10 Haziran 2011 Cuma

YENİDEN DOĞUR BENİ TEKİRDAĞ

Kamera; Güven  Assos-Athena Tapınağı
Barış ve Sanat için vardı; ama özlenen barış
ve sanat hiç olmadı bu diyarlarda.
Savaş ve savaşçılar çok daha soylu sayıldı
toprağı kanla suladıkları anlarda...
Belki de bugün dahi, kana susamışlığın
hoyrat izlerini masum halkın, kendi başına
getirdiği idarecilerde görebiliriz...
Aşk, hâla gerçek dışı, yalan veya yakalanamaz
bir tanrıça... Acaba öyle mi?

Kamera; Güven  Assos -Athena Tapınağı
Bir kadın salınıyordu antik sütünların yarım yüzlü
üstlerinde. Kadın,rüzgar gibi günahsız,ayıpsız
uçuşordu Ege'ye uzatılacak el yakınlığında.

YENİDEN DOĞUR BENİ TEKİRDAĞ


 Hâlbuki çok önceleri, büyük ihtilalden altı yıl sonra Meriç Nehrinin en deli aktığı yıllarda doğmuştum ben. Ilgın ağaçları alabildiğine özgürlüğün tadını çıkarırken, Meriç’in çağlaması bir Türkiye, bir Yunanistan’a dokunurken…

 Bir numaralı minibüse bineceksin dediler ve ben bir numaralı beyaz minibüse bindim. Hayatından memnun şoför, aynı zamanda iki adamlık kilolarından da memnun midesine rahatlatmak için soda şişesine çocuğun annesinin memesine sığındığı gibi sığınmıştı.

 Merhaba dedim, şoförlüğün kırk yılını çoktan devirmiş eski ruhların devamı olan adama. Aynı merhabanın daha güzelini, daha içtenini şoför Hüseyin de seslendirdi. Bir-iki yolcu derken minibüs hareket etti; şehrin eskiliklerinin viran kültürleri arasından yeni kurulan şehre doğru. Değirmen Altına gidiyordu beyaz minibüs. Bahçeli evlerin az da olsa mimari ile birleştiği toprak-çiçek kokulu yerlere…

 Her insan, dünya içinde bir dünyadır aynı zamanda. Bir dünya yetmezken milyarlık dünyaları üst üste, yan yana bindirmişiz; yetmeyen paylaşımların aç gözlü aşklarını yaşarken. Minibüs, sallanan beşiğin bebeği rahatlattığı gibi ruhumu sallıyordu. Doğduğum topraklardan uzak oluşumu, bedenim ile ruhumun koparılışını isyansız ve koşulsuz bir kabul edişle bastırıyordum kabuk bağlamış yarama. Bana ait ve kabuk bağlamış yaramın kendi bedenim tarafından onarılmasını bekliyordum; her şifa bekleyen insancıklar gibi…

 Ve ben, doğduğum topraklara aitliğimi kültürleştirmiş, yaşadığım toprağa adanmış ben; o an; doğduğum topraklarda ölen bedenimi gördüm. Yaşamı-yaşatmayı her koşulda, koşulsuz sevmiş olmanın inatçılığı ile şehrimin caddelerinden yol alırken beyaz minibüs; içerideki güzel ve bol parfümlü hanımların duymayacağı sessizlikte fısıldadım; “ yeniden doğur beni Tekirdağ” Heyecanlandım doğum sancısını duyunca; tıpkı bir aşığın göbek bölgesindeki sancıların kasıklara, beyne gönderdiği sancılar gibi…

 Tekirdağ bana gebe kalalı çok olmuştu. Zor bir doğum oluyordu, yıllara dayalı olgunlaşma süreci… Tozu, çamuru, eğri-büğrü kaldırımları, mimariden yoksun evleri ile kabul eğlediğim şehir; beni çoktan kabul etmiş, sindirim tüketmeden yeniden doğuracak diye söz vermişti. Sözünü unutmasın diye yine tekrarlıyordum denizin griliğin krallığını göz önüne serdiği asfalt yolda ilerlerken. Gri deniz, griliğin en grisinin cansız, dermansız bir beden gibi öyle uzanmıştı anakaraların kirli şehirleri arasında.

 Ara sıra binenler inenler olsa da binenler daha fazlaydı inenlerden. Genç kızlar ve kadınlar yaz neşesi ve sıcağını yine bakımlı görünümle ödüllendirmişlerdi. Güzel kadınların egzotik parfümleri rakiptiler civardaki bahçelerden yayılan iğde ve gül kokularına. Hanımeliler, yepyeni görüntüler içinde, yeşil yapraklara dizilmiş beyaz çiçekler; yeşil giysili kadının boynuna dizilmiş gerdanlık gibi, en güzel görüntüsünü ve kokularını yayıyordu yeniden doğmak isteyen bana.

