Kamera; Güven -Kıyıköy-Kırklareli
Tabiat, tüm döküntülerden yeniden
doğan ve yaşam üreten tabiat...
AĞIR AĞIR DÖKÜLÜYORUM
Ölmek ne kadar kolay, eğer beklediğimiz ölüm o an geldiyse. Ölüm beklenir mi demeyin sakın! Acılara gark olduysanız, ruhunuz bedeninize acımaya başladıysa ve beden denen canlı organizma yaşam coşkusu taşamıyorsa; ölümü hatırlayınca minnet duyarsınız.
Ölümün yaşam kadar gerçek ve kaçınılmaz olduğunu her akıl taşıyan canlı bilir. Bilir ama hiç ölmeyecek gibide dünyaya meydan okur elinden geldiğince. Böyle insanları görünce hiç üzülmeyin sakın; evrenin içinde çok küçük bir yer eden, yaşam dolu dünyanın içinde milyonlarca insan geldi ve geçti; ne, estirdikleri fırtınalardan, ne de çaktırdıkları şimşeklerden bir şey kaldı geriye.
Ölüm gelince aklıma ilk önce Abidin Dino gelir. Hayatı kendi ruhunun mütevazı doymuşluğu ile yaşayan insan gelir. Şüphesiz oda her canlı gibi, koşmuş, sevmiş, üzülmüş, yemiş ve içmiş. Her canlının başına gelen onunda başına gelmiş; yaşlanmak! Yaşlılığın son anları hastalık, ağrılar ve acılar içinde geçmiş.
Bilenler bilir; eli kalem tutan, yüreğindeki duygu tarlaları ölmeyen insanlar; sevdalarda da, acılarda da ölüme nispet yaparcasına bir şeyler yazar ve söylerler. İşte, o acıların en görkemli olduğu zamanlarda artık dayanacak bir hal kalmayan Abidin Dino, ölümlü bedenine inat, ölümsüzlüğe koşacak bir söz söyler ölüm adına;
“ Ölüm mü; ne büyük buluş…”
Ölümü, en az Dino kadar saygı ve minnet ile anlamlandıran ve son anlarda bile mizah yeteneğini dizelere aktaran insanlardan biriside Cemal Süreyya’dır. Cemal Süreyya o ünlü şiirini; Üstü Kaslını ölüme az bir zaman kala kaleme almış ve o da ölüme, böyle karşılık vermiş;
Ölüyorum tanrım
Buda oldu işte
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir.
Üstü kalsın.
Şairler, yazarlar böyle söylerler ama birde yaşamın bu anında yaşayan insanlar da bir şeyler fısıldar yakınlarımızda bir yerde. İşte öyle bir adam, tahta masaya, tahta sandalyeye oturmuş, uzatmaları çoktan bitirmiş kabulleniş içinde konuşuyor;
Ağır ağır dökülüyorum; önce saçlarım beyaza dönüştü. Sonra, bir bir döküldüler tekrar yeşerirler umutlarımı tüketinceye kadar. Dişlerim, saçlarıma özenmiş olmalılar ki hiçbir duraksama yaşamadan geldikleri gibi gittiler. Kulaklarıma ne demeli? Artık konuşanları duymadığım gibi, konuşanlara gıcık almaya başladım; acaba ne konuşuyorlar? Yine beni mi çekiştiriyorlar; diye bir sürü şeyler uyduruyorum kendimce…
Yaşlı adam çok sevdiği çaydan zorlanarak ardı ardına üç yudum aldı. Belli ki yorulan elini uzun bir süre dinlendirecekti. Etrafına bir çocuk masumluğuyla göz attı. Artık taşıdığı hiçbir günah onu korkutmuyordu. Çünkü kendince tüm günahları sevaba; tüm kötülükleri iyililiğe çevirecek metotlar bulmuştu. İnsan, zarardan fazla faydalı olmalı, diyor; küçük zararların yanında büyük faydaları olduysa, tabiatın terazisi onu dengeler ve sizin vicdanınızdaki pürtükler, çizikler bir bir düzleşir, diyor.
Halsiz görünüyordu ama konuşmalarını zamana bırakacak son hatıra, son mirasmış gibide bitirmeye gayret gösteriyordu. Sesi, yaşlı adamın sesi inanılmayacak kadar güven verici bir yakınlık uyandırdı bende.
Derin bir soluk aldıktan sonra, yine organları ile konuşuyormuşçasına şikâyetlerini, bir isyan değil, ama göz önünde bulunan bir gerçeği anlatmak maksadı ile tekrarlamaya başladı:
“ Şu eller, şu dizler artık onları zorlukla hissediyorum. Sol ayağını kaldırıp; ele şu sol ayağımı hiç hissetmiyorum; kurudu sanki. Ahşap bir kapıya “ ben geldim” der gibi, sol ayağının dizine üç kez vurdu. Artık gözlerim de bir kartal göze gibi değil; kara koyunun üzerindeki kara lekeyi göremiyorum artık. Bu lafı söyleyince yaptığı latifenin işe yarayacağını düşünmüş olacak ki; oda gülümsedi. Haylaz bir çocuk gibi gülüyordu.
Beni esas korkutan unutkanlıklarım oluyor, dedi yaşlı adam. Öyle bir hal alıyor ki, bazen zar-zor sokağa çıkınca panikliyorum. Acaba, yine pijamalarla mı çıktım diye! Daha önceden, birkaç kez pijamalarla çıkmışım da komşularım uyardı. Çok utandım elbet, yaşlılık, ne yapacaksın, demek de zoruma gitti. Şimdi, caddeye çıkanca üzerime bakıyorum ama baktığım zaman da çok geç olmuş oluyor.
Yaşlı adam, zorlanarak cebinden küçük bir paket çıkardı. Onu özenle açtı. Küçük paketin içinden yarısı kesilmiş bir sosisi aldı. Yine başka cebinden çıkardığı küçük pembe bir hapı sosisin içine özenle yerleştirdi. Sonra kahveciye seslendi; Ahmet, oğlum Ahmet
Buyur bey baba
Oğlum, şu karşıda duran hasta köpeği görüyor musun; şu kara köpeği; bu haplı sosisi ona ver de son zamanlarını daha mutlu ve huzurlu geçirsin.
Bu ne hapıdır babacığım?
Daha uzun yaşama hapı, dedikten sonra yine muzip bir çocuk gibi gülümsedi. Bu hap, o hasta, uyuz hayvana çok iyi gelecek evladım. O da benim gibi dökülüyor; beni aldığım on hap bile iyileştirmez ama o zavallı köpeği bir hap, bir iğne iyileştirir. Hem, kötü görünmez, hem de acı çekmez; bunca acıların yaşandığı bu uygar dünyanın batılı şehrinde. Laf; güya “Avrupa” lıyız, diyoruz ama gençliğimde nice memleket gezdim; bizim gibi, eğri, büğrü yolları, kaldırımları olan bir şehirde görmedim…
İyilik ve bir şeyler yapıp, faydalı olmanın yaşı-başı ve yeri yok anladım. O köpek gibi yardıma muhtaç bir sürü canlı var çevremizde ama farkında bile değiliz. Bizler daha yaşlanmadan kendi döküklüğümüze, bencilliğimize kurban gitmiş canlılar gibi algıladım kendimi; çünkü o zavallı köpeği bile her tarafı dökülen, yolda bile zor yürüyen yaşlı bir adam hatırlıyordu; muhteşem tüketimlerin olduğu bu uygar şehirde; güya…
Güven Serin
2 yorum:
Fotoğraf müthiş... Huzur dolu, dingin...
Silva,teşekkürler; çok çok :))
Yorum Gönder