27 Haziran 2021 Pazar

BÜYÜKADALI İKİ KOMŞU KADIN

 


İnternet

                                   BÜYÜKADALI İKİ KOMŞU KADIN

 

   Her ikisi de doğma büyüme İstanbullu; birisi Türk, diğeri Rum iki komşu kadın, biraz ötemdeki masada, öğle güneşinin tadına varmaktan çok öteler; uzun ömürlerinin, yaşadıkları deneyimlerin ve çocukluktaki gibi bir arada olmanın farkına varmış, mutluluğu süzerek, damlatarak içiyorlardı.

  Yazgısı yazmak olanlar için bir servet değerinde, bilinmezliklerle, gizemlerle, serüvenlerle dolu bir geçmişin iki duruşu-insanı; doğal bir akış-tanış içerisinde olmaya, komşunun sapsarı ayvalarına, kıpkırmızı eriklerine özenen bir çocuk gibi dinliyordum sözcüklerin kıt olanlarından söz eden iki kadını.

  Aysel’di Türk kadınının ismi. Sonradan öğrendim yaşının 75 olduğunu. İstanbul’daki geçmişleri üç yüzyıl öteye uzanıyor. Maria idi, 80 yaşında olan Rum kadının ismi. Her ikisi de zenginliği, babalarından, analarından kalan serveti bir lütuf gibi görmeyip, neredeyse yarım yüz yıl çalışmışlar; var olanın kıymetini bilip, hazıra dağ dayanmayacağının da tecrübeleri içinde.

  Onları rahatsız edeceğim diye neredeyse soluk almıyordum. Kolay beri rahatsız olacak da değillerdi. Bu sohbetleri her gün yaptıkları, derinlikler ile sığlar arasında gezinen sözcüklerinden belliydi. Sözünü ettikleri konular insanlığı yakından ilgilendiren şeylerdi; sinemadan, tiyatrodan, operadan, resimden, siyasetten, spordan konuşuyorlardı. Öylesine, laf ola beri gel, cinsinden de değil; bilgi, görgü içerisinde öyle bir yoğuruyorlardı ki, onlarla konuşan birinin kendi cehaleti içerisinde kaybolup gitmesi çok normaldi…

  Yaşlarını göstermeyen iki yaşlı insan… Onlara yaşlı demek bile uygun olmasa da, konunun daha iyi anlaşılması için kullanıyorum bu sözleri. Çok şey görmüşler, okumuşlar ve dinlemişler. Bütün bu öğretilerin yanında, yaşamı, yaşayarak bir güzel yoğurmuşlardı.

  Neredeyse dünyanın yarısını gezmişler, birçok ülkenin insan yapılarını, davranış biçimlerini, sadece görünen yüzünü değil, görünmeyen yüzleri içerisinde sosyologlar gibi gezinmişler, inceleme yapmışlar.

  Gözü tok oluşları, rahat ve huzurlu halleri; insan denen canlının, topluluklar halinde ortaya koyduğu bütün zaaflardan haberdar olmalarından ötürüydü. Bunca yılın ardından korkularından çok yaşama sapa sağlam sarılmaları, her esintinin tadını çıkarmaları, zaman denen şeyin hiçbir ömre acımayacağını, yaşam denen şeyin bir YUDUM olduğunun farkına varmalarıydı…

  Kullandıkları Türkçe dili,tertemiz,neredeyse kusursuzdu.Kendilerini ifade etmek için hiçbir yan yola,tekrara düşmedikleri gibi sözcükleri ezmiyor,canından bezdirmiyorlardı.Net,anlaşılır ve güvenilir iki kadim dost,arkadaş…

  İmrenmemek elde miydi bu arkadaşlığa! Bütün yaşamım, böyle ilişkileri anlama çabalarıyla geçmemiş miydi?

  Aylardan sonbahar ayı olsa bile yaz, olduğu gibi hükmünü sürdürüyordu. Belki de otuz derece civarı bir sıcaklık ve Heybeliada tarafından hafif, çok hafif bir esinti yayılıyordu bulunduğumuz kır lokantasının kır kokan bahçesine.

  Maria, mavi renkli rahat ve ince bluzunun üzerine düşen uzun kumral saçlarını geriye itti. Aysel’e;

“ Aysel, etrafımızdaki insanlar ne kadar çok mutsuzlar değil mi? Eğleniyor görünen, lüks içinde yaşayan insanlar daha da mutsuz! Yaşamın değerli sırları bir yana, kırgınlıkları, şanssızlıkları diğer yana koyup, diğer tarafta insanların huzur bulacağı ne kadar çok şey var.”

  Aysel, çocukluktan beri tanıdığı arkadaşının ne dediğini çok iyi anlamış ki, huzurlu bir tebessüm ve sıranın ona gelmesini bekleyen bir sanatçı rahatlığı içinde konuşmaya başladı;

  “ Örneğin sinema sanatı arkadaşım. Ingmar Bergman’ın Yedinci Mühür filmi, yaşamda biraz daha kalabilmek için Azrail ile satranç oynayıp, onu oyalayan, kandıran şövalye karakterinin anlattığı ip üzerine duran yaşam, herkesin bildiği ölüm gerçeği yanı başımızda duruyorken; neden bunca kargaşa?

  Oysa sanatın kendisi büsbütün anlam arayışının bir ürünü değil midir?”

  Maria, arkadaşının ifadeleri karşısında şu sözleri söyledi;

 “ Fazlasıyla arayıştır insanın sanatçı eliyle yarattığı sanat ürünleri. Bu yüzden; sinema, edebiyat, tiyatro, opera, şiir, resim ve bunları anlayacak sağduyunun olgunlaşması adına felsefe…

Sonbahar filmini kaç kez konuştuk, irdeledik; Özcan Alper’in filmi, çekildiği yerlerdeki doğallık, kaderine razı olmuş insan yapıları; Hopa, Hemşin yöreleri ve bu yöreye gelmiş olan sanatçıların bulmaya çalıştıkları bir şey var; sanatın diliyle insanı anlatmak; sadece bir yudum yaşama sahip olan insanın en özgün halini; ölümü beklerken dahi…

   Aysel, yeniden doğmuş bir insan kılığına bürünmüş bir çocuk gibi derin derin çekti adanın soluğunu akciğerlerinin en derin köşesine. Arkadaşı Maria ile yaptıkları bu sohbetin basitliği, besleyici ve onarıcı tarafına iyice yaslanarak konuşmasına devam etti; 

  “ Theo Angelopulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün filmi, sanatın mucizevî tarafını gösteren bir başka eser. Sadece bir güne ne çok şeyler sığıyor… Oysa insan denen canlının ortalama 25–30 Bin gün ve gecesi var! Geriye baktığında büyük çoğunluğun büyük bir hiçlik içerisinde yarattıkları büyük kargaşa, tarihe hiçbir iz bırakmadan silinip gidiyor ve gidecek…”

  Bu konuşmalara uzun uzun kulak misafiri oldum. Yaşamın kıyıcığında bir adada, kendi sırlarını ortaya koyan, biri 75,diğeri 80 yaşında iki komşu kadın; yaşamın, yüksek becerisinin, marifetinin çok pahalı bir şey olmadığının altını çiziyorlar; kendi ektikleri bahçeden, yaşam mineralleri, vitaminleri yiyip içerek, kimselerin rızkına dokunmadan, eğlenceli bir yaşam serüvenine yeni başlamışlar gibi…

 Güven SERİN 




22 Haziran 2021 Salı

57.ALAY MÜZELERİ İÇİN DAHA NE BEKLİYORUZ?

 


Kamera; Güven   TEKİRDAĞ


Kamera; Güven TEKİRDAĞ


Kamera; Güven TEKİRDAĞ


Kamera; Güven TEKİRDAĞ



                           57.ALAY MÜZELERİ İÇİN NELERİ BEKLİYORUZ?

 

  Tarihine, milli duygulara bu kadar duyarlı görünüp de TARİHİNİ bu kadar mesafe koyan bir başka millet var mıdır acaba? Yeni Zelandalı ve Avustralyalılar-Anzaklar, on bin kilometre öteden gelip, ait olmadıkları vatan topraklarını, kaybettikleri, utandıkları bir savaş bölgesini dahi ataları için kutsal kabul edip, en görkemli ve istikrarlı geçmiş, bir anma şölenine dönüştürüyorlar…

  Ya bizler? Tekirdağ Süleymanpaşa merkezinde şehrimizin en güzel yerlerinden birisi olan 57.Alay Binaları olarak bilinen eski Göğüs Hastanesi, daha sonra Devlet Hastanesi 3.Kısım olarak kurulan yerde, Alman mimarisiyle yapılmış 5 tane bina var. Birisi viran vaziyette olsa bile, orjinallikleri bozulmadan titiz bir çalışma ile burası; 57.Alay-Gelibolu Müzeler topluluğu olabilir.

