Kamera, Güven İpsala Ovası
Kamera; Güven İpsala
Saz bülbülleri, kurbağalar bestesi kimin tarafından
üretildi ama hep söylenen marşları söylüyorlar;
gecenin, var oluşun, yaşam döngüsü adına,
üremenin...
Kamera; Güven İpsala Ovası
Yılmaz,Mehmet,Cem;
anılar toprak altına gömülmüş değilse,zamanın
şimdiki heyecanıyla yarınlara inşa edilecek
güzel şeylerin seslerini çıkartır ortaya.
GÜNEŞ BATIYOR BALKANLAR ÜZERİNDE
Bilinen sözler
geliyor aklıma; “ Doğduğun yerde değil, doydun yerde!” diye… Elbet, serpilip
şekillendiğimiz, yaşam enerjimizi yücelttiğimiz yere derin saygılar duyar
insan. Çünkü kökler, sarmaşık dalı gibi sarılır; yürüdüğünüz sokaklara,
caddelere sahile…
Mevsimler elinizde
doğar, yaşadığınız şehrinizin tüten evinizde. Hüzünler ve sevinçler yaşadığınız
yerin kaldırımlarında, kıyıya vuran dalgaları gibi vurup durur beden
duvarlarınıza.
Doyduğum, beslendiğim
yerden batıya doğru bir yolculuk yaptım. Balkanların gölgelerinin, balkanlardan
doğan Meriç’in kıvrıla kıvrıla aktığı yere ulaştım. Beden ihtiyarlar, göz
görmez olur, kulak küstahlıkları reddeder. Ama ses, damağın tatları gibi aynı
yerinde kalır. Ziyaret ettiğim Kamile Teyzem; doksan yaşı aşmış karaçam,
karaağaç; tükenmişliğe inat, kırk yıl öncesinin sesiyle, taze bir kadın
seslenişiyle karşıladı.
Yaşlılar çocuktur
aynı zamanda. Hoşluk isterler, büzülmüş derilerinde kalan son nefesleriyle.
Hoşluk iyidir; verene de alana da… Gözlerinden, yanaklarından öpülmek ister
kamburu çıkmış, sesleri bir genç kız gibi sağlam duran ihtiyarlar. Ve ben de
öyle yaptım; elini tuttum; buruşuk, kuru, kemikleri ortaya çıkmış o güzel eli…
Yüzünü öptüm; o kara kahverengi yüzü…
Gelişime en çok
yeğenim Ata sevindi. Babasız geçen yılları, belki bir parça “amca” açlığıyla
selamlamak isteyen o mahcup çocuk. Şehirli olmaktan öte çiftçi olmanın peşinde,
toprağı sürüp, ekmenin, onu mıncık mıncık yuvarlayıp ellerini, çocuk bedenini
toprakla yıkamanın düşleriyle selamladı beni.
Cem koca adam
olmuşluğun kırılgan bakışlarıyla askerlik hazırlığı içinde. Büyük hoparlörün
gölgesinde kendi yatağını hiç çekinmeden büyük bir konukseverlikle bana veren; II.Bayazıt’ın
kovaladığı, dışarıda tutmak istediği Cem Sultan kadar nazik ve zarif Cem…
Çocukları çocuk yapan
oyunlardır. Oyunları da eğlenceli kılan şey; iyi bir rakibiniz olmasıdır. Amcaoğlu
Yılmaz da öyle bir kişi. İyi bir rakip… Bizim Köyün dut ağacına gitseniz,
özünde bulunan kayıtları ortaya dökseniz; Yılmaz ile benim çığlıklarımı duyar,
ter kokularımızı koklarsınız. Sığırcık kuşlarının bol gürültüleri bile
bastıramazdı sesimizi. Kimi futbol, kimi voleybol, kimi basket, kimi zıp zıp…
Mahalle kızları,
büyük eğlencenin, Roma savaşçılarını izleyen seyircileri gibi destek verirdi
çiğnediğimiz bahçenin toprağının beton gibi zemini üzerinde duran antik Yunan
savaşçılarına benzeyen hallerimize…
Zagor, Kızıl Maske
yakın dostumuz Çiko uzaklarda olsa da, Kemal ve Osman Çiko’nun hatta dünyanın
en iyi seyisi Sancho Panza kadar itaatkâr, marifetli ve sadakat duygularıyla
takip ederlerdi bizleri.
Amcaoğlu Yılmaz
toprağı hep sevdi. Uğraşı, büyük İpsala Ovası’nda ilahi bir dans eder gibi arı
telaşıyla zamanında bal yapmayı bildi. Ve şimdi, onun davetiyle su kanallarıyla
insan bedenini andıran çeltik tarlaları arasında küçük kulübede, kulübenin
dışında kanalların içinden geçen sular ile iştahlı ve doymaz yeşilliklerle
beslenen otların üzerinde seyrediyorum batan güneşi.
Tıpkı çocukluğumda
seyrettiğim gibi; güneş batıyordu bildik halk dilinde. Hâlbuki batan güneş
değil, uzay aracımız dönüyordu etrafında kendinin. Ve döngünün yaşam
geçişlerini; ilahi bir zorunluluk içinde sunuyordu; taklit ediyorduk; ölüm ile
yaşamı… Uyuyup, uyanarak…
Çeltik tarlasını
insan bedenini saran damarlar gibi sarmış kanalların su kenarlarında göğe
yükselen sazların içinde; saz bülbülleri ve kurbağalar; dünyanın en muhteşem
korolarıyla boy ölçüşmeye, yarışmaya aday, müzisyenler topluluğu gibi, milyar
yıl önce yapılmış bestelerin şarkılarını seslendiriyorlardı.
Ve ben dostlarım,
kandaşlarım yanımda, şımarık isimi köpeğin küçük sınamaları ve gözetimiyle
balkanlar üzerinden geceye çekilen güneşe; o büyük kızıllığa baktım… Bu
bakışımın derin izleri, kulübeye çöken karanlığı aydınlatan ampulün altında,
Mehmet Amcanın temizlediği masanın etrafına dizilmiş, İsmail Amca ile
kaldığımız yerden, dünmüş gibi sohbetlerimiz; kimi müzik, kimi tarih ve bazen
de romantizm renkleriyle; kurbağa, bülbül seslerine, geceye karışan güneş gibi;
Döngüye saygı duyan
insanlar olarak, birbirimizi unutmamış olmanın, anıları mezarlığa gömmek
yerine, patikaya döşenmiş granit taşları gibi döşeyen ustalar olarak ayrıldık
birbirimizden.
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder