BÜYÜKADALI
İKİ KOMŞU KADIN
Her ikisi de doğma büyüme İstanbullu; birisi Türk, diğeri Rum iki komşu kadın, biraz ötemdeki masada, öğle güneşinin tadına varmaktan çok öteler; uzun ömürlerinin, yaşadıkları deneyimlerin ve çocukluktaki gibi bir arada olmanın farkına varmış, mutluluğu süzerek, damlatarak içiyorlardı.
Yazgısı yazmak olanlar için bir servet değerinde, bilinmezliklerle, gizemlerle, serüvenlerle dolu bir geçmişin iki duruşu-insanı; doğal bir akış-tanış içerisinde olmaya, komşunun sapsarı ayvalarına, kıpkırmızı eriklerine özenen bir çocuk gibi dinliyordum sözcüklerin kıt olanlarından söz eden iki kadını.
Aysel’di Türk kadınının ismi. Sonradan öğrendim yaşının 75 olduğunu. İstanbul’daki geçmişleri üç yüzyıl öteye uzanıyor. Maria idi, 80 yaşında olan Rum kadının ismi. Her ikisi de zenginliği, babalarından, analarından kalan serveti bir lütuf gibi görmeyip, neredeyse yarım yüz yıl çalışmışlar; var olanın kıymetini bilip, hazıra dağ dayanmayacağının da tecrübeleri içinde.
Onları rahatsız edeceğim diye neredeyse soluk almıyordum. Kolay beri rahatsız olacak da değillerdi. Bu sohbetleri her gün yaptıkları, derinlikler ile sığlar arasında gezinen sözcüklerinden belliydi. Sözünü ettikleri konular insanlığı yakından ilgilendiren şeylerdi; sinemadan, tiyatrodan, operadan, resimden, siyasetten, spordan konuşuyorlardı. Öylesine, laf ola beri gel, cinsinden de değil; bilgi, görgü içerisinde öyle bir yoğuruyorlardı ki, onlarla konuşan birinin kendi cehaleti içerisinde kaybolup gitmesi çok normaldi…
Yaşlarını göstermeyen iki yaşlı insan… Onlara yaşlı demek bile uygun olmasa da, konunun daha iyi anlaşılması için kullanıyorum bu sözleri. Çok şey görmüşler, okumuşlar ve dinlemişler. Bütün bu öğretilerin yanında, yaşamı, yaşayarak bir güzel yoğurmuşlardı.
Neredeyse dünyanın yarısını gezmişler, birçok ülkenin insan yapılarını, davranış biçimlerini, sadece görünen yüzünü değil, görünmeyen yüzleri içerisinde sosyologlar gibi gezinmişler, inceleme yapmışlar.
Gözü tok oluşları, rahat ve huzurlu halleri; insan denen canlının, topluluklar halinde ortaya koyduğu bütün zaaflardan haberdar olmalarından ötürüydü. Bunca yılın ardından korkularından çok yaşama sapa sağlam sarılmaları, her esintinin tadını çıkarmaları, zaman denen şeyin hiçbir ömre acımayacağını, yaşam denen şeyin bir YUDUM olduğunun farkına varmalarıydı…
Kullandıkları Türkçe dili,tertemiz,neredeyse kusursuzdu.Kendilerini ifade etmek için hiçbir yan yola,tekrara düşmedikleri gibi sözcükleri ezmiyor,canından bezdirmiyorlardı.Net,anlaşılır ve güvenilir iki kadim dost,arkadaş…
İmrenmemek elde miydi bu arkadaşlığa! Bütün yaşamım, böyle ilişkileri anlama çabalarıyla geçmemiş miydi?
Aylardan sonbahar ayı olsa bile yaz, olduğu gibi hükmünü sürdürüyordu. Belki de otuz derece civarı bir sıcaklık ve Heybeliada tarafından hafif, çok hafif bir esinti yayılıyordu bulunduğumuz kır lokantasının kır kokan bahçesine.
Maria, mavi renkli rahat ve ince bluzunun üzerine düşen uzun kumral saçlarını geriye itti. Aysel’e;
“ Aysel, etrafımızdaki insanlar ne kadar çok mutsuzlar değil mi? Eğleniyor görünen, lüks içinde yaşayan insanlar daha da mutsuz! Yaşamın değerli sırları bir yana, kırgınlıkları, şanssızlıkları diğer yana koyup, diğer tarafta insanların huzur bulacağı ne kadar çok şey var.”
Aysel, çocukluktan beri tanıdığı arkadaşının ne dediğini çok iyi anlamış ki, huzurlu bir tebessüm ve sıranın ona gelmesini bekleyen bir sanatçı rahatlığı içinde konuşmaya başladı;
“ Örneğin sinema sanatı arkadaşım. Ingmar Bergman’ın Yedinci Mühür filmi, yaşamda biraz daha kalabilmek için Azrail ile satranç oynayıp, onu oyalayan, kandıran şövalye karakterinin anlattığı ip üzerine duran yaşam, herkesin bildiği ölüm gerçeği yanı başımızda duruyorken; neden bunca kargaşa?
Oysa sanatın kendisi büsbütün anlam arayışının bir ürünü değil midir?”
Maria, arkadaşının ifadeleri karşısında şu sözleri söyledi;
“ Fazlasıyla arayıştır insanın sanatçı eliyle yarattığı sanat ürünleri. Bu yüzden; sinema, edebiyat, tiyatro, opera, şiir, resim ve bunları anlayacak sağduyunun olgunlaşması adına felsefe…
Sonbahar filmini kaç kez konuştuk, irdeledik; Özcan Alper’in filmi, çekildiği yerlerdeki doğallık, kaderine razı olmuş insan yapıları; Hopa, Hemşin yöreleri ve bu yöreye gelmiş olan sanatçıların bulmaya çalıştıkları bir şey var; sanatın diliyle insanı anlatmak; sadece bir yudum yaşama sahip olan insanın en özgün halini; ölümü beklerken dahi…
Aysel, yeniden doğmuş bir insan kılığına bürünmüş bir çocuk gibi derin derin çekti adanın soluğunu akciğerlerinin en derin köşesine. Arkadaşı Maria ile yaptıkları bu sohbetin basitliği, besleyici ve onarıcı tarafına iyice yaslanarak konuşmasına devam etti;
“ Theo Angelopulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün filmi, sanatın mucizevî tarafını gösteren bir başka eser. Sadece bir güne ne çok şeyler sığıyor… Oysa insan denen canlının ortalama 25–30 Bin gün ve gecesi var! Geriye baktığında büyük çoğunluğun büyük bir hiçlik içerisinde yarattıkları büyük kargaşa, tarihe hiçbir iz bırakmadan silinip gidiyor ve gidecek…”
Bu konuşmalara uzun uzun kulak misafiri oldum. Yaşamın kıyıcığında bir adada, kendi sırlarını ortaya koyan, biri 75,diğeri 80 yaşında iki komşu kadın; yaşamın, yüksek becerisinin, marifetinin çok pahalı bir şey olmadığının altını çiziyorlar; kendi ektikleri bahçeden, yaşam mineralleri, vitaminleri yiyip içerek, kimselerin rızkına dokunmadan, eğlenceli bir yaşam serüvenine yeni başlamışlar gibi…
Güven SERİN