19 Mart 2013 Salı

BİTMEYEN ÇİLE SANSÜR


Kamera; Güven - Salt Beyoğlu -İstiklal Cad. İstanbul

Bir şair, bir öğretim görevlisi. 
Konu sansür... Kısacası bitmeyen çile...


Kamera; Güven   Salt Beyoğlu


Ataol Behramoğlu ve Banu Karaca

Bir kadının bana gelecek olması, bir rüzgarı geçerek
Bir şarkıyı geçerek, saçlarının uçuşunda
Bir kadının bana gelecek olması, bir ömür geçecek

Aşkın buruk tadında, buluşması iki yalnızlığın
Bir akşamı geçecek

Belki de dağılan sesleri hüznün ve akşamın
belki de
Bir kadını geçecek

Bir kadını bekliyorum
Eteklerini ve saçlarını uçurarak gelecek

  A. Behramoğlu


Kamera; Güven  İstiklal Caddesi

Bir koşuşturmaca; her insan bir hikaye,
her hikaye bir dünya; kimi geçmişi, kimi
geleceği; kimi ise bugünü anlatıyor...


BİTMEYEN ÇİLE, SANSÜR

  Bu ülkenin, bu büyük diyarın kaderiymiş gibi varlığını var eden yaşayan bir canlı gibidir sansür. Bizi yönetmeye gelen aydınların, üstün yöneticilerin, şeffaflık ve adalet dağıtıcıların ne hazindir ki bir süre sonra muhteşem bir korku, kinle sarıldıkları şeydir sansür. Güya, denetimi, düzeni, halk adına yapıyorlar bu işi…

  Türk aristokrasisi bankaların eliyle doğmaya başladı. İş Bankasının kitaplar konusundaki duyarlı çalışmaları bildiğimiz bir gerçektir. Akbank’ın sanat alanında yaptıkları da ortadadır. Garanti Bankası Salt Beyoğlu, Salt Galata binalarını tarihin köklerine inerek, mühendisliğin, mimarinin yardımıyla bugüne taşıdı.

  Bankalar ile insanlarımızın yaşadığı büyük çelişkilere, büyük kopuşa rağmen sanatın, aydınlanmanın ufkunu açacak bu girişimleri yüreğimle alkışlamaktan gocunmam bile. Bu büyük kargaşada, bu büyük uyuşuklukta 50–100 insan bile uyandırılsa insanımız adına sevindiricidir.

  Ülkemizde basının, medyanın yaşadığı sansürle ilgili olarak Salt Beyoğlu mekânı iki konuşmacıyı ağırladı. Benimde katıldığım mekânın konuşmacıları Ataol Behramoğlu ve Banu Karaca’ydı.

  Behramoğlu bir şair olarak kendisinin de uğradığı sansür uygulamalarını, yaşanmışlıklarıyla anlatırken, sansürün geçmişten bugüne, çeşitli uygulamalarla hiçbir zaman tam olarak yok olmadığını ifade etti. Ama bütün zorluklara rağmen sansürün yaşandığı zamanlarda da, sanat kendi yolunu, mizah, karikatür, fıkralar ile açmaya çalıştığını da anlattı.

 Banu Karaca yıllarını dışarıda geçirmiş, tama manası ile Türk diline hâkim olamadığı için bazı kelimeleri yerinde kullanmakta zorlandığı için, anlatmak istediği konuyu tam olarak anlatamamanın zorluğunu yaşarken; kendi sansürünü de kendi yarattı. İnsanlarımızın, özellikle zeki beyinlerimizin dil öğrenmek, daha iyi bir öğrenim için gittikleri ülkelerde, öz dillerini bırakmaları da ayrı bir SANSÜR olmalı, diye düşünüyorum.

  Banu Karaca, sansüre duyarlılıklarını Siyah Bant örgütlenmesiyle daha sistemli hale getirmeye çalıştıklarını da ifade ederken, sansürü anlatma yolunu Kürt sanatçıların uğradığı sansürü işaret buyurdular. Hâlbuki sansür denen soylu illetin, hiçbir ayrım yapmadığı, kendi rahatları bozulunca, ne Kürt, ne de Türk demeden nice insanımızın inanılmaz eziyetler çektiği bilinirken, zarif duruşu ve konuşmasıyla Banu Karaca’nın ülkesinden uzak kalışının, sadece bir bölgeye bakarak bu ifadelere yer vermesini kuşku ile karşılamadan edemedim.

  Sansür, hayatımızın her aşamasında var. Evimizde bile… Ama söz yöneticilerin eline geçince, iş basını onurlandırmak sa  üçüncü güç olarak bizlere övgüler düzerler. Üçüncü güç, aydınlanmanın, halkın, hakkın, adaletin yanında olması için yeterince özgür müdür? Buna bu diyarda yaşayan bütün ama bütün kargalar gülüyor efendiler…

  Yakın bir zaman önce benim de tanıklık ettiğim çok ilginç bir hoş geldin töreninde, saygın yöneticimiz en nazik yoldan biz değerli Tekirdağ basınına övgüler söylerken, bir yandan da şu sözleri hafızama kazıdı;

 “ Değerli arkadaşlarım, birbirimizi üzmez isek, yediğimizden yedirir  içtiğimizden içiririz.” Tarihe geçecek, üniversitelere tez imkânı verecek bir felsefenin kendisi değil midir bu sözler. Hâlbuki esas doğruluk, esas habercilik, halkın ve hakkın sesi olma durumunda bazen üzülmeler de olmayacak mı? Doğruların ve hakikatin bilinen tüm zamanlarda birilerini rahatsız etme gibi bir hüneri yok mu? Hal böyleyken, birbirimizi üzmemek ne demek?

  Ataol Behramoğlu konuşmasında yıllar önce toplatılan kitaplarını yakmak, imha etmek amaçları için kendi elleriyle getirdiğinin acı anısını da bizle paylaştı. Nazım Hikmeti 1960’lı yıllarda sansürledikleri için tam olarak paylaşıp anmadıklarını da yaşamın taze izleriyle paylaştı.

  Sansür hayatımızın her yerinde var. Hiçbir şey kuralsız, düzensiz yürümez ama kural ve düzen yapacağım diye, konuşanı, yazanı, okuyanı susturursan; beyinlerimizin göçünü, ülkemizin muhtaçlığını önleyemeyiz. Bakın düştüğümüz hale; samanda bile dışa bağımlı, tıp ve kimyada öyle. Neredeyse her alanda dışa, beğenmediğimiz batıya bağımlıyken, Arap uygarlığının takkesini, bıyığını bu kadar sevmenin, onu yücelteceğiz derken, aydınlanmanın önü hangi doğrularla kesilir bunu anlayamıyorum.

  Sansürsüz bir hayat biçimi düşünemiyorum. Çünkü sansüre karşı duracak güç, basının, medyanın öz gücü, halkı ile birleşme durumu henüz gerçekleşmedi. Okumaktan sakınan, elli kuruşu zarar, gereksiz diye gazetesine vermeyen, vermek istemeyen halkın sesini duyurmak da, halkın ilgisi kadar olur; konuşur gibi, yazar gibi yapılır, hakikatten uzaklaşan gerçek dışı taze taklit görüntülerle.

  Güven Serin


 

  


Hiç yorum yok: