir kabul
töreni...
Muhtaçlık için;vay be! Demez misiniz? 
Bencilliğin köküne kibrit suyu,kıçına
bir tekme indirmek istemez misiniz? 


ADRASAN OLİMPOS ARASI

  Doğa test ediyor beni; acemiliğimi, amatörlüğümü, her şeyden önce sevgimi. İlk önce küçük bir dere, Musa Dağının eteklerinde, küçüklüğüne bakmadan küçük bir taşın haylaz şımarmasıyla; derenin serin sularına yan batmış bir gemi gibi süzüldüm.

  Dereye batmayan vücudum, batan kısmımla denk görünüyordu. Her düşüşün güzel, gülünç şekli olur. Bu gülünçlüğü, sınamayı, ağacın, çiçeğin birçok çeşidi gördü de, insanlığın bir tek çeşidi görebildi; kendim. Gülümsedim ağlanacak halime.

 1.78’lik boyumla uzandım yatağın deresine. Taş mekânın temiz çarşaflı yatağının sıcaklığının tersi, serin ama eksik bir kutsama töreniydi. Gün ılıktı, çamlar dingin, gelincikler oldukça kırmızı… Musa Dağı, Adrasan Kalesi yine hep aynı yerinde; uygarlıkların birbiriyle iletişim kurduğu patikaların can suyu taşıdığı, her yüksekliğin başka bitkilere, ağaçlara ev sahipliği yaptığım o yer…

 Islanan telefonum çalışmadı bir süre. Rüzgârın, güneşin tamirciliğinin bu kadar iyi geleceğini bilmezdim önceleri. Adrasan Kalesi bu iş için en iyi yükseklik; Adrasan koyunu izlemenin, korkunç güzellikleri ışığın gösterisine çeviren dağların seyir zevkine varılacak bu yer, Likya yürüyüş planımın en değerli enerjimi, suyumu da bıraktığım yer oldu.
 Likya Yolu, antik yolların en son keşfedilenlerinden ve en muhteşemlerinden birisi; toplam uzunluk 535 km. Tam olarak yürümek 30 günü göze almak demek. Amatörlülüğün en güzeli de iddianızın da en hafif olması demektir. Bu yüzden Likya yolunu kısım kısım geziyorum. En güzel bölümlerden birisi olan Adrasan Olimpos arası, tırmanma ve iniş, iki dağın, iki büyük hikâyenin, kuzey ile güneyin, doğu ile batının da besleyiciliğine tanıklık etmeme destek oldu. Bir koydan, bir koya; yüzlerce yıllık ticaret yollarının bir armağan gibi, gezi dünyasının maceralı, meraklı insanlarına armağan edilişi; oldukça düşündürücü…

 Şimdi gelelim, soylu merakımın harika enayiliğine. Güzelim Likya yolu düşlerin uyuyan bedeni gibi hazır uzanmış yanınıza, doğanın bin bir çiçeği gibi koksun, 16 km’lik Likya yolu sizi beklesin ama siz gördüğünüz ilk tabelaya kanın. Bu tabela Musa Dağının koya bakan kısmında bulunan yeri; Adrasan Kalesini işaret ediyordu. Oysa enerjim de, yiyeceğim, suyum da 16 km’lik Likya yolu içindi. Adrasan Kalesi tırmanışı oldukça zor ve hızlı gerçekleşti. Hem zamana, hem heyecana, hem meraka karşı yarışan soylu bir şövalye gibi, yel değirmenlerini devler olarak görmüş tıslatmış birisi gibi…

 Olan oldu tabi, en kıymetli hazinelerim, suyum ve kaslarımın enerjisi, oldukça önemli bölümü daha Likya yürüyüşüne başlamadan tükendi. Kösnül bir aygır, boğa nasıl aranırsa bönde öyle arandım yolun görünmeyen yolcularını. Kim bilir kaç kez, kaç yük hayvanı, kaç umut, yük; yiyecek, içecek taşıdılar. Zorlu ve güç olan patikalar, dağ geçitleri; taşıdıkları yükün çok değerli ve pahalı oluşunu da anlatıyordu.

  Hiç terlemediğim kadar ter, hiç susamadığım kadar su; hiç yalnız olmak arzusuyla donatılmadığım kadar arzu… Elbet yanımda gamlı prenses Tezer ve hayatı sıradanlıktan çok öte sorgulayan Pavese var;

 “ Bu kişiler tek bir olguya varma çabasındalar; Özgürlük olgusuna. Toplumun akılla bağdaşmayan zincirleri karşısında, bireyin kazanmak istediği bağımsızlık olgusuna...”

 Büyük gezginler, usta şairler, marjinalliği önce zanaata, sonra sanata dönüştürenler; Likya Yoluna can veren kırmızı beyaz çizgiler ve bu çizgilere ruh katan bilginler; hepsi hemen yakınımda, ağaçların gölgelerinde, çiçeklerin tomurcuklarında, ışık yansımalarında, peşime takılan, hiçbir beklentisini karşılamadığım halde bana arkadaşlık eden köpeğin gönüllü yürüyüşünde. Musa Dağı ile Olimpos’un birleştiği zirvede, bir düğün töreninden da güzel olan suyu bırakan düşünceli gezgine sarılmanın güzelliği içinde dinledim onları.