    Şehrimize onlarca fabrika yapmaktan çok daha fazla kazancı da olabilir; hem maddi, hem manevi açıdan; çok önemli bir dönüşüm-yenilenme; tarih bilinci, usta işi müzeler topluluğu ve yönetimiyle Çanakkale ile Tekirdağ arasında capcanlı bir turizm, kültür ve sosyal akış başlayacaktır…

  Yöneticilerimiz niçin sağır? Niçin kör? Neden tarih bilinci ile şehir bilinçleri öne çıkmıyor? Sadece yol, kanalizasyon, park ve bahçe yaparak durumu çözeceğinizi sanıyorsanız aldanıyorsunuz.Şehir insanını bile sahaya,çarşı ve meydanlara çıkaramıyorsanız,sizlerin becerisinden,samimiyetinden şüphelenirim; halkımızın şüphelenip artık istemekten vazgeçtiği gibi…

  Duyarlı halkımızın bazıları sürekli gazetemiz Habertrak’ı arıyor. Yolda rast geldiklerinde önümü kesip; 57.Alay Müzesi veya müzelerini soruyor. Alman mimarisiyle yapılmış binaları bilenler ise acı bir tebessüm içinde sesleniyor;

  “ Ne olur daha fazla yaz, anlat yetkililere! Burası ölmeden, elden kaybedilmeden 57. Alay Müzeleri, sosyal, kültürel alanlarla şehrimize, ülkemize ve dünya turizmine, kültürel yaşamına kazandırılsın!” diyorlar. Duyarlılık böyle bir şey; hiç ummadığın, hiçbir koltuk, güç yetkisi olmadığı halde perişan olur; gören gözlere, gören vicdanlara ve bilince sahip insanlarımız…

  Yılda bir kez; kuru kuruya 57.Alay kutlamaları yapılır mı hiç? Böyle tarih bilinci yerleşir, oluşur mu? Y ve Z kuşaklarının tarih bilincini yeterince oluşturduk mu? Niçin elin milleti on binlerce kilometre öteden gençlerini taşıyor buraya, Gelibolu ve Çanakkale’ye? Tarih bilincini yerleştirirken, seyahat ve eğlence ile birlikte milli duyguları gönüllü bir şekilde ekiyor; yarınlarda biçmek için…

  Ya bizler? Ey, lacivert ve siyah takım elbiselere, içi görünmez arabalara düşkün, koltuğunu kaybetmekten korkan yöneticilerim; en güzel anılma-lık, en güzel saygınlık, öldükten sonra da anılmak, hatırlanmak değil midir?

  Bu şehre yapılacak en güzel yatırımlardan birisi; 57.Alay Müzeler topluluğunu çok önemli proje mühendisleri, mimarları ve müzecileri ile birlikte çalışarak bu şehre, bu bölgeye ve ülkemize hediye etmektir…

  İsterseniz başarabilirsiniz… Bu bezgin, bu sessiz insanlar iyi projeyi, samimiyeti canı gönülden anlar ve algılar. Bir deneyin; bir milyonu geçmiş bu şehrin değerli insanları, diğer şehirlerden göç etmişler dahi; 57.Alay Müzeler topluluğunu, kültür ve sosyal alanını bir anlatın; karşı çıkacak bir tek kişi bulamazsınız…

   Niçin bunca insanın gönlünü kazanmak varken, neredeyse yüz yaşını aşmış, artık viran duruma düşmüş bu binaları kurtarıp kayıp hafızamızı, tarihimizi, milli duygularımızı yeniden yeşertmiyorsunuz?

  Böyle büyük ve anlamlı projeler, şehrimize-Tekirdağ'a saygınlık, istihdam katacağı gibi gençlerimizi dışarıya kaçmak, bir an önce ülkeyi terk etmek telaşından da kurtaracaktır. Turizm, planlı şehirler, sığınılacak, gezilecek, insan ruhunun, sosyal yaşamının onarılacağı yerlerdir; gelin hep birlikte aşalım bu soruları ve 57.ALAY MÜZELERİ şehri olarak Gelibolu, Çanakkale ve Tekirdağ hep birlikte yürüyelim 21.Yüzyıl yolunu…

 Güven SERİN 

 








18 Haziran 2021 Cuma

SÜLEYMANPAŞALI AHMET AĞA'NIN VİCDANİ HAYKIRIŞI

 

İnternet


                 SÜLEYMANPAŞALI AHMET AĞA’NIN VİCDANİ HAYKIRIŞI

 

  Çoktandır uğramıyordu Ahmet Ağa atölyeme. Covid–19 korkusu, herkesi sardığı gibi Ahmet Ağa’yı daha çok geri çekilip yalnızlığa itmişti. Öteden beri tanışır, birbirimize güvenir, gerçek arkadaşların dokunabileceği konulara, sohbetlere dokunuruz…

  Epeydir yanıma uğramayan Ahmet Ağa bu sürede vicdanıyla daha fazla baş başa kalmış olacak ki, pek dokunmadığı ama onu oldukça rahatsız eden bir konuya; çocuklarıyla olan ilişkilerine yer verdi.

  Özel konular; özellikle aile meseleleri, özenle dinlemek, üzerine vazife olmayan yerlerde ise hiç konuşmamak anlamını taşır… Ahmet Ağa’nın altı çocuğu var. Beş kızı, bir erkek evladı… Bütün mesele de bu,çocuklarına bakış açısı; “Erkek Evlat “ ile ayrı bir yöne kaymış…

  Birçok insanın yaptığı hatayı bunca deneyim, mal-mülk sahibi Ahmet Ağa da yapmış; “ Beni erkek evladı bakar!” diye, malının, mülkünün büyük çoğunluğunu, sağken erkek çocuğunun üzerine vermiş… Bizim buralarda neredeyse olağan şeyler; nazikçe veya barbarca yapılan kayırmalar; kim bilir kaç ailede; Ahmet Ağa sancıları, küskünlükleri vardır…

  Ahmet Ağa’nın sevdiği sade Türk kahvesini söyledim. Biraz üfledi. Biraz püfledi ve ; “ Ahmet Ağa, sende bir şeyler var; seni dinliyorum.” Dediğimde, neredeyse kanayan vicdanını atölyeme döktü. Ağlamaklı anlattı bütün yaşadıklarını.

 ( Önce yutkundu, kapıya baktı bir başka gelen giden var mı diye. Ve gözleri dolu dolu haykırdı yüreğini yakan vicdan haykırışını: - Hata yaptım çocuk! Hastalığımızda bizi erek evlat bakar diye elimdekilerin-malımın-mülkümün büyük kısmını ona devrettim. Kızlarıma ise çok az, neredeyse sembolik bir şeyler verdim.

   Devrettim de ne oldu; malları alır almaz oğlumun istekleri bitmedi. Ve kendince mazeret bulup bana küstü. Konuşmuyor şimdi. Birkaç kez hastaneye düştüm. Günlerce yattım. Yanıma uğramadı bile. Üzerime titreyenler yine kızlarım oldu. Üstelik benim hatalarımı, günahlarımı yüzüme bile vurmadan gönüllü-severek, isteyerek yanımda oldular; baba sevgisiyle kuşattılar vicdanımın her yerini. Onlar, koşulsuz sevgi gösterdikçe vicdanım daha çok kanadı; için için…)

  Ne büyük bir haykırış! Ne korkunç hatalar…21.yüzyılın ilk çeyreği biterken dahi, insan denen canlı, alışkanlıklarından, içgüdülerinden vazgeçemiyor. Oysa akıl denen şey; bilimle, sanatla, edebiyatla bir yoğrulmuş olsa nasıl da kedi doğrusuna, vicdani adalete kavuşuyor…

  Ahmet Ağa, bir kahve iki çay içti. Derdini döktükçe döktü;

“Bu herkese ibret olsun diye anlatmak isterim çocuk! Fakat kimseye de ibret olmayacağını biliyorum. Bizim toplumumuz bildiğini okur; iş işten geçince pişmanlık duyar. Tavşan çoktan bayırı aşmış olur. Gece uykularım kaçıyor. Kızlarıma yaptığım haksızlığı bana bir kere söylememeleri, bana kızmamaları ise bu acıyı daha da katmerli hale getiriyor.”

  Bir saatlik dertleşme Ahmet Ağa’nın gözyaşlarıyla; “ Sağlıcakla kal çocuk” demesiyle son buldu. Onu dış kapıya kadar uğurladım. Ardından baktım; bastonuna yaslanan sadece bedeni değil; ruhu da, hatalarının, günahlarının ağırlığı içinde eziliyor; adeta, Ertuğrul Mahallesi, Demir Sokak, Ahmet Ağa’nın hüznüyle boğuluyordu…

  Bunca insan tanımanın, bunca deneyimden sonra geriye kalan kıssadan hisse olan bir şeyi de söylemeden, yazmadan geçemeyeceğim. Adalet denen şey bütün alanlarda gerekli. Mutluluğun gizemli anahtarı bu adaletin ellerinde…

  Maddiyat her çağda önemli olmuştur olmasına ama çağımız daha da zirve maddiyat zamanıdır. Bunu çözemeyen, çevresindeki insanlarla maddi hürriyeti, dengeyi sağlayamayan insanların ne iniltisi… Ne vicdani haykırışı bitecek, son bulacaktır dişe düşünmeden edemiyorum…

Güven SERİN



15 Haziran 2021 Salı

GANOS-IŞIKLAR DAĞLARINA YAZ GELMİŞ

 


Kamera; Güven Ganoslar...


                              GANOS-IŞIKLAR DAĞLARINA YAZ GELMİŞ

 

   Şehrimizin denize paralel uzanan Ganoslar diyarı her mevsim ayrı gösteri içindedir. İnsanla oyun oynar görünür; vaktini yakaladığınızda, uzaktan bakıp, gölgeler, bulutlar ve güneş, el ele tutuştuğunda Kaf Daları masalları gelir aklınıza…

   Derin siluetleri-karaltıları gizemlidir. Hele bir de şafak vakti bakıyorsanız, daha gizemli bir hal içindedir. Tıpkı, gün batımında, gecenin saf ve koyu karanlığına karışıyorken görünen manzaraları gibi…

   Ganos Dağları’nın henüz kıymeti anlaşılmamış, eşsiz güzelliğini turizmle buluşturamamışız… Aklı başında yöneticilere burasının Nevşehir ile yarışacağını söylediğimde, gözlerindeki uzaklık, Ağrı Dağı efsanesinin uzaklığından bile öte gidiyor.

   Tekirdağ Kumbağ’dan Ganoslar üzerinden Gelibolu’na kadar akıp giden coğrafya, tam manasıyla balon turizmine, at, yürüyüş, gemi turizmine çok uygunken, bunu halen anlayamayanlar, buranın turizmini;  “Gözleme satışı!” sananlar, baştan beri aldanışın en soylu hallerini yaşamaktadırlar…

   Ganos-Işıklar Dağları ile neredeyse 16 yıl önce tanıştım. Yunus Usta sayesinde başlayan bu yolculuk, hiç ara vermeden devam etti. Fikir sanatı ve yazı dünyasının bileşenleriyle gittiğim, gördüğüm yerlere dikkat çekmeyi, en değerli bir anlatı, duyuru olarak kabul ettim…

   Haziran’ın ikinci haftası aradığım arkadaşlarım; Yunus Usta, Lokman Bey ve Bülent Yorulmaz, üç bölüme ayırdığımız Ganoslar yolculuğunu ( Şafak Yürüyüş, Gece Kampı, Gündüz Kampı) gündüz kampı fikrini kabul ettiler.

   Köylerimizi, kasabalarımızı ve şehirlerimizi, bu yerleşim alanlarının yakınında bulunan dağları, ormanları, vadileri ve tarihi alanları görme bilincim şu sözcük ile her daim kesişmiş vaziyettedir; “ Kültür”

   Kültür denen şey sadece geçmişe ait bir oluşum-varlık değil; tüm zamanlara ait, canlıyı özel kılan, onun özgün yapısına ait çok değerli bir enerji, yaşama ve yaşatma biçimidir… Hal böyle olunca, yalnız yaptığım geziler, yürüyüşler hariç, arkadaşlarımla çıkacağım her türlü kamp, yürüyüş, yolculuk, daima “Gönüllülük” esasları içinde başlar ve biter…

   Neden gönüllük? Derseniz söyleyeyim atalarımızın söylediği bir sözü; “ Zorla koyunlara giden köpek, kurt getirir.” Böyledir, gönülsüz olan yolculuğa çıkarılması. Gereksiz, tehlikeli ve yok edicidir…

  Sırf bu yüzden, Dağlara olan yolculuğumuz 16 yıl önce başladığı vakit Yunus Usta ile şu sözlü kararı aldık; “ Çekirdek kadromuzu her daim küçük tutup koruyalım.” Kısacası, hiç kimse bile gelmediği vakitler, Yunus Usta ve ben, Şafak yürüyüşlerinden tutun da gece kamplarına kadar bir sürü yolculuk yaptık…

  Yolculuklar değerlidir. Buda, yolculuğa çıkmadan önce neleri feda ettiğini bir bilsek, bazılarımız ona öfke duyacaktır. Buda, kendi aydınlanmasının, yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgiyi kavrama iradesinin yolculuklardan geçeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, dünyevi olanın ötesine, bugün 500 milyon insanın inandığı Budizm yolculuğuna yürüdü…

  Sokrates’in yolculuğu başkadır; söz sanatına, gençlere bağımlı ve iç içe geçmiş eşsiz bir felsefedir. O’nun felsefesini bugüne taşıyan, öğrencisi olan Platon tutunduğu şey ise yine yazı sanatından başka bir şey değildir…

   Ganos-Işıklar Dağlarına yaz gelmiş. Genelde yaz kamplarını tercih etmesek de, covid–19 yüzünden aksayan gece kapları, şafak yürüyüşleri nedeniyle beş-altı saati geçmeyen gündüz kampına razı olduk; gönüllü bir şekilde…

   Kumbağ ili Yeniköy arası, beş-altı yıl önce gece kampı yaptığımız yere geldikten sonra, yolun sağ tarafında bulunan orman-tarla yoluna saptık. Sadece manzara izleme, küçük yürüyüş ve yemek üzerine kurulacak kamp ateşi ve meşe ağacı gölgesi; denize, adalara ve Şarköy açıklarına uzanan derin bir manzara ile çevrelenmiş yerdeydik…

   Çiçekler, bitkiler yakın zamanda düşen yağmurların ve güneşin yardımıyla, yaşama renk, kokuların şöleni sunmaktaydılar. Katırtırnakları, ardıçlar, kantaronlar, kekikler ve karşı dağlarda kendi yeşilliği, topluluğu içinde çok özel görünen ıhlamur ağaçları…

