Kamera; Güven
Kamera; Güven Enez Antik Kenti
Kamera; Güven Bergama
GİDENLERİN TÜRKÜSÜ
Bu diyarda doğmuş,
bu diyarın masalları, hikayeleri ile büyüyüp destanlarıyla serpilmiş her insan hüzünlü yaşar, gidenlerin ardından. Ve ben bu şarkıyı duyunca;
“Camların arkasında
gece ve kar/Beyaz karanlıkta parlayan raylar/Umutsuz ve çaresiz sallanan
eller/Kavuşulmamayı anlatıyorlar.” Ağlamalı oluyorum.
Esenler otogarı
askere uğurlama törenleriyle şenleniyordu. Davulun ve zurnanın sesi eğlenceyi
çağrıştırsa da, aslında veda törenleri yapılıyordu. Küçük guruplar halinde dört
beş grup, yaklaşık 15–20 kişiden oluşuyordu. Davullar ve zurnalar çalıyordu
gidecek olanların ardından.
Askere gidecek olan
gençler garip ve acı gülümsemeler içinde dik duruyorlardı anne, baba ve
akrabalarının yanında. Biliyorlardı ki birazdan bu müzik, bu seslenişler, dik
duruşlar, el sallamalar bitecek. Bir başlangıca uzanacaklar yirmi yaşlarındaki
çocuklar. Hayatı daha iyi tanımanın, vatan ve ulus geleceğine inanmış olmanın
yüksek gururu ve büyük insanlık erdemiyle bulmaya çalışacaklardı onlardan istenen
hazinelerin anahtarını.
Kimi yakını olan
asker adayını havaya kaldırıyor, kimi sarılıyor, kimi genç erkek de sonlu bir
ülkenin, erken sonları için helallik alıyordu. Hava soğuktu soğuk olmasına, gün
çoktan geçmişti geceye. Kasım ay’ı bir günü daha geceye devretmenin kupkuru
soğuğu ile İstanbul tarihine notlar düşüyordu.
Davullar ve zurnalar
genç insanların;
“Şehitler ölmez, vatan bölünmez. Vatan sağ olsun, bizim sana
canımız feda olsun.” Sesleriyle ses oluyor, soğuğu unutmuş bedenler, soğuktan
çok sevdiklerinden ayrılmanın gizli büzülmeler ini, titremelerini yapıyorlar.
Attila İlhan Sisler
Bulvarından Esenlere uzanan sesiyle şiir okuyor:
Elinin arkasında güneş duruyordu
Aylardan kasımdı üşüyorduk
Ağacın biri bulvarda ölüyordu
Şehrin camları kaygısız gülüyordu
Her köşe başında öpüşüyorduk
Sisler bulvarına akşam çökmüştü
Omuzlarımıza çoktan çökmüştü
Kesik birer kol gibi yalnızdık
Dağlarda ateşler yanmıyordu
Deniz fenerleri sönmüştü
Birbirimizin gözlerini arıyorduk
Şair bütün seslere,
bütün gidenlere böyle sesleniyordu. Davulcular ve zurna çalanlar da o gecenin
de ekmek parasının çıkması, gidenlere minnet ile direniyorlardı gecenin
ilerleyen saatlerine.
Anneler daha
güçsüzdüler gidenlerin ardında. Babalar gibi güç gösterisine sığınıp ağlamayı
utanmazlık saymıyorlardı. Bir anne soluk almakta, ayakta durmakta zorlanıyordu.
İki koluna iki erkek girmişti teselli ve diklik ve güçlü olma adına. Ama o,
yirmi yılın seçilmişliği ile doyamamanın açlığı ve merhameti içinde gecenin
ışıklı terminalinde yaşam savaşı veriyor.
Her asker gurubunun
yakınına kadar sokuldum. Belki de beni dışarıdan seyredenler o gurubun buruk
kalpli insanı sanmıştır. Belki Homeros kadar kulaklarımı, Beethoven kadar
gözlerimi açıyordum gecenin soğuk dostluğuna yaslanıp, gidenlerin türküsünü
dinlerken…
Ağlamalı oluyordum
ağladığımı sisler ardına gizleyerek. Gözlerim beynime, beynim ruhuma yılların
birikimi adına haykırıyordu; vatan, ulus, sevgi, insanlık kavgasını veren
insanların garip, perişan, buruk ve çocuk gülüşlerine.
Bir insanın en paha
biçilmez eseri canı ve canını, vatan ve ulus için nasıl da önemsiz bir nesne
gibi sisler içinde, davul ve zurnalar eşliğinde olgunluğu yaşamadan, tatmadan
gözler bile kırpmadan son buluyor…
En son gurubun en
dikkat çekici sahnesi bir genç kız ile askere uğurladığı sevgilisi arasında
yaşanıyordu. Otobüsün dokuz numaralı yolcusu askere gidiyordu. Yani gurbet
ellere; vatan dediğimiz gurbete, yalnızlığa, sisler ve dağlar ardına. Mini minnacık
olan sarı saçlı kız bırakmayacak duygular içinde sarılmıştı ona. Genç erkek
kızın her sarılışında daha da olgunlaşıyor, tabiatın yüklediği yüksek erkeklik
duruşu hatırına daha da yüceliyordu dokuz numaralı koltuğunda.
Şair hiçbir
küskünlük taşımadan ihanet edenlere, palavrayı kültürleştirmek isteyenlere yine ses
veriyordu;
Sisler bulvarında seni kaybettim
Sokak lambaları öksürüyordu
Yukarıda bulutlar yürüyordu
Terk edilmiş bur çocuk gibiydin
Dokunsanız ağlayacaktım
Yenikapı’da bir tren vardı
Esenleri otogarının
sisleri, çığlıkları, hüzünleri ve umutları içinde günün içindeki hazinelerime Tekirdağ'a dönmenin erdemiyle dokunuşların iç ağlamasıyla gülen bir insan
taklidi yapıyordum.
GÜVEN SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder