15 Ekim 2014 Çarşamba

DAĞLAR DAĞIMDIR BENİM


Kamera; Güven    Ganoslar Işık süzülüyor gecenin içine
aynı zamanda biz de vadinin derinlerine süzüleceğiz
birazdan.


Kamera; Güven  Ganoslar

Rüzgarın türküsünü dinleye dinleye indik dinlence yerine.
Karanlıktı patikalar,soğuktu rüzgarın kolları;sıcaktı
bizi var eden toprağın ve insanın derinleri;bilinen
dengeydi,imbiğin,terazinin,adaletin hakiki,
özlenen sıra dışı dengesi..

Kamera; Güven  Ganoslar Manastır Vadisi


Kamera; Güven  
Zorlu inişin çıkışı da zorluydu. Dinlenme sırrını bulduk;sopanı
iyice kavra ve çeneni koy;bırak tabiat hafifletsin yükünü.


Kamera; Güven 
Manastır Vadisindeki küçük haylazlardan birisi


Kamera; Yunus Dağlar,yorgunluğu harika
görsellik,kokularla dengelerler;engin düşlerinize
kapıları aralarlar,sizi korkutmadan

DAĞLAR DAĞIMDIR BENİM

  Tekirdağ’ın gecesi sağanak halinde güne ilerliyordu. Gün uzaktı henüz. Karanlığı delen şehir ışıkları ve Yunus Usta ile Dağlara (Ganoslara) hiç bitmeyecekmiş gibi duyulan büyük özlemin çağrısına uyan askerler gibi düştük yollara.

  Bir yolculuk, iç içe geçmiş Ganos Dağları, vadileri gibi yine kendi türküsünü yakacak, kendi bestesini yapacak olmanın cesur adımlarıyla araç ışığına sarılan karanlık düşlerin, masalların gölgeleri arasında çam kokulu, ardıç, kekik, ıhlamur, adaçayı diyarına yol aldık.

  Yunus Ustanın gözleri karanlığı delen canlının pırıltıları gibiydi. Her zamanki tabiat aşkı, iç huzuru, olmaz ise olmaz dediği ağır yükleri taşıyan mavi çantası; yükten, üşenmekten, üşümekten, miskinlikten çok öte…

  Işık, henüz geceyi delmiyordu. Marmara Denizi ve Ganoslar karanlığın içinde saklambaç oynuyorlardı. Sesleri, dans eden gölgeler vardı ama kendileri neredeydi? Yüzyılların ayak izlerini takip ederek, döne döne aşağılara ilerledik. Kuzeyden esen rüzgâr oldukça soyluydu; büyük sınayışı; zayıf olan ile güçlü olan arasındaki ince çizgiye armağan ettiği, yaşamı ve onun öyküsünü anlatıyordu.

  Dostlar, hafiften üşümek, iç motorlarınızın çalıştığını duymak ne güzel bir şey… Yaşamın seslerini duyan hücreleriniz, her türlü olanağı sizin emrinize hazırlıyor da, sizlerin haberi bile yok…

 Bir arınma türküsüydü bedene dokunan rüzgârın melodileri. Üşümeyi engelleyen büyük ateşin yanı başınızda olduğunu attığım her adımda yakından hissediyor, patikanın, kuzey ile güneyi arasında bir rüzgâr, bir kuytu dengeleri içinde yol alıyorduk birazdan ışıyacak, ağaracak güne…

 Karanlığın içinde, çam ve ıhlamur kokulu virajlı yolların içinde araçta çalan türkü de aynı şeyi anlatıyordu:

Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim

 Bir yeri sevebilmenin, yüksek saygıyla anabilmenin en güzel taraflarından birisi de dokunmaktır. Yol almaktır vadilerine. Tırmanmaktır tepelerine. Coğrafi derinlik, insan beyninin o muhteşem haritasına eklediği her bilgiyi, en titiz, en güçlü bilgisayardan daha değerli bir anlam içinde saklar. Gerektiğinde önünüze serecek, yaşama eklenecek anılar, görgüler, güzellikler, sesler, kokular, dokunuşlar; üzerimize, tonlarca yağan uygarlık kimyasallarına koruyucu bir kalkan olacaktır.

  Yeniköy, Rum Kültürünün Türk kültürüyle harmanlamıştı. Yer değişim ve gözyaşları çoktan akmış, kurumuştu. Kurumayan, akmaya devam eden çeşmeler, yaşlı ağaçlar, ortak kültürün en hakiki mirasçıları, anlaşılmayı bekleyen en soylu kahramanlarıydı.

  Yunus Ustayı en çok otuz yıl önce gördüğü, ipek böceklerini beslemek için sürekli dallarından yararlandığı dut ağacı heyecanlandırdı. Yeşil yaprakları, derin vadinin içinde yemiş vermeye hazırlanan bahar tazeliği içindeydi. Kalın ve yaşlı gövdesi, selin, zamanın bütün çığlıklarına tanıklık etmiş ama ölüm yerine yaşamı tercih etmişti.

  Günün ağarması, denizin, denize uzanan Ganos Dağlarının görkemli gösterisini de gözler önüne serdi. Yaratıcı her türlü estetiği hesaplamış. Kabalığı ve hoyratlığı törpüleyen planya makinesi gibi insan ruhuna dokunuyordu Ganosların deniz ile buluşması; aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağıya; çok yönlü, çok boyutlu görüntüler, ışık oyunları kadar masal, dokunuşların hissedişleri kadar gerçektiler.

 Bir zamanlar büyük arınma, büyük yaratıcı ile daha iç içe olan yere, Manastıra indik. Zorlu bir iniş, kaybolmaya başlamış patikalara, sık sık sarılan karaçalılara, küçük yapılar gibi zorlu rüzgâra tutunmuş pırnallıklara selam ede ede indik Manastır vadisine. Büyük çınar ağaçları; kimi görkemli bir şekilde yükseliyor vadinin uçsuz tavanına. Kimiyse, selin, zamanın o muhteşem döngüsüne, yok oluş ile var oluş içine boylu boyunca, köklerini de göğe dikerek uzanmışlar.

  Biraz çaba, biraz zorlamayla sesleri yüzlerce metreden duyulan küçük şelalelerin olduğu yerlere gittik. Su akıyordu; geçmiş zamanlarda imbikten akan üzüm suları, şıraları, şarapları gibi; peri ve Rum kızları üzümleri çiğniyordu türküler içinde. Ak ayaklarıyla, ruhların temizliği kadar arınmış, kutsal şarabı, insanlığın hiçbir zaman kutsallığı tam olarak anlamayacağını bile bile topraktan, kökten, yapraktan, üzüm salkımlarından teknelere, teknelerden imbiğin incecik süzülmelerine izliyorlardı…

 İnsanın zarar vermeden dokunduğu tabiat ne kadar temiz; ne kadar arınmış ve kendine özgü. Tıpkı zorlamadan, taklit etmeden ortaya çıkan türküler gibi;

Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim
Söyletme çok ağlarım
Yaman çağımdır benim

  Güven Serin  










Hiç yorum yok: