19 Eylül 2012 Çarşamba

FİKRET BE ÇOCUKLAR


Kamera; Güven Tevfik Fikret'in Evi-Aşiyan

Nar ağaçlarının arasında viran bir ev; kurtarılmayı 
bekliyor. 
Onarım çalışmaları yapılacaktı. Son halini bilemiyorum.


Kamera; Güven Aşiyan

Burası Fikret'in kuş yuvası dediği yer. Her insan,
insanlık yolunda içsel fırtınaları dizginlemek için
böyle kuytu köşeler arar. 
Aydınlığın yolcusu selam olsun san...


FİKRET BE ÇOCUKLAR!

  Bir sohbet sırasında Mustafa Kemal yanında bulunan gençlere bir soru yöneltti;

“Bu yurdun ve ulusun uygar dünya ulusları arasında ün ve onurla yaşayabilmesi gereken her şeyi düşünen ve bu uğurda yaşamını feda eden şair kimdir?”

 Gençlerden gelen cevaplar; “ Namık Kemal, Hamit, Ziya Gökalp” adlarını duyan Atatürk Rumeli ağzıyla aradığı cevabı kendisi verir;

“Fikret be çocuklar!... Fikret be çocuklar!... Fikret be çocuklar!...” Atatürk çıktığı yolculukta Fikret gibi aydınlığı kovalayan ve bu uğurda yaşamlarını feda eden insanların eserlerini önemli bulup başucundan ayırmamıştır. Atatürk’ün Tevfik Fikret’e büyük saygısı olduğu gibi büyük sevgi de beslediği bir gerçektir.

  Atatürk’ün ne insanı, ne de insanlığı aldatacak kişiliği vardır. İnanmış olduğu yolda en önemli sığındığı yardımcıları insan ve insanlık sevgisinin yanında hakiki vatan sevgisiyle kuşatılmış insanlar ve bilim dallarının, sanat dallarının tamamıdır. Sahtelikten yana değil gerçeklerden yana olduğu için bugün hâla taptaze Atatürk’tür.

  Atatürk Fikret hakkındaki düşüncelerini, onu tanımayan gençlere anlatımını şöyle devam ettirir;

 “ O bizden daha çok ilerisini görebilen bir insandı. Ne yazık ki ona yetişemedik. Biz onu mektep sıralarında okurduk. Ondaki heybet, vakur ahenk hiçbir şairimizde yoktur… Ancak onu iyi tanıyanlar ve tanıyacak olanlar, benim bir gün yapmak isteyeceklerimi kavrayabilirler! … O karanlıkta nur gören ve yurttaşlarını o nura götürmeye çalışan yegane şair ve yegane insandı…!”

  Mithat Cemal Kutay Fikret ile yaşadığı anısını büyük bir iç çekişle anlatıyor;

“ Rumelihisarı’ndan komşusu Abdülhak Şinasi Hisar Bey’e rica ettim, bir gün beni Aşiyan’a götürdü… Kapıyı bir hizmetli veya uşak değil bizzat kendisi, Fikret açtı. Büyük şairin huzurunda bu kadar kolay bulunmanın hayreti içinde kaldım… Bu heykel, bu atlet sanki muvakkaten bizim gibi giyinmişti. O kadar hürmetle oturuyordu ki, bu tevazuu karşısında bir kere daha şaşırdım. Fakat bir başka hayret mevzuu daha vardı; Bu pehlivan gibi vücuttan çıkan ses iri bir kayadan sızan suyun sesine benziyordu; çok güzeldi… Birden, bu ziyaretimden utandım; ona ne diye gelmiştim? Benim, Fikret’e gitmem ayıptı. Kimdim ki? Neydim ki? Aşiyan’dan çıktığım zaman hayretler içindeydim; sözleri resimdi. Çizgi darbeleri ve renk tufanıydı. Ölümüne kalbim bugün bir kere daha sızladığı büyük şair, sen manasız bir misafire o gün ne büyük bir sabırla tahammül etmiştin! “

  Fikret o günün çürümüş II. Abdülhamit yönetimi içinde bulunan ülkenin durumuna, insanların çaresizliğine karşın, büyük acılar çekmekteydi. 1898 yılı arkadaşlarından birine yazdığı mektupta o günü ve içinde bulunduğu ruh âlemini şöyle anlatıyordu;

“ … Koca bir dünya içinde yalnızım… En yakın arkadaşlarımın arasında sokağa çıplak çıkmış bir adam hissiyle titriyorum. Herkes hiç olmazsa üniformalarıyla ne mal olduklarını gizliyor; herkes zamanın gösterişli alçaklığına bürüne biliyor; herkes bu rezil ortamda nefes alabilme olanağına sahip… Üzüntümün derecesini düşünemezsin kardeşim! Kendimi taşlara çarpacağım geliyor; fakat hani benim samimi kanımla kirlenecek bir temiz taş?...”

  Ne hazindir ki bir başka büyük şair, M. Akif Ersoy Fikret’i anlayamamış, anlamak istemediği gibi hakaret derecesinde şiir yazmıştır. Akif bu şiirinde Fikret’e tarihin tanıklığını, büyük düşünürlerin de yanılgısını ispatlayan bir gerçeklik içinde sesleniyor;

“ Robert Kolej’in sanat dâhisi diye açıkça alay edilen bu ‘herif ‘ (!) bol para verilince kilisede hademelik etmekten bile çekinmez. Zaten, dinsiz mecnun’un tekidir. Üstelik çifte bayraklıdır ama onun üstüne gitmeye Hükümetin bile gücü yetmez! “

  Fikret büyük bir yanılgı içinde olan Akif’in bu hakareti karşısında iki yıl hiçbir şey demez. Sonra bir şiirle 14 Kasım 1914’te yazdığı Eski Çağlar Tarihine ek bir diye cevap; seksen dizelik bir şiir yazar. Akif gibi kırıcı ve ön yargılı değil, aklın insanı insan eden zarif sanatıyla seslenmiştir;

Bana anlatma o güzel dini/Bilirim bende senin bildiğini/ İnsanın böyle sapmaları var/ Putunu kendi yapar, kendi tapar/ Şimdi Cennete Cehenneme aldırmadan/ Süzerim evreni hayran hayran/ Merhamet, iyilik ve yurtseverlik, hakkaniyet/ Sonra bir şaire ‘Zangoç’ dememek/ Düşünüp işlemek ayinimidir/ Yaşamak dini benim dinimdir/ Müminim; varlığa imanım var/ Her kanat bir meleği açıklar/ Peygamberlere göstermem ilgi/ Bir örümcek getirir beni Hakka beni.

  İnsan evrenin parçası olan büyüleyici bir canlıdır. Sadece bedenen değil, ruhen de işlenmeye muhtaçtır. Besinleri iyi alamazsa, kul ve köleliğin emrinde en cilalı ve en gösterişli beyinler bile pas tutmaya başlar. Fikret pas tutacak bir insan değildi. Zincire vurulacak, dünyevi ürünler, nesnelerle kandırılacak bir insan da değildi. Yüce yaratıcının eserlerini, insan eseri olan aklı ve öğrenmeye olan açlığı ile geliştiriyor, sevginin var olabilmesi için ezber bozuyordu.

  Atatürk’ün gönlünde başköşeye oturan Fikret’in Yarın (Ferda) şiirini ezbere bilen Atatürk bu şiirden söz edildiği zaman kendi okuyordu. Fikret, Ferda şiirini gençliğe tüm zamanların gençlerine adamıştır. Sanırım bu zamanın yılgınlığını, perişanlığını ve büyük büyünün beynimize hükmedişini böyle yurtsever ve akılcı şairlerin, insanların eserlerine sığınarak atlatabiliriz:

Yarın senin; senin bu yenilik bu inkılâp…
Her şey senin değil mi ki zaten? … Sen ey gençlik!
Ey umudun güzel yüzü; işte aynan
Karşında; sabahın saf ve bulutsuz seması
Titreyen kucağını açmış bekliyor… Koş!
Ey hayatın neş’eyle gülen tanyeri, işte herkesin
Gözü sende; sen ki hayatın ümidisin
Alnında bir yeni yıldız, yok, bir güneş
Doğ ufuklara; önünde şu çileli mazi sönsün sürekli olarak.

Sönsün müebbedin o cehennem; senin bugün
Cennet kadar güzel vatanın var; şu gördüğün
Zümrüt bakışlı, inci gülüşlü kızcağız
Kimdir, bilir misin? Vatanın! …
Güven Serin








 








13 Eylül 2012 Perşembe

REALİZM ÖLDÜ YAŞASIN ROMANTİZM


Kamera; Güven   Selçuk Müzesi

Realizm öldü yaşasın romantizm...




REALİZM ÖLDÜ, YAŞASIN ROMANTİZM

   Haberciliğimiz ülke gerçekleriyle birleşince her akşam muhteşem katliamları televizyonlardan izliyoruz. Gün içinde gazetelerden, internetten izlediğimiz yetmiyor gibi gün sonunda muhteşem karalığın hatırına içimiz kararıyor. Elbette yüreğimize kızgın kora dönüşmüş bedenimize pembenin huzur verici damlalarını dökmek de insanlık borcumuz.

  Yakın zaman önce sevgili ustamız Zeki Varan katılmış olduğumuz 30 Ağustos katılmış olduğumuz programda kulağıma yaklaşarak;

“ Sevgili kardeşim senin yazılarını beğeniyorum, takip de ediyorum ama! “ Bilirsiniz bütün beğenme, takdir etme güzelliklerinden sonra bir de “ama” şu soylu ama çok şeyi anlatmak ister bize. Bazen anlatmadan kalır, siz anlamaya çalışırsızın o değerli “ama” nın ne anlatmak istediğini.

  Zeki Varan ağabeyimizden çok önceleri de aynı nazik hatırlatmayı yapan dostlarım oldu. Seslenişleri şöyleydi;

 “ Güvenciğim iyi hoş yazıyorsun ama biraz daha farklı yazsan nasıl olur?”

Nasıl bir fark yani?

“Daha kısa, daha magazinsel veya daha tozpembe”

Beyaza biraz kırmızı döküp pembeye mi dönüştürelim yani?

“Evet, aynen öyle! Bu kadar ciddi bu kadar felsefe olmaz ki canım! Değerli halkımızın canını mı çıkaracaksın yani? “

 Zaman dediğimiz şey akıp giderken ülkemin acı ve soylu gerçekleri de akıp gidiyor. Aslında kırmızıya dönüşmüş haberler, siyaha dönüşmüş ağıtlar ne kadar çok görünse de cümbür cemaat eğlenceler de devam ediyor. Siz istediğiniz kadar kederlere bürünün, istediğiniz kadar ağıtlar yakın; kendi eğlencesini her devirde, siyahlık, kırmızılık içinde yaratanlar olacaktır. Kimileri bilerek dalarlar eğlencenin içine, kimileri ise modadır diye. Kimileri ise zaten eğlence için, eğlenmek için vardırlar.

  Ustamız Zeki ağabeyimiz kulağıma eğilip yazılarımı beğendiğini söylediğinde ve “ama” hatırlatmasını yaptığında ben de karar verip şöyle söyledim;

“Bundan sonra realizme son, yaşasın romantizm!” Gülüşmelerle kararı onaylayıp kadehleri havaya kaldırdık. Gördüm ki bazen değişmemenin savunucusu değil değişimin da içinde olmalı insan. Kadehler havaya kalkarken günün de ağır ağır solduğunu, geceye geçiş yaptığını gördüm. Gün soluyordu ama muhteşem bir müzik topluluğu insanı insanlığın var oluş sebebi hatırına eğlenceye davet ediyordu. Davullar, gitar, viyola ve keman eşleğinde harika bir müzik ziyafeti günle birlikte geceye geçtiler.

  Eğlenceyi bilmeyenler, eğlenmenin insana yaptığı etkiyi düşünmeye, kalkınmaya, üretmeye çeviremeyenler bin yıl yaşasalar da büyük yetmezlikler içinde kıvranmaya devam edecekler. Bellidir…

  İnsan eğlenirken de ağıtlar yakabilir. Eğlenirken de üretimi, sanatı, bilimi düşüne bilir. Ciddiyet görüntüleri içinde karalar bağlayarak, büyük kinler, öfkeler üreterek muhteşem kopuşları, dağılmaları ve kaybedişleri yaşamak zorunda kalırız.

  Elimde büyük bir imkân olsa şu an içeride yatmakta olan; yani hapishanelerde bulunan 130 bin kişi ile günlerce, aylarca konuşup onların ruhlarından, kapana kıstırılmış bedenlerinden süzülen ölümsüzlük iksirine dönüşen güzel damlaları bir kapta toplamak isterdim. Acaba ortaya nasıl bir sonuç çıkardı?

  Ne hazindir ki ne eğlencelerimizin keyfine vara biliyoruz, ne de ciddiyet içinde yüzlerimizi asıp büyük öfkeler ürettikten sonra büyük kayıplar yaşamamızın. Bunları inceleyen bilim dalları var elbet ama bu muhteşem konulara-konuklara ayrılacak zamanı ve maddi desteği kim sağlayacak.

Hükümetimiz mi? Onların işi öyle çok ki, eğitim ve cami işleriyle öyle meşguller ki ilime, bilime, sanata, felsefeye ayrılacak zamanları kalmıyor. İnşallah bir başka yüzyıla!

  Güya realizmi bırakıp romantizme geçecektim! Olacak iş değil! Tamam, şimdi dostlarımın nazik uyarılarını dinleyerek gönüllü bir şekilde romantizme geçiyorum. Önce beyazlığın üzerine kırmızıyı döküyorum. Ortaya çıkan pembe rengin önünde eğilirken buz gibi biramı yudumluyorum.

  Elbette müzik! Ama önce bütün ışıkları kapatıyorum. Yalnız mumları yakacağım. Mumların bir özelliği var; kokulu oluşları. Mumlardan yayılan kokular, yasemin çiçeklerinin kokuları. Sonra tabiata bana katılması için çağrıda bulunuyorum. Hafif bir esinti, yelden biraz daha düşük; tıpkı beyazın üzerine kırmızı dökmek gibi… Sonra, elbet müzik; Paul Mc Cartney’i davet ediyorum. Hafiften çalan gitarlar, kemana çok nazik bir şekilde dokunan bir el ve davula esinti gibi hafiften dokunan müzisyenlerin eşliğinde Paul Mc Cartney söylemeye başlıyor;

My Valentine-Benim Aşkım

Yağmur yağsaydı?
Umurumuzda olmazdı
Derdi ki yakında bir gün
Güneş parlayacak
Ve haklıydı
Benim sevdiğim
Benim aşkım

  İnsan bir mucizenin adıdır. Ne yapmak istiyor, neye karar verdiyse ilk önce kendini, kendi ruhunu inandırıp ikna etmeli. Gerisi muhteşem bir bilinmezlik içindeyken, korkular ve çekinceler taşıyorken dönüşüm başlar; insanın inandığı ve bu inançla fayda, sevgi adına ürettiği her şey; kendi kalıcılığını dünyamızın evrendeki yolculuğu gibi, yol alarak tamamlayacaktır.

Güven Serin 

10 Eylül 2012 Pazartesi

SOLUK YÜZLÜ ŞÖVALYE


Kamera; Güven  Pera Müzesi-Alekbey Savrasoya

Bozkırda Sabah

Gün ışımaya başlayınca telaşı da başlar. Bu telaştır
bizi oyalayan, oyaladıkça seçenekleri önümüze
koyan.


SOLUK YÜZLÜ ŞÖVALYE

  İnsanın insanlık yolculuğundaki arayışları hiç bitmez. İnsanlık yara aldıkça, kan kaybettikçe kendi kurtarıcılarını da çıkarır ortaya. Bir zamanların Avrupa’sında da şövalyeler vardı. Atlı savaşçılar denirdi onlara.

  Ülkemin insanı da kendi yolculuğunda yaşadığı büyük zorlukları aşmak, aşamadıklarını kendi içinden çıkardığı kahramanlarla teselli etme yaradılışına tanıklık etmiştir. Dede Korkutlar, Karacaoğlanlar, Köroğlular insanlarının büyük yangınlarında ortaya çıkmışlardır.

  Halkların en büyük kurtarıcısı kendileridir ama bu bilinen gerçek inanılmaz bir dağınıklığın büyülü sebebinden dolayı bir türlü gerçekleşmez. Daima uyanıklar-kurnazlar topluluğu halkın kurtarıcısı kılığına girip, halkı kurtara kurtara kurtarılmaya muhtaç ederler. Öteden beri bilinen soylu bir gerçektir bu kurtarıcıların hikâyesi!

  Soluk Yüzlü Şövalye, yani Don Kişot günümüzden dört yüz yıl önce var olmuş bir halk kahramanıdır. Muhteşem bir eserin insanlığa armağanıdır. Ölümlü insanın ölümsüz tarafıdır Don Kişot. Soluk Yüzlü Şövalye daha sonra Aslan Yüzlü Şövalye lakabını alsa da kendi içindeki devrim niteliği taşıyan özellikleriyle, taklit edilemez karakteriyle nesilden nesle aktarılacaktır.

 Don Kişotu otuz yıl önce okumuştum. Aklımda kalan zırhlı bir deli şövalye ile seyisi Sancho Panzo ve Yel Değirmenleridir. Bu kitaba otuz yıl sonra niye döndüm? İçimdeki sesin çağrısı yüzünden! O güzel eserin içindeki saf kalpli, zaman zaman bilge kişiliğe bürünen, ama insan samimiyetini unutmayan ölümsüz kahramanların seslenişi yüzünden.

  Seslenişte kimler yoktu ki; Soluk Yüzlü Şövalye, seyisi Sancho Panzo ve boz eşeği. Soluk Yüzlü Şövalyenin tıpkı sahibi gibi olan zayıf atı; anılarımın bu güne taşınmasını, bugün ile sarmaş dolaş haline gelmesine sebep oldu.

 Cevantes’in yazdığı Don Kişot romanı dünya klasiklerindendir. Bunu hak etmiş, bu hakkın hakkını verip yüzyıllar ötesinden hiçbir toza-dumana ve kirliliğe bulaşmadan bugünü ulaşmış bir eserdir. Anlaşılan o ki, güzel eserler zaman zaman bugüne davet edilmeli. Çünkü onlar zamansızlığın içinde hep taze, hep duygulu, hep iyiliğin varlığı adına bizim onlara gelmemizi bekliyorlar.

Şimdi bu zamanda ortaya Don Kişot benzeri şövalyeler çıksa kimse kurtarıcı diye ciddiye bile almaz. Hatta Dede Korkutlar, Karacaoğlanlar, Köroğlular dağlardan bizlere seslense; “ ey soylu halkım, korkmayın! Başınızı dik tutun; insan olmak bunu gerektirir!” dese, kimse bu sesi duymaz bile.
Neden diyecek olursanız; çıkardığımız gürültüler, adına şehir dediğimiz keşmekeş yerleşim yerleri o kadar büyük gürültü ve kirlilik üretiyor ki, insan kendi duyarlılığını geçici olarak da olsa kaybetti.

  Nasıl oluyor da yarı deli bir şövalye ve ona inanan saf bir seyis yüzyıllardır aynı coşku, aynı sevgi içinde yaşayıp bugüne ulaştı? Soluk yüzlü şövalye bazen öyle büyük hayal dünyasına giriyor ki yel değirmenlerini devlere, koyun sürülerini düşman ordusuna benzetiyor. Ve savaşıyor onlarla. Her seferinde de oldukça iyi bir dayak yiyor, hırpalanıyor. Ama bıkmıyor, ne iyiliği düşünmeden, ne savaşmaktan ne de görmeden, bilmeden sevdiği büyük aşk ile kendisini adadığı sevgilisi Toboso’lu Dulcinea. Dülcinea Don Kişot’un bircik aşkıdır. Bütün kahramanlıkları ona adanmıştır.

  Soluk yüzlü şövalye her ne kadar hayal dünyasında yaşasa da zaman zaman bilge konuşmalarıyla, davranışıyla herkesi şaşırtır. Bir tarafı bilgi bir insanken, bir tarafı hayal dünyasında, okuduğu şövalye romanlarının etkisi altında kalan kahraman bir şövalye karakteriyle çıkıyor karşımıza. Değişmeyen tek tarafı; hiçbir işini hilebazlıkla, diğer insanları mağdur etme sanatlarıyla yapmamasıdır.

  Şimdi, bu zamandaki kurtarıcıları; özelikle akıllı, iyi eğitim görmüş, birkaç yabancı dil bilen kurtarıcıları gördükçe bu tür kahramanların niye özlendiği, niye yaşatıldığını anlıyorum. Bu yüzden Kemal Sunal filmleri izlendikçe izleniyor. Salak-saf bir insanın aldanıyorken, dayak yiyorken bir şeyler anlatması, aslında büyük zekânın hilebazlıkla, korkuyla, gururla hiçbir şey ifade etmeyeceğinin soylu hatırlatışını da yapıyor.

  Soluk yüzlü şövalye öleceğine yakın akıllanır. Yani gerçeği anlar ve gezici şövalyelikten, kahramanlıktan vazgeçer.

  Don Kişot öleceğine yakın gerçeği anlamıştır. Hayalin peşinde koştuğunun soylu gerçeğini fark edip hasta yatağından yeğenine seslenir;

“Sevgili yeğenim; Tanrı’nın insanlara bağışladığı en önemli şey akıldır, bu yüzden bu güne kadar yaptığım saçmalıklardan son kez de olsa vazgeçip, bunu değiştirmek, mezara akıllı, uslu birisi olarak gitmek istiyorum.”

  Don Kişot gibi muhteşem bir eseri insanlığa armağan eden yazar, kitabın tüm sayfalarındaki hafif tebessümü, bu günün asık yüzlü insanlara bir armağanı olarak kabul ediyorum. Yine yazarın bir armağanı olan soluk yüzül şövalyeye adanmış, belki de mezar taşına konmuş bir şiir;

Burada yatan ünlü yiğit soylunun,
Ölüm bile yenemedi hayatını;
Meydan okudu dünyaya,
Dünya korktu bostan korkuluğundan,
Çılgınca yaşayıp bilgece can verdi.