 Minibüs şoförü ile tanışıp kaynaşmamız çok kısa süre içinde tamamlandı. Bir ay birlikte kalsak, bir ayda bitmezdi anlatacaklarımız, dinleyeceklerimiz. Hüseyin amcaya bir sordum, beş dinledim. Kırk yılı aşan direksiyon aşkı; hâla devam ediyordu. Bırakılmaz, bu işe bulaşılınca bir daha bırakılmaz, diyordu şişmanlığı kendine yakıştırmış Hüseyin amca. Değirmen Altında geleceğim yere gelip işimi çok kısa bir süre içinde bitirdikten sonra çoğu zaman yaptığım gibi epey uzakta olan duraklara yürüyerek gittim. Mimarinin biraz da yaşadığı, insan eliyle çiçeklerin, ağaçların dikilip süslendiği bahçeli evler vardı yürüdüğüm sokakların her iki yanlarında. Kırmızı, beyaz gülleri olan iğde kokuları ile dolmuş; bahçeden bahçeye gezinen kavak polenleri beyaz karlar gibi uçuşuyordu. Hanımeliler, bahçe çitlerinin sevgilileri gibi birbirine yapışmışlardı. Doğanın ilk zamanlarından kalma dere; insanlığın kirlenmişliğine zıt bir şekilde temiz akıyordu. Temizliğini içindeki sazlardan ve muhteşem bir koro oluşturmuş kurbağa seslerinden de anlayabilirdiniz. En ufak bir kokusu yoktu, insanlığın aratan bir şekilde oluşturduğu bataklık kokularına benzer…

 Dönüş yolculuğum daha büyük, daha konforlu mavi minibüs ile başladı. Buradaki duraklara, gençler, genç öğrenciler hâkimdi. Hepsi de üniversitenin öğrencileriydi. Genç bedenleri şen-şakrak görüntülerden çok fabrikaya yetişen işçeler gibi yorgun ve telaş içindeydiler…

 Üniversitenin bahçesi içindeki koyunlar belki de en güvenli yaşam serüvenini yaşıyorlardı. Başarında çoban ve çoban köpekleri yok. Üniversitenin Ziraat Fakültesinin öğrenci ve öğretmenlerinin beslediği koyunlar bol ot ve suyun özgürlüğünü gerçek hayattaki koyunlardan daha huzurlu bir şekilde görünüyorlardı.

 Üniversiteden sonraki durakta bir kız bindi mavi minibüse; görkemli bir kadın endamında… Kızıl saçları permalıydı. Çocuk yüzüne dişiliği ön plana çıkarmış kadın telaşı içindeydi. Bu sıralar, aynalar ile barışık olmalı; ona bakan gözleri, iç çeken bedenleri düşündükçe…

 Permalı kızıl saçlı kadının uzun mavi gömleği bedenini sımsıkı sarmış siyah taytın üzerine dökülüyordu. Belli ki, küçük bir ustalıkla bedeninin belli bir yerini gömleği ile kapatmıştı. Böylesi daha gizemli, daha ahlakçılı olmalıydı… Masum çocuk yüzlü ama olgun kadına benzemiş dişi varlık; beni delip geçen bir gülümseme içindeydi az sonra ineceği mavi minibüste. Gülümsemesini üzerime alınmayıp, aç bir delikanlının dermansız kalmış kasıklarındaki acıyı da duyumsamadım.

 Doğmaya çalıştığım Tekirdağ şehrinde doğum sancıları çeken ananın terli bedeninde süt içmeyi bekleyen masum bir çocuk düşlerinde Athena dedim; bu kız; Athena tapınağının tanrıçası; yeniden doğum sancıları içinde bugüne gelmiş; belki de benim doğumumu kutluyordur; tıpkı mitolojide akıl, sanat, barış dağıttığı gibi…

 Tekirdağ şehri, doğum sancıları çekerken permalı kızıl saçlı mavi gömlekli dişi varlık; Assos tepesindeki tapınağında güneşin batışını izlerken, kan kırmızı şarabını yudumluyordu. Ve gülümsemesi aynı gülümseme; ben, masum bir çocuk ve aynı zamanda olgun bir dişiyim der gibi…

Güven Serin











2 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok hoş yeniden doğmak ve kızıl saçlı kızı mitolojideki tanrıçalarla ölçüştürmek..Onur duymuş olmalı kızıl saçlı kız..Çok güzeldi..Teşekkürler kalemine Güven..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Merhaba Ege. Kızıl saçlı kız, sanırım Athena'ya benzetildiğini hiç bilmeyecek Ege:))Ama belki mitolojinin o müthiş kadını Athena bunu duyar da kızıl salçı kıza bekli fısıldar;kim bilir:))

Teşekkür ederim Ege.