6 Haziran 2011 Pazartesi

EFLATUN ÇİÇEKLERİ ve ÖZGÜRLÜK

Kamera; Güven  Anıtkabir Bahçesi
Zamanlar içine sıkışmış zamanların gülümsediği
bir an...
İnsan denen canlı,yaşam denen muhteşem koridorları olan
dünyada kendi sığınağını bulması ne muhteşem bir
şey...

Kamera; Güven Ganoslar -Tekirdağ
Renksizlik renge, ışıksızlık ışığa, hayalsizlik
hayale dönüşüyor ; dişinin erkeğini, erkeğin dişisini
bulduğu bu diyarda. Ve kındırılmış, susturulmuş insan
kendi üretimini yapmaya başlıyor;doğurmaktan, kavga
ötmekten öte..

                              EFLATUN ÇİÇEKLERİ ve ÖZGÜRLÜK


 Siz sanırsınız ki özgürlük, sadece insana özgü bir şeydir. Özgürlüğün hasreti ile sadece insan kıvranmış, sadece insan hapsedilerek insanlaşacağı sanılmıştır. Acaba özgürlüğü kısıtlayan ilk karar, ilk düşünce ne zaman doğmuştur? Emek ile mülkiyetin birleştiği ve sürekli dengelerin bozulduğu; zengin olma ile fakirliğin ibrelerinin birbirinden uzaklaşmaya başladığı ilk zamanlarda mı?

 Özgürlüğün, mertebeye, büyük paralara, özel kayrılmalara ihtiyacı var mıdır? Düşüncenin ilk başlarında özgürlüğü uçmak, kaçmak, yer değiştirmek sananlar bir süre sonra muhteşem bir hayal kırıklığı yaşayarak yanılırlar. Özgürlük, oradan oraya savrulmak değil, gittiğin ve yaşadığın her yerde, yeşile, meyveye dönüşecek tohumlar, ışığa dönüşecek lambalar yakmaktır… Aslında dört duvar arasında yaşarken bile özgürlüğe açılır insan. Mevlana’nın düşünce özgürlüğüne, insana, tüm dünyaya ve evrene açılan özgürlüğüne kim dur diyebilir? Ya Veysel’in sazı ile buluştuğu anın türküye, türkülerden yüreklere geçen özgürlüğünü kim kısıtlaya bilir?

 Ankara, İstanbul dönüşüm sırasında otobüsün camından dışarı izliyordum. Bahar, ressamlara, şairlere ve sevgililere esin verecek kadar güzellik sunuyordu. İster dünün, ister bugünün yorgunluğunu ve hatta gerginliğini mazeret gösterin; ama tabiat biz insana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Yağışların bol düştüğü Bolu diyarları yağmur ormanlarını kıskandıracak kadar yeşile bürünmüş, sanki insan denen canlı bu gür ormanlara hiç girmemişti.

 Yeşilin her tonu, çiçeklerin her rengi otobüs ile birlikte ilerliyor, sanki doğanın tohumlarının serpilmediği bir tek çıplak yer kalmamış gibiydi. Doğanın direnişine, sabrına, bıkmadan üretmesine ve pes etmeyişine ben de “pes” dedim; pes ey soylu doğa, pes ey soylu tabiat…

 Sonra, yeşilin, çiçeğin seyrini ayrı bir seyir ile böldüm. Doğayı insan için, insanı hapseder gibi hapsetmişlerdi. Uygarlık adına açılan yolların, dağlar, tepeler arasından geçişlerine yukarıdan düşecek taşları engellemek için kilo metrelerce tel döşenmişti. Otobüsü ilerledikçe teller de ilerliyor, teller ilerledikçe özgürlük de hapsediliyordu; kilo metrelerce uzanıyordu özgürlüğün hapsedilişi.

 Otobüsün yavaşladığı yerlerde yamaçlara uzanmış tepelere doğru uzanan tellere daha yakından bakınca bir sevinç kapladı bedenimi. Tabiatın hapsedilmiş, taşları, toprakları insanlık adına güvenlik sağlarken aynı zamanda tellerin arasından başlarını, yüzlerini, kollarını ve ellerini dışarıya çıkarmış çiçekleri; eflatun çiçekleri gördüm. Onlar hapsedilmeyi küskünlük görmeyip, güneşi ve suyu minnet ile kabul edip tellerin tüm gözlerinden yukarıya yükselmişlerdi. Kökleri hapsedilse de kolları, yüzleri, elleri tellerin dışında, özgürlüğe, göğe uzanıyordu.

 Taş tepelerde, tellerin örtülü olduğu yerlerde, binlerce, on binlerce eflatun çiçek, görkemli bir manzaranın insana ders olacak anlatımı yapıyorlar… Teller ile hapsedilmeye çalışan çiçeklerin insana anlattığı özgürlük anlayışı; bulduğun her fırsatı, güneşin, yağmurun, rüzgârın olduğu her yeri değerlendir ve sende olanı, tabiattan aldığını tekrar tabiata yolla, diyorlardı; tekrar tabiata yolla, bencilliğin karanlıkta yaşayan efendilerine yenilme…

 Sanatçı da böyle söylüyordu; “ Okulda defterime, sırama, ağaca yazarım adını. Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını. Yıldızlı imgelere, toplara tüfeklere, kralların tacına! En güzel gecelere, günün ak ekmeğine, yazarım adını. Tarlalara ve ufka, kuşların kanadına, gölgede değirmene yazarım adını. Uyanmış patikaya, serilip giden yola. Hınç, hınç meydanlara adını ey özgürlük!”

Güven Serin

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Özgürlük deme bana..Yalçın kayalıklar arasında sıkışıp kalmış yol bulamamış gibi sıkışır ruhum bedenimde..Nefes alamam..Çocukluğumdan beri dünyayı görme merakımi beni hapis olmuş göngörmez taş duvarlar arasına sıkışmış hissi verir.. hayalim ederim deniz aşırı ülkeleri görmek..Yüreğime bir sancı girerde ömrümü boşa geçirdiğimi sanır bir şey yapmamış acizlik içinde ezilirim..Özgürlük deme bana taş duvarlar hiç tanışmadım..Karakolla bile işim olmadı..Ama yinede tutsak olduğumu kol ve ayak bileklerimde ki prangaların çokca para ile çözüleceğine inanıyorum..Tabi dünyayı görmek için..Sen özgürlüğü yaz, dağlara, taşlara, yollara..Ben uzakların aşk ateşiyle yanmaktayım..Aradaki farkı senin usta kalemin yorumlar..Sonsuz teşekkürler kalemine Güven..

GÜVEN SERİN dedi ki...

Günaydınlar Ege. Umarım ki, özgürlüğü bu kadar adanmış bir beden ve ruhu; özgür olmak istediği yerden; yalçın kayaların arasından sıyrılır ve farlı renklerin,seslerin, duyguların olduğu ülkelere de uçar;yol alır; akıp gider...

Yıllar önce bir arkadaşım; istemelisin, çok istemelisin; o zaman olur demişti. Özgürlüğe inanmış bir Fransız filozofu da yaşamının son anına kadar; "OLACAK" hep olacak diyerek hayatı sonlandırmış...

Sevgiler