13 Temmuz 2013 Cumartesi

BİZ ÜÇ KİŞİYDİK


Kamera; Güven  Sabancı Müzesi

BİZ ÜÇ KİŞİYDİK

  Süleyman Paşa İlköğretim Okulunun beton bahçesinde üç kız dolaşıyordu. Doğa Irmak ise yeni öğrendiği bisiklet sürme işini daha iyi pekiştirmek için dolanıp duruyordu. Akşamın ilerleyen saatleriydi; gün, ağırdan ağıra geceye ilerliyordu. Erkek çocuklarının çılgın top serüveni bitmiş, bizim gibi bir parça huzur bulmaya gelenler o saate denk gelmişlerdi.

 Körlüğün, ön yargının ve çekincelerin körlüğü ile üç kızın yüzlerine, yüzlerindeki çocuk pırıltıya bile bakmadım. Artık, kendimiz için, sadece kendi çocuklarımız için yaşayan insanlara dönüştüğümüzün en hakiki gerçeği karşısında utandım, büzüldüm, ezildim…

 Üç kız, şairin tam da hisleriyle, içtenliği ve yoğun duygularıyla söz ettiği gibiydiler;

Biz üç kişiydik;
Bedirhan, Nazlıcan ve ben.
Üç ağız… Üç deli yürek… Üç deli fişek!
Adımız bela diye yazılmıştı dağlara, taşlara.
Boynumuzda ağır vebal

 Üç kız, şairinin dağlarındaki üç kişi gibi, silahlarını alıp dağlara çıkmamışlardı ama onlar da özelikle kız çocuklarına uygulanan gururlu ve galip erkek ilişkilerinden bıkmışlar, gururlu erkeklere karşı daha küçük yaşta, erkek gibi güçlü, kuvvetli durmanın gösterişi içinde, erkek çocukları gibi koşuyorlar oradan oraya.

 Şair, Nazlıcan, Bedirhan ile üç kişiydiler; üç dost, üç inanmış can… Süleyman Paşa İlköğretim Okulunda oynayan üç kız; Sude, Mürvet ve Şevval. Bu üç kız, erkek çocuklarından boşalan okulun taş havlusunda kendi huzurlu özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Ama birazdan gece çökecek ve anneler korku ile seslenecek; Sude, Mürvet, Şevval diye…

 Doğa Irmak üç kızın yakınından, yanı başlarından süzülüyor bisikletiyle. Üç kız, o zaman oynadıkları topu bir kenara bırakıp Doğa Irmağı takip etmeye, ona yaklaşmaya başladılar. O ana kadar o üç kız; şairin dağlarındaki üç kişi gibiydiler; uzaktılar, yüzleri yoktu, elimdeki derginin içine dalmış insan bedenime. Ve bende göz ucuyla, Doğa Irmağa zarar verirler mi diye onları takibe aldım.

 Niyetlerini sezebiliyorum; Doğa Irmağın yeni, gösterişli bisikletine özenmişlerdi. Ve sırasıyla binmek istiyorlardı. Hatta bana kadar gelen seslerde, kimin önce bineceğine bile karar vermişlerdi.

  Doğa Irmak taş okulun bahçesinde onunla yakınlık kurmak isteyen üç kızın isteğine nezaketle karşı duruyordu. Zorla edinilen malın, can yongası gibi canını vermek istemiyordu. Sonunda üç kız, daha büyükleri olan Sude’nin öncülüğünde benim yanıma koşarak geldiler. Seslendiler bana;

 “Ağabey, bisiklete bine bilir miyiz?” diye. Sesler, üst üste binmiş sevgi dolu çocuk sesleriydi. Benim çocukluğumun, benim bisiklet arkasında kan ter içinde koşup, bir tur için ricada bulunduğumun arkadaş seslenişleriydi.

 Doğa Irmak da yanımıza geldi. Çocukların sesiyle onların yüzüne baktım. Hepsi, anne, nine nezaketiyle, zarifliğiyle, bebek güzelliğiyle bakıyorlardı. Tıpkı darağacına giden üç fidan;
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi, yüzlerine riya yoktu. Hakikat için, çocuk duygularını yaşatmak için ricada bulundular.

 Ben de o an, kendi kızım için korktuğum kızların yüzüyle eridim. Üç fidanın, üç kişinin darağacına giderken, insanlığın, vicdanların eridiği gibi…

 Üç kızdan Şevval olan sekiz yaşlarındaydı. Ailesi ile Sinop’tan ablasının okulu için gelmişler. Okula yakın oturuyorlar. Sude on yaşlarında. Kardeşi Mürvet ise yedi yaşlarında olmalıydı.

 Doğa Irmak benim ricam üzerine; “ ancak birisine izin verebilirim” diyerek en küçükleri olan Mürvet’i gösterdi. Mürvet seçilmiş olmanın çocuksu gülümsemesiyle çekinerek bindi bisiklete. Ve o an, orada bulunan Sude, Şevval ile konuştuk.

 Çekinerek, korkarak, kötüleyerek baktığımız her çocuk aynı zamanda bizim çekindiğimiz, kadar, korktuğumuz kadar suçlu olduğumuzun da gerçeğidir. Okulları en iyi kalite, en iyi araçla donatmanın peşinde koşa duralım, çocuk oyunlarının yeşilliklerin, ağaçların, çiçeklerin, çimenlerin azaldığı her yer, korumasız her mekân; biz büyüklere geri dönecek kötülük, kabalık, hoyratlık demek…

  Güven Serin


Hiç yorum yok: