25 Ocak 2011 Salı

GECE ve BEN

Kamera; Güven  Tekirdağ Eski Liman
Gelde, ucsuz bucaksız deniz altının harika özgürlüğüne
dalmayı ve oradan limandan limana gezmeyi hayel
etme.. :))

GECE ve BEN



 Kış gecesinin gamlı bülbülü gibi yine alışık olduğum yere; limana getirdi ayaklarım beni. Soğuk, buz gibi, soğuk arınmanın kamçısı gibi… Çok hafiften eser rüzgâr, zehir soluyan bacaların dumanlarını göğün yedi katına taşımışa benziyor. Soğuğun hediye ettiği tertemiz bir gece havası!

 Böyle geceleri Gelibolu bülbülleri de sever. Yüz binlerce insanın yattığı o diyarda böyle soğuk ve arınma akşamları ve şafak vakti öter; hiçbir karşılık beklemeyen bülbüller. Bilmem ki hiç dinlediniz mi Gelibolu bülbüllerini. Diğer bülbüllerle aynı dili kullansalar da farklı gelir insanın kulağına; ilahi bir sessizliğin hüküm sürdüğü Gelibolu diyarında. Bir gece vakti gitmeli ve sabaha kadar yürümeli top-tüfek sesine, akan kanların şırıltısına şahit olan o yerleri.

 Şimdi bülbüllerin ötmediği, limana giden kamyonların gürültüsünün geceyi böldüğü limanın gece ile kesiştiği köşesinde dinliyorum kendimi. Hemen sağımda duran iğde ağaçları yazın ne kadar da alımlı ve soylu bir güzellik içindeydiler. Açık yeşil kostümleri ne güzel yakışıyordu incecik bedenlerine. Şimdi sararmış solmuş doğanın en güzel içine kapanmış büzülme halini yaşıyorlar.

 Şehrimin bonkör ışıkları denize ve limana can veriyor. Bilirim, deniz ışıklarla dansı ve erotizmi sever. Şarabın, kadının, sanat müziğinin sevildiği gibi; bir erkekle kadının saatlerce seviştikleri gibi sevişirler böyle gecede. Soğuk ölümden çok yaşamı hatırlatıyor bana. Büzüşmüş bir tohumun on bin yıl sonra dünyaya merhaba deyip, yeni bir tabiat döngüsünün başlayacağının müjdesini verir gibi! …

 Kamyonlar gündüz ve gece demeden yük taşıyor Avrupa’dan Asya kıtasına. Limanda bekleyen teknelere binip, tonlarca yükü suyun büyülü gücünden yararlanarak bir o kıyıdan, bir bu kıyıya taşıyorlar. Limanın sessizliğini bölen sadece yük taşıyan kamyonlar… Martılar bile şamataya ara vermişler. Hafif bir rüzgâr kuzeyin mutluluk ilacını serpiştiriyor bedenime. Kaban ve kasketime rağmen üşüdüğümü hissediyorum. Aslında daha da çok üşümek, daha da arınmak istiyorum; delice…

 Bugün kendi kendime söylenirken Fatma Hanım gülümsedi bana. Bedenim ile aramdaki konuşmayı duyup da gülümsemeyecek olan var mıdır acaba? Sıkça rahatsızlanan ve beni dışa karşı süt kuzusu yapan bedenime bir ceza vermeyi sesli düşünüyordum. O kadar önemsediğim, gıdasını, giyimini, öğrenme açlığını, tarihi ve felsefe tutkunluğunu beslediğim bedenim sık sık sınıyor beni. Bende dedim ki; “ bu böyle olmayacak arkadaş; bu bedeni alıp bir haftalığına Ganos Dağlarına çıkacağım. Aç ve susuz bırakıp, soğuğa karşı çıplak direneceğim. Bakalım sürekli sorun çıkaran bu nazlı beden ne yapacak o zaman?” diye sesli düşünürken düşüncemi Fatma Hanımın gülüşü böldü.