   Ganoslar-Işıklar Dağlarına veya Istranca-Yıldız Dağları olsun; ateşin, sofranın, sohbetin veya yürüyüşlerdeki manzaranın karşısında hissettiklerim şunlardır;

   “ Yaşam denen kutsiyet, sadece bir yudum kadar zaman dilimi içinde geçen bir ömür, bizden öncekilerin yaptığı gibi, var ile yok arasında gidip gelmelerden başka bir şey değil… Bilincimiz, irademiz, içgüdülerin baskısı altında çırpınırken, durdurulamayan zamanın en büyük eksiği; yepyeni anılar yapamamak…

    En basit hareket ve gezi; yeni doğacak bir anı, akış, değişim, dönüşümdür… Hele bir de yakınınızda arkadaşlarınız, yaşadıklarınızı anlatacağınız bir gazeteniz, gazete köşeniz varsa; değmen benim gamlı keyfime…”

  Laf aramızda dostlarım; Ganos Dağları’na yaz gelmiş… Ardıçların, meşelerin, ıhlamurların, fıstık çamlarının, göknarların kekiklerin, adaçaylarının, her saat farklı görünen dağ tepelerin, vadilerin olduğu diyara yaz, yeniden gelmiş…

Güven SERİN  

 



4 Haziran 2021 Cuma

BURASI TEVFİK ESENÇ'İN MEZARI

 

İnternet

                                BURASI, TEVFİK ESENÇ’İN MEZARIDIR!


 (  Son Sesler; Anadilimle Anlatmak İstiyorum; Unutmayı ve Unutulmayı  )

  Şehrimizin komşu şehri, denizin tam da karşısında Güney Marmara Bandırma’nın Hacı Osman köyü mezarlığında Ubıhça konuşan son Ubıh: Tevfik ESENÇ yatıyor.

   UNESCO’nun belirlemelerine göre, dünyada birçok DİL için tehlike çanları çalıyor. Ölüm meleği, belki de evrimden aldığı cesaret ve emirle ölmekte olan dilleri sırasıyla ölüme davet ediyor.

  Yeryüzünde konuşulan 6912 dilden 2511’i can çekişmekte…1992 yılında ise Bandırma Hacı Osman Köyü’nde yaşayan son Ubıhça konuşan Tevfik Esenç’in ölümüyle Ubıhça konuşan son kişide ölmüş oldu. Bir dil daha tarihin sayfalarında yerini aldı…

  Atatürk’ün çağrısıyla 1925 yılında ülkemize gelen,Avrupa’nın en önemli tarihçilerinden birisi kabul edilen Georges Dumezil,ülkemize kattıklarının yanında,bir tesadüf eseri konuşulan Ubuhça’dan haberdar olup,bu dili konuşan son kişi Tevfik Esenç’i ,Bandırma’nın Hacı Osman Köyü’nde bulup onunla birlikte yaptıkları kurtarma çalışmaları,Ubıhça’nın sözlüğünün oluşturulması,bir parça teselli sayılıyor…

  Georges Dumezil,1954–1972 yılları arasında her yıl ülkemize gelerek, Ubıh dilini konuşan son kişi Tevfik Esenç ile kafa kafaya verip bu dilin; alfabesinden, gramerine, sözlü kültürüne, varlığını sürdüren masal ve efsanelerine, toplanabilecek malzemelerin neredeyse tamamına ulaşmışlar ve kayıt altına alıp arşivlemişler.

  Tevfik Esenç sıklıkla Paris’e getirilmiş ve orada Çerkes dil uzmanıyla son, canalıcı düzenlemeler yapılmıştır. Ubıh dili 83 sessiz,2 sesli harften oluşmakta, dünyanın en zengin dillerinden birisi kabul edilmektedir.

  Tevfik Esenç 1992 yılına gelmeden, ölümünden sekiz yıl önce mezar taşını yaptırmış ve şu sözleri yazdırmıştır;

  “ Burası Tevfik Esenç’in mezarıdır. Kendisi, Ubıhça adı verilen dili konuşanların sonuncusuydu…”

    Bu sözcükleri sadece vedasal bir söylem kabul etmek bana yetersiz geliyor. Şölensi bir ağıt gizli burada; yüzyıllar, belki binlerce yılda doğan bir dilin, yüz binlerce insanın ortak kültürünü ve onların atalarının ruhlarının da teselli olacağı, sessiz ve gözyaşları içerisinde, selama duracakları bir an: Kutsal bir toplanma alanı…

  Niye üzülüyorum biliyor musunuz; içimizde barındırdığımız zenginlikleri, doğup ve ölümlerini, ülkemize ait dil bilimcilerinin, tarihçilerinin, sinema, belgesel yapımcılarının fark etmesi yerine Fransız bir tarihçinin anlayıp,bütün zenginliği,insanlık mirası olarak Paris’e getirmesine…

  Bunca kargaşa, korkunç ve basit hesaplar, hileli korku ve tuzaklar, bizleri, bu değerli, duyarlı ve zengin MİLLETİ, neredeyse duygusuz ve duyarsı hale getirmiş...

  Tevfik Esenç bir gün bir rüya görmüş. Yaşlılığın da verdiği, geçmişe, anılarına duyduğu özlemle gördüğü rüyanın derin tesiri altındaymış. O anda yakınında bulunan çocukları, torunları niçin hüzünlü olduğunu sorduklarında, görmüş olduğu rüyanın Ubıh dili, yani anadilinde olduğunu ama onu anlatacak hiç kimsesi bulunmadığını anlatmış. Çünkü ondan başka Ubıhça konuşan, anlayan bir tek kişi dahi yokmuş çevresinde…

  1992 yılında Tevfik Esenç öldüğünde sadece Kafkasya kökenli bir insan ölmedi. Bir milletin aynı zamanda anadili de öldü; ölen diller arasında, son sözünü söyledi; “ Burası, Tevfik Esenç’in mezarıdır…”

  Cehaletimin bir tarafına daha tanıklı ettim. Ubıhça’dan yeni haberdar oldum. Çok yeni. Enis Batur gibi bilgi canavarı, kültür avcısı bir insan olmasaydı, onun büyük eserine ulaşmamış olsaydım; - Ubıhça nedir? Kimdir? Yenilir mi içilir mi? Cehaletiyle karşı karşıya kalacaktım.

  Ubıhlar,1864 yılına kadar anayurtları Kafkasya’da yaşayan savaşçı bir dağ halkıydı. Yurtlarını terk edip Anadolu’ya geldiklerinde sayıları 30 Bin kişiydi…

Artık anadillerini konuşmuyorlar. Ubıhçayı konuşan son Ubıh’ın 1992 yılında Hacı Osman Köyü’nde öldüğünü biliyoruz artık.

  Müşfik Kenter’in sesiyle anlatılan yorumların bir bölümüyle bitirmek isterim çalışmamı;

“ 81 yaşında Tevfik Esenç, ürpertici bir yalnızlık. Ömrünün sonu anadilinin ÖLÜM tarihi olacak! Ubıhça’dan geriye ne kaldı, onları arıyorum. Ve bir dilin ölümü yalnız gitmediğini düşünüyorum. Ubıhlar ağaçları kutsal sayarlardı. Bir meşe tanrıları vardı…

  Çok ölüm gördüm. Uzun bir ömrüm oldu. Takatim kalmadı. Yüreğim fazla dayanmaz biliyorum. İçime atsam; olmuyor. Dilime vuruyor; ANADİLİMDE anlatmak istiyorum; unutmayı ve unutulmayı… Daralmayı, yalnızlığı, akla sığmaz kayıtsızlıkları, akıl sır almaz masalları, efsaneleri… Kime kalacak yıllardır tuttuğum bu Eski Türkçe notlar?” 

 Güven SERİN



1 Haziran 2021 Salı

TEKİRDAĞ'IN EN ÇALIŞKAN KADINI

 


Kamera; Güven 

Tekirdağ

                                         TEKİRDAĞ’IN EN ÇALIŞKAN KADINI

           ( Suskun Yüreği, Nasırlı Elleri ve Ardında Sürüklediği Yükleri )

   Bazen bir söz, bir küçük ödül dünyalara bedeldir. Yetir ki içten, en samimi bir dille söylensin; duyurulsun…

   Kim bilir kaç yıldır kâğıt toplayıcılık yapıyor; yüreğinde kocaman bir suskunluk, ayağında siyah terlikleri, pazen dokumalı koyu renk giysileri ve nasır tutmuş elleriyle, her daim topladığı kâğıtlardan oluşmuş bir tepe taşıyor ardında; bazen sürükleyerek, bazen tekerlekli arabasını çekerek…

  Yine gördüm onu bayramdan iki gün önce. Onun bayramı, kıyıdan köşeden topladığı kâğıt ve plastik atıklardır. Yine bir yığın ve her zaman çektiği tekerlekli aracı yoktu. Çok büyük bir naylon torba, içine bir kulübe sığacak büyüklükte; çektikçe ağırlaşıyordu, şehrin en suskun, en çalışkan kadınının ellerindeki derman…

  Onun yönü belli idi akşam vakti olunca. Muratlı Caddesi geçtiği son cadde oluyor. Her gün, diğer bir günün tekrarını yaşıyor, bıkmadan usanmadan. Oradan Zafer Mahallesine çıkan en keskin yokuşu, sürüklediği kâğıt, plastik ağırlığın dışarıdan görüntüsü ne kadar zorlandığını da gösteriyordu. Yaşı birçok insanın çoktan emeklilik, yaşlılık, dinlenme denen yaşta.

  Görünen o ki, onun her gün topladığı, taşıdığı-sürüklediği, ekmek parasını kazandığı yüklerden çok yüreğindeki yükleriydi. Belki de suskunluğu, her daim bir ağırlığı sürüklemesi ondandı…

  Biraz mitolojiye merakınız varsa, Tekirdağ’ın en çalışkan kadınının büyük bir sükûnet içerisinde gün ile başlayan onurlu ekmek mücadelesinin tanrılar tarafından bir ceza verildiğini sanırsınız.

  Zeus’un sırlarını açığa çıkardı diye Kral Sisifos’a ( Bilge ) verdiği ceza çok büyüktür. Sonsuza kadar yeraltı krallığında en yüksek dağa, her gün sırtında bir kaya taşıyacak ve o kaya tekrar aşağı yuvarlanacak…

   Kral Sisifos’un bitmeyen eziyeti-cezası böyle başlamıştır. Homeros tarafından “ Bilge insan” olarak ifade edilen Sisifos’un bugünkü hali, şehrimizin en çalışkan kadınının suskun yolculuğunda ortaya çıkmış gibi…

  Neredeyse hep aynı giyiniş, sağlam duruş ve onurlu bir suskunluk içerisinde, ardında taşıdığı büyük çoğunluk sürüklediği büyük yükü, her günün akşamı, en keskin tepeden yukarıya çıkarışı; bu şehrin anlı sanlı yöneticileri, çokbilmiş aydınları tarafından hiç mi fark edilmez?

  Kadınlar gününde bir ödül verilecekse bu emekçiye niçin verilmez? Fark edilmesi; emek, çalışmak, kendi kendine yetmek, onuruyla yaşamak denen kavramların; gençlerimize daha saygın bir şey olduğu öğretilecekse bu insan-bu çalışkan kadın niçin fark edilmez?

  Kuru, kupkuru törenlerle hiçbir zaman gençliğin taze heyecanları yeşertilemez. Değişim, nasıl yaşamın kendisi, kaçınılmaz olanıysa, insanlarımızın değişime katkı verdiği bu tür yüce çalışkanlıklar, yüce suskunluklar, bilge kral gibi neredeyse her gün o büyük ağırlık şehrin en tepesine çıkartılıyorsa, her gün aynı çalışma zorluğu hiçbir zaman şikâyet etmeden yaşatılıyorsa; bu kadının yaşarken onurlandırılması, hatta seçilecek en iyi hediyelerle ödüllendirilmesi; şehrimize ayrıcalık katacağı gibi; gençlerimize çalışan insanın değeri, kıymeti, sadece tüketimin var oluşu değil, asıl olan çalışan insanın kıymeti de ortaya çıkmaz mı?

  Z Kuşağı’nın en sevdiğim yanlarındandır; çok tüketiyor görünen bu gençler o kadar ciddi algı ve anlayış içerisinde ki yeter ki samimiyetle onlara verilmek isten şey iyi anlatılsın. Onların vicdanları, onların algıları tertemiz ve SAMİMİYETE aç…

  Tekirdağ’ın en çalışkan kadını ilerliyordu en geniş caddemizin yukarısına doğru. Ardında büyük bir yük; Zeus’un verdiği ceza gibi… Yükü, gün boyu topladığı kâğıt ve plastik atıklarla dopdolu… Günün yorgunluğuyla birlikte bedenine binen yaşlılığın yükü de sürüklediği yüke tutunmuş. Kimi zorlanıyor. Kimi duraksayıp, ardından sürüklediği yükün üzerine oturup, terleri korumadan tekrar kazandığı enerjiyi birkaç atıp için harcıyor.

  O anı, neredeyse her gün tanıklık ettiğim zamanı fotoğraflamak ve videoya almak istedim. Bir parça utanç, bir parça mahcubiyet ve her gün taşıdığı yükü yardım edememiş olmanın acısı içinde…

  Birkaç fotoğraf çekerken, caddenin yukarısından gelen bir kamyonet tam da yanımda durdu. Şoför koltuğunda oturan kırk beş yaşlarındaki kişi;

  “ Ağabey, kadını niçin çekiyorsun?” Sorusu karşısında verdiğim cevap;

“ Tekirdağ’ın en büyük emekçisini yazıya dökeceğim. Ondan…”

  Bana niçin fotoğraf çektiğimi soran, neredeyse kızma, kavga içine girecek olan şoför, bu cevap karşısında en az o emekçi, o pazen basmadan giysileriyle suskun yüreği çalışkan kadının duruşu içinde gülümseyerek;

  “ Anladım ağabey” diyerek, sanırsınız ki onun da büyük emeği, büyük suskunluğu ve ardında taşıdığı o büyük yük de hafifleyecek…

Güven SERİN