 Hayatın sırrı, güzelliği ve kalıcılığı belki de biraz çılgın yaşamak ve bilgece ölmekte gizlidir; kim bilir…

Güven Serin




  

5 Eylül 2012 Çarşamba

YA TANRI OLMASAYDI

Kamera; Güven Pera Müzesi-İLYA REPİN

Rus resim sanatında en önemlilerden birisi olan
bu resim 1873'de düzenlenen Dünya Sergisinde
büyük ilgi görmüştür.
Repin, halkın yaşamına adayacağı anıtsal bir resim
yapmaya karar vermiştir. Sadece halkın çektiği acıları
değil, aynı zamanda halkın içinde gücü ve direnci de
dile getirmek istiyordu.
1868'de Neva Nehri'ne yaptığı bir gezi sırasında,
sanatçı üstleri başları perişan halde tekne çeken
tıpkı bir hayvan gibi boyunduruluğa vurulmuş
burlakları gördü. Gördüğü manzara karşısında
derin bir dehşete kapıldı.
Resimde Volga kıyısında mavna çeken on bir burlak
görünüyor. Adamların çoğu öne doğru eğilmiş, göğüslerine
dayanan kalın kayışlara abanmışlar. Renk olarak sönük
kahverengi ve yeşil tonları hakimdir. Bu renkler grubun
kendi içinde bütünlüğünü simgeler. 

YA TANRI OLMASAYDI!




 Sonsuz evrenin yaşam sunan gezegeninde kavgası bitmeyen ülkemde bazen düşünüyorum; “ Ya Allah olmasaydı!” diye… Bizim sihirbazlığa benzeyen yaşam gösterimizde, sığındığımız binlerce mazeret adına hep Allahın adını kullanıyoruz. Sanırım sonsuza kadar da öyle devam edecek gibi. Ne olursa olsun ondan beklerken, bir taraftan da bütün nimetlerin merkezi sayılan icatları, yenilikleri akıl dolu insanların yaşadığı memleketlerden bekliyoruz.

 Maliyenin veznesi sıra bekleyen insanlarla doluydu. Sıcak günün sıcak ama huzursuz insanları para vermek için ayrı bir zorluk, para almak için ise çok ayrı bir güçlük yaşıyor. Sanırım zorlukların muhteşem kabalığını seviyoruz biz.

 Maliye çalışanı kadın memur koridordan geçip dışarı çıkmış genç adamın peşinden hem koşuyor hem de ismini söylüyordu. Belli ki telaşı çok, söyleyeceği önemli bir şey var. Bütün kuyruğa girmiş sıcak yüzlü, sıkkın insanlar memur kadının koştuğu tarafa baktı. Kadının seslenişi işe yaramış genç adamı durdurmuştu. Orta yaşlarında olan kadın, çok iş yapmış olacak ki yorgun bakışlı yüzüyle genç adama;

sonuçlar nasıl, sınav sonuçları?” diye sorunca belki de bin kez sorulan bu soru yüzünden genç adam biraz sıkkın da olsa;

“ vallahi pek başarılı değil” sözü ile sorulan soruya memnuniyetiz bir cevap verdi. Meraklı, ilgili, sorumluluk sahibi bir millet olarak tanıdığımız her insanın başarısı için baş vereceğimizden muhakkak sorarız; kimi görsek sorarız;

Nereye gidiyorsun? Elindeki nedir? Maaşın ne kadar? Ne iş yapıyorsun? Sevgilin var mı?”

Yorgun yüzlü memur kadın da bu duygu ile sorusunu sorup cevabın alınca şaşırmış gibi yaptı. Şaşırdı çünkü genç adamın sınavı iyi geçmemişti. Ama yorgun yüzlü memur kadının imdadına bildik sözcük yetişti;

“Allah büyüktür! Enneciğin nasıl? Çok selam söyle” memur kadın büyük özveriyle ve de alışkanlık la söyleyeceğini söyleyip koştuğu avı yakalayamayan avcının yorgun bedeniyle geri döndü.

 Bu tür sorulan ve soruların karşısındaki cevaplar karşısında tekrarlanan duygu ve düşüncelerimiz öyle önemli öyle önemli ki bu tür söylemler olmasa, sürekli yüklendiğimiz, güvendiğimiz Tanrı olmasa bizler ne yapardık acaba?

 On tonluk kamyon yirmi ton yüklemiş inleye inleye gidiyor. Ama çok önemli bir şey var aracında; “Allah Korusun” yazısını başköşeye asmış. Birçok küçük, büyük esnafın dükkân giriş kapısında “karımca duası” asılı. Daha çok iş yapmak ve daha bereketli günler görmek için. Fakat ne hikmetse karımcalar gibi disiplinli ve çalışkan olmayı erdem saymadığımız için batan batana…

 Bu düşünce aklımdan hiç çıkmıyor; “ Ya Allah olmasaydı! “ İşlediğimiz bütün suçlardan, hilebazlıklardan, cinayetlerden, hırsızlıklardan dolayı son anda bile olsa bizi affedecek yüce yaratıcının olması ne büyük bir şanstır. Hiçbir şey bilmiyorsanız kadir gecelerinden birisinde dua okuyup, namaz kılarak bütün suçlarınızdan kurtula bilirsiniz.

 Bütün bunlar varken, insanın suçlu ve kirli bir şekilde bu dünyadan ayrılması mümkün değil gibi görünüyor.

 Çalışmayana, iş yeri ahlakına uymayana “ Allah işini rast getirsin” diyerek bir türlü işleri rast getirememenin sancısı hep çekilecek gibi. Acaba bir gün şu düşünceyi yüce yaratıcının büyük görkemi adına sorduk mu? Allah bu aklı insanlara neden verdi? Kul köle olmak ve aynı zamanda kul köleliğin yaman çelişkilerine düşüp, haram yemek deyip helal yemeyi unutanlardan olmak için mi?

 Dünyanın yarısı açlık, fukaralık peşinde koşarken, dünyanın tümünü doyuracak savaş yatırımları, lüks harcamalar yapılırken, kiliselerin çanların çalması, camilerin ezanlarının okunması biz iyi ve güzel insanları kurtarmaya yetecek mi onu anlamıyorum. Çünkü yaratıcının aklı ile düşünüp sorguluyorum;

“insan aklı ile yetişemediği güzelliklere, kul-kölelik ve kalpazanlık, hilebazlık ile nasıl yetişe bilir?”

Ne hazindir ki açılan camiler, imam hatipler, kuran kursları arttıkça fukaralık, açlık, işsizlik, yetmezlik de artıyor. Burada bir şey eksik dostlarım; bir şey eksik; SAMİMİYET ve DÜRÜSTLÜK eksik…

 Güven Serin

3 Eylül 2012 Pazartesi

DALGA DALGA

Kamera ; Güven   Pera Müzesi- İLYA REPİN

Anton Rubinsşteyn'in Portresi

İlya Repin fırçasına adanmış sanat ruhu ile
seslenir;
Benim işim dolaylı anlatımla olmaz. Gözü okşayan
halılar boyamak, danteller örmek,modayı izlemek-
yani Tanrı'nın armağanını tersyüz etmek, Zeitgeista'a-
zamanın ruhuna-boyun eğmek... bana uymaz. Ben
60'ların insanıyım. Benim için Gogol'un , Belinski'nin
Tolstoy'un idealleri hala yaşıyor. Mütevazi çabam,
vargücümle düşüncelerimi gerçeğe yaklaştırmaktır.
Çevremdeki yaşam beni olağanüstü etkiliyor ve huzursuz
kılıyor,adeta kendiliğinden tuvale akıyor.
Gerçeklik öylesine acımasız ki, oturup nakış motifleriyle
vakit geçirmeye vicdanım elvermez- en iyisi bu işi
iyi yetişmiş soylu hanımefendilere bırakalım.


DALGA DALGA



 Dalga dalga yayılıyor sesler. Bir kadın, gitarı elinde, ince beyaz parmakları gitarın tellerinde sevişiyor sanki kendinle. Ve bir adam, yönetmen, siyah takım elbiseli. Yay gibi gerilmiş bacakları. Gitar çalan kadının arkasında keman çalan kadın ve erkekler sıralanmış. Kemanlardan başka piyano ve çello sanatçıları da yerini çoktan almışlar.

 Bilkent Senfoni Orkestrası müziğin derinlerinde müzik aletleriyle müzisyenin buluşma töreninde yayılıyor görüntünün insan izleyenlerine. Yayılıyor müzik, dalga dalga. Siyah elbiseli kadın gitar çalıyor ahenk içinde. Beyaz teni, beyaz parmakları gitarın bir parçası, gitar da kadının beden parçası gibi öylesine tek vücut!

 Müziğin müzik aletinin ve bu aletlere ses ile ruh veren insanın öyküsü anlatılıyor çok sesli müzikle. Yılların birlikteliği, çalışmaları büyükçe bir eserin seslerini yayıyor; dalga dalga. Sarhoşluğun sadece içkiden olmayacağını anlatıyor müziğin tınıları. Bazen kemanlar susuyor, bazen çello ve piyano. Ama gitar, gitara dokunan beyaz tenin ince parmakları hiç susmuyor.

 Gitar sesi, keman, çello ve piyano; bu topraklar üzerinde kurulan tüm uygarlıkların sanat haykırışına dönüşüyor. Hiçbir savaşın müzikten, müzisyenden daha değerli olmadığının sesleri bütün aletlerin dokunuşlara, dokunuşlardaki insan anlatımlarına destek vermesiyle çıkıyor ortaya.

 Gitarın tellerine dokunan baş kadın! Çok genç ve uzun siyah saçları var. Perçemleri beyaz yüzünün siyah gözlerini örtmüş. Gözleri görülmüyor ama müzik aletine dokunan elleri hep ortada. Ve gitarın sesi, dalga dalga yayılıyor.

 Beyaz tenli gitar çalan kadın, bazen bütünün bir parçası, bazen ta kendisi oluyor. Sanki bütün enstrümanlar onun sesine, tellerine âşık. Sanki onsuz olmayacak bu yolculuk. O, bu dünyanın dokunuşu, dokunuşun bedeni değil. Gözleri perçemleriyle saklı!

 Dalga dalga yayılıyor çalgı aletlerinden tüten müzik. Hepsine dokunan eller var. Bütün aletlerin başında kendini o alet ile bütünleştirmiş bedenler… Büyük çoğunluğu kadınlardan oluşuyor. Kadın, eğitimin, sanatın suyuyla yıkanan kadın oldukça zarif dokunuyor gitarın tellerine. Çello, kadın ile ses ve destek veriyor gitara. Piyano da öyle, kemanlar da öyle. Velhasıl arkadaşlarım, kadın ile erkeğin; erkekler ile kadınların muhteşem mucizesi bütün savaşlardan çok daha muhteşem bir gösteriye, imrenmeye, büyülenmeye dönüşüyor.

 Uzak bize, çok sesli müzik çok uzak! Çok sesliliğe tahammül edemeyen kralların diyarıdır bu diyarlar. Çok sesli hiçbir şeye gösterecekleri şefkat, merhamet yoktur tek sesliliğin biricik efendileri. O yüzden, çok seslilik lükstür benim batılı şehrime. Ama lüks arabalar, işlemciler, telefonlar gösteri sanatı içinde satılır ilk sıralarda. Müzik lükstür, tiyatro, sinema ve eve alınacak bir gazete…

 Müzik dalga dalga yayılıyor evrenin sessiz yolculuğu içinde. Bütün susmuşların sesi oluyor keman, çello, piyano. Bütün kalbi kırılmışların, ümitleri yok edilmişlerin şifası sanki gitara dokunan beyaz tenli ince parmaklı kadın.

 Siyah elbisesi de parmakları gibi ince. Siyah saçları da tel tel dökülüyor alnının, gözlerinin üzerine. Bir uyku hali, bir baş dönmesi, bir huzur ve mutluluk; kâbuslardan sonra doğan güneşin, esintinin, kuş cıvıltılarının, sevgilinin nefesi gibi yayılıyor müzik; dalga dalga…

 Gitar çalan genç kadın, oldukça genç! İsmi Bahar Türker! Bilkent Senfoni Orkestrası, insanın insan eliyle icat ettiği aletlere ruh ve beden verişinin rüzgârlarını estiriyor. Ve müzik, bütün savaşlardan, savaş aletlerinin yok edici kahramanlıklarından çok daha güzel. Müzik öldürmez. Müzik aldatmaz. Müzik can yakmaz. Müzik, doğanın insana akması gibidir; insanın doğanın kendisi olduğunun güzel öyküsüdür.

 Dalga dalga yayılıyor gitarın, kemanın, çellonun, piyanonun sesi. Siyah takım elbiseli bir adam, yönetmen. Bacakları yay gibi, kendini, ruhunu teslim etmiş inançlı bir insanın yönetmeni. Silahı bir ince çubuk ve müziğin ritmi; insanın ruhu, kalp atışları gibi bir şey yani…

 Güven Serin