İçtenliğine, irdeleme sanatına,öğretilerine; teşekkürü borç biliyorum
AHMET CEMAL’E TEŞEKKÜR EDİYORUM
Ahmet Cemal Odak
Noktası isimli köşesinden, Bir Ödülün Düşündürdükleri başlıklı makalesiyle,
adeta insanlık dersi vermiş. Sözcüklerin insan denen canlının ruhuna tesir eden
büyük yükü, o muhteşem yalnızlığı bir parça anlayınca ürpermeden edemedim.
William Blake’nin
söylemi beynimin duvarlarına çarpa çarpa oyun oynuyor benle;
“ İçinde ağlayıp dolaştığımız kozmolojik boşluk…”
Ahmet Cemal, hiçbir
bocalamaya, laf cambazlığına girmeden bir ömrün küçük yolculuğunu, bir karikatürist
titizliği, zekâsıyla anlatıyor. Bu anlatım, onun yetmişli yaşların ilerleme
sürecinde oluşunu, bedenine binen ağrı ve sızıların fazlalığı, sürekli çeviri,
öğreti, öğrenme, düşünce ile geçen hayatın yorgunluğu, en önemlisi de, anne ve
babadan sevgisizliğini, bir başka sevgilide tamamlayamamış, bütünlenmemiş
oluşunun da muhteşem gösterisidir aynı zamanda.
İnsan denen canlı,
hangi konumda, hangi bilgi ve görgü içinde olursa olsun, yetmezlik içinde
kıvrana bilir. Bu anlayış, gençlik zamanlarında, oradan oraya savrulurken,
büyük alkışlar, övgüler alınırken pek anlaşılmaya bilinir. Dinç bir bedenin,
genişleyen evreni gibi heyecan içinde yeniliklere doymayan ruhumuzun dürtüleri,
bir gün yorgun bedene kulak verip, kalp atışları, duygu ve algıları büyük
uykuya, büyük yalnızlığa davet eder.
Ahmet Cemal bu
çalışmayı, bu hissedişi yapmasından çok önceleri bir başka ödül töreninde,
Alman Kültür Bakanlığı ile birlikte düzenlenen Tarabya Büyük Çeviri Ödülü’nü
aldığında röportaj için evine gelen Alman gazeteci ona şu soruyu soruyor;
“ Çevirmenlik, biraz
da insanı zorunlu olarak yalnızlığa sürükleyen bir uğraş değil mi?”
İçi içine sığmayan, kendi eserini kendi bedeninden yontan
Ahmet Cemal, bütün odayı, rafları kaplayan dünya edebiyatı temsilcilerini göstererek
şu cevabı verir;
“ Eğer onlarla aynı
evi paylaşmak yalnızlık ise, bir daha dünyaya gelsem, yine bu hayatı seçerim.”
Der.
Sonra, bugüne gelir;
beden ve ruh birikimlerinin ağırlığı altında, yalın bir sorgulayışı edebi
dünyaya armağan eden, başyapıt bırakan dahiler gibi;
“ Öyle mi gerçekten? Yani, seçerim miydim?” Bu soruları
özgün bir anlayış içinde sorduktan sonra aldığı bütün ödülleri, ödüllerden
sonraki daha da artan yalnızlığı anlatıyor. Aslında bu yalnızlığı, değerli
okurları için; insan yaşamının ne kadar pahalı ve eşsiz olduğunu bir kez daha
haykırmak için yapıyor.
Altmıştan fazla
çeviri kitap, on altı deneme kitabı, bir roman, bir öykü, bir de şiir kitabı.
Bunların yorgunluğu… Bu ifade onun, büyük eserlere imza atarken duyduğu haz,
muhteşem şey kadar gerçek ve onun…
Ahmet Cemal her
fırsatta öğretilere duyduğu saygı kadar, anne ve babadan alınacak sevginin de
yetmezliğini gün yüzüne çıkartıyor. Ayrılan anne babasının, onu layık
görmedikleri sevginin, insanın yüceliği, payeleri, unvanları arsa bile,
sevgiden yoksun kalıp, en pahalı mekânlarda bile yalnızlığın, sevgisizliğin rüzgârları
tarafından üşüyebileceğini, toplumuna, okuruna bir borç gibi ödüyor Ahmet
Cemal.
Yaşamı boyunca yalnız
olduğu için kendini şerbetli sanan, ama bunda yanıldığını hiçbir şekilde
korkmadan ortaya koyan bir filozof gibi son cümleleriyle esas can alıcı tokadı
indiriyor kendi eserine;
“ Gerçi yalnızlığa
karşı çok küçük yaştan şerbetli olduğum söylenebilirdi. Şimdi anlıyorum ki
yeterince şerbetli değilmişim. Şu anda bütün dileğim bugünün bir an önce
bitmesi. Bütün kalabalıklar, konuşmalar… Bir an önce evime dönüp kapıyı
arkamdan çekebileyim, kapının ve telefonun zillerini kapatabileyim ve masamın
başına geçeyim-masamın, yani TEK ÜLKEMİN!”
Bir erkeği veya bir
kadını bütünleyen, yaşam, direnç, evren kılan şeyin yalnızlığı değil bütünlüğü
ortaya çıkartan en güzel eserin birliktelik olduğunu haykırmak isterim.
Goethe, seksenli
yaşlarında bile sevgilisinin elini tutarken yalnız değildi. Son nefesten önce
bile “perdeleri açın, biraz daha ışık” derken, yaşam doluydu. Nietzsche, fikir
zenginiydi, düşünce taşkınıydı; ama korkunç bir yalnızlık eseriydi.
Sait Faik, belki de o
edebi, o insan yalnızlığını bir parça teselli için seslenmişti;
“ Yazı yazmak için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki
aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım. Küçücük hürriyet değil,
alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyorum.”
Belki de Çetin Altan,
yaşlı bedeninin hafif halini, yalnız olmadığı için, ıskalayan bedenlere
kahvesini höpürdete höpürdete seslenmekten edemiyordur kendini; kim bilir…
Güven Serin
2 yorum:
Kalabalıklar içinde "yalnız" olmak, o kalabalıklardan çıkıp bir an önce "Tek ülkem" diye adlandırdığı evine gitmeyi özlemek...
Çeviri zihni yoran bir uğraş. Cümlelerin anlamını yitirmeden sözcüklerle uğraşmak. Parçanın aslına sadık kalmak ama özenle, o ülkeye özgü deyişleri gözardı etmemek.
Anne babadan kalan sevgi eksikliğini, onca değerli eser büyük ölçüde gidermiştir diye düşünüyorum.
Ahmet Cemal Bey'i kutluyorum.
Günaydın Makbule Hanım. Değerli yorumunuz için teşekkür ediyorum.
Yorum Gönder