 Ümit ile ümitsizliğin zirve yaptığı yerdir dağ yürüyüşleri. Yalnızsanız, en ufak işaret, bir anıt gibidir. Bir damla su koca bir yudum içecektir. Bir köpek, en hakiki, en sadakatli dost…

 Dağların anlatacağı çok şey olduğu gibi, sakladığı çok hikayeler de vardır. Dağlar olmasaydı, bugünkü insan uygarlıkları da zor olurdu; var olduğumuz suya dönerdik tekrar; o yüzden dağlara şükran borçluyuz, dağlara adanmış her yol, yolculuk insanın kendi yarattığı garip koşturmaca karşısında önemsiz görünse de önemlidir.

 Yürüyüşüm, insanlık yürüyüşüne koşulsuz destek olanların edebi seslenişleriyle her küçük taş kulesinin, işaretinin merhaba değişiyle küçük dinlencelere dönüştü. Yine böyle bir dinlencede Paveze konuştu usul usul;

“ Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, âşık olmakla yetinmezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur.”

 Bu da benim öykümdür; amatörlüğün en hakiki şövalyesi benmiş gibi, bazen en akıllı laflar eden, bazen yoldan çıkmış bir deli gibi görünen kişi…

 Işık ülkesi Likya, taşı da, ticareti de, ölümü de mimari, mühendislik içinde besleyen 52 Likya kenti… Bir döngünün işaretimiydi bilinmez. Bilinmez ama üzerinde nazikçe düşünülür; günün çığlıkları bizi boğmasın diye…

Güven Serin 






4 yorum:

https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=7374168482621215247#usersettings dedi ki...

Arınmayı bulmak ne hoş... Varoluşun doğallığı diyorum...

İnsan hikayesi hiç bitmez ve dağların, dağların kendi lisanı var. Kendiyle buluşmak isteyene, koklaşmak isteyene kollarını açar. Bu çağ da duyguların esamesi okunmuyor artık, herkes kendi kişisel başarı öyküsünün peşinde.
Belki de biz herkes için daha adil, daha vicdanlı daha temiz bir dünyanın düşünü paylaştığımız için doğanın koynunda soluklanmanın, bir arada durmanın ne kadar zenginleştirici bir şey olduğunu biliyoruz. Bu nedenle vazgeçmiyoruz doğanın ruhumuza kattığı zenginlikten.
Bütün sözcükler yeniden, bütün algılar yeniden güncellemeli. .

Yazında paylaştıkların da yer alan şey sadece bilgi değil, sevgidir ayni zamanda.
Günün ışıklarıyla, edebi derinliğiyle yeryüzünün, gökyüzünün tozunu alan...

Okudukça yazının ruhunu;
Her insanın deşarj ve şarj olma gibi bir basamağı olmalı. İnsan durağan değil, beslenmeli ve beslenirken de yanlış ve gereksiz olanlar ayıklanmalı.

Ve Goethe''nin dediği gibi;
''insanoğlu acılara boğularak sustuğunda,,
bir tanrı itti beni çektiğim acıları anlatmaya''

Evet sevgili dost,
Dünü bilmezsek, bugünü anlayamayız. Dünü, yaşama davet etmek ne hoş.
Yeni kuşaklara güzel bir miras, masal, hikaye,şiir ve yaşam kokan bir sanat bırakarak,

Paveze' in söylemindeki ince ayarı iyi özümseyerek;

“ Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, âşık olmakla yetinmezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur.”

Akdeniz'in gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisi gibi. Denizin nerede bittiği, gökyüzünün nerede başladığının belirlenmediği sınır çizgisi gibi...

Paveze'nin kendi seslenişi yine,

''Gözlerine dokunulduğunda, bir yığın toprağın canlılığını duyar biri.''

Sanatın kolları çok geniş ve engin. İnsan, bütün seslere, renklere muhtaç.
Ve yeni gün doğumlarına su taşımanın dinginliğiyle, selam olsun yolu sevgiden, dostluktan geçenlere...



Olcay Kasımoğlu

SevKoz dedi ki...

En sevdiğim yerlerdendir hem olimpos hem adrasan...
Canım şimdi oraları çekti

deeptone dedi ki...

adrasan olimpos belki de ülkemizin en güzel yeri yaa :) yatağa düşmek ilginç olmuş :) onaltı km miymiş evet hiç az değil, bir kere büyükadanın çevresini yürümüştüm o da oldukça çoktu ama onaltık km daha çok olmalı, eh sizin gezi de edebi olmuş biraz :) ne düşünceler duygular olmuştur yolda, tarih ve edebiyat :) tezerle pavese de çok iyiler tabikide :) demek ki aşk romanı bile yazcaksa insan sadece aşkla olmuyor tabikideeee :)

GÜVEN SERİN dedi ki...



Bir derya bu memleket;binlerce yıllık süzülüş ve insan hikayeleri kadar;doğanın milyonlarca yıl çaba harcayarak öykülendirdiği bir dünya...Yaşama yansıyan,bugünün modası olan çılgın popülerlikleri insan ve insancıkların sıkıntılarını geçirmediği ortada. Herkes de bir bunalım,stres,tatminsizlik;almış başını gidiyor...Dönüp dolaşıp geleceğimiz yer;doğa ve onun öykülerini anlatacak olan insan;edebiyat ve sanatın tüm dalları;insanın hücrelerinden,uzaya ait bütün elementlerin yüce it eneğinden doğmuştur... İşitmek lazım;ısrarla;dinlemek,izlemek;bütün siyasi,ticari sancıları;en azından bir parça uzağa taşıma gayretiyle... Y

Teşekkürler sevgili dostlarım...