 Küçük balıkçı tekneleri çok hafif bir şekilde sallanıyorlar. Belki de kendi kültürlerindeki bildik dansı yapıyor kendi şarkılarını söylüyorlardır. Soğuk gecede soğuğu iyice hisseden kulaklarım, burnum, ellerim ve dudaklarım nedense en temiz ve asla kirlenmeyen ateşi istemiyordum. Nasıl olsa dayanma noktasının dayanmama noktasına gelme anında sıcak bir çay, sıcak bir arkadaş sohbeti bu işi çözecek diye düşündüm. Birazdan sessizliğin büyüsü bozulacak nasıl olsa. Liman kahvesinin içine girip İzzet ve Hüseyin Ağabeye merhaba dedikten sonra günlük olayların karmaşaların bitmeyen türküsüne dalacağım.

 Gecenin yalnızlığını ve arınma soğuğunu yaşayan ben; yapayalnız ölen Ece Ayhan’ı hatırladım. Son zamanları yalnızlık içinde huzur evinde gecen yalnızlığın melankolisini yaşayan Ece Ayhan, mezar taşına gelecek kuşaklara hatıra niyetine şöyle yazdırmış;

“ buraya bakın, buraya bu kara mermerin altında bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan derse kalkacak bir çocuk gömülüdür. Devlet dersinde öldürülmüştür.”

 Yalnızlığa, korkulara, sevgisizliğe teslim olmuş çocukları yaşlıları düşündüm gecenin koynundaki soğuğu hissederken. Sımsıcak giysilerimiz ve evlerimizde onurlu yaşamlar içinde ne kadar çok şeyi kaçırıp, soylu bencillikler ve korkular içinde hâla insan olamadığımızı seslendirdim dost geceye. Gece, insanca konuşmasa da gecenin sihirli dili ile onayladı beni. İnsan olamadığımı, kendi kıçını kurtarmanın çok büyük bir şeref olmadığını anlattı kendi dili ve evrene uzanan bedeni ile…

Nasıl, dedim? Nasıl insan olamadım? Benim dilim, hislerim, iradem var; bu insan olmak için yeterli değil mi? Gece yine kendi dili ile hiçbir gocunma ve kükreme hissettirmeden konuştu;

“ Evet, siz insanların dili, hisleri ve iradesi var. Ama niçin? Kavgalar etmek, savaşlar çıkarmak, soylu yalanlarınıza şerefli madalyalar eklemek için. Bu dünya insan gelmeden önce, bu şekilde bölünmemiş, bu şekilde soylu hikâyelere, soysuzca teslim olmamıştı. Gece ile gündüz kardeşti. Gece bağrında katilleri, soyguncuları saklamazdı. Gerçek şudur ki, gece ne katilleri, ne soyguncuları, ne kabarık banka hesapları düşkünlerini sever. Gece, evrenin en büyük hediyesini vermiştir insana. Dinlenme, rüya görme ve yenilenme zamanını hediye etmiştir.”

 Gecenin sessiz konuşmasını Şaban Ağabeyin selamı böldü. Teknesinden inmiş, her tekne sahibi gibi gece teknesini kontrol etmişti. Limana bağlı olan tekneler nazlıdırlar. Onları bağlayan ipleri bazen germek, bazen de gevşetmek gerekir. Denizin coşkusu ile teknenin coşkusu ahenkli olmalı ki tekne küsüp kendini kıyıya vurmasın…

 Gecenin arınma sessizliğinden ve soğuğundan alabildiğim nasihati alıp dostlarımın yanına sıcağın ve çay kokusunun olduğu yere gittim. Yine insan görünüşlü, yine kendi doğru mutluluğumuzu bulmuş inancını yitirmeden gecenin güne akacak dostlarının yorumlarına kulak verdim.

Günlük yorgunlukları, etkilenmeleri dinlendiren arkadaşları dinlerken, bir taraftan da Cemal Süreyya’nın dizelerini dinliyordum;

“ Önce bir elerin vardı, yalnızlığımla benim aramda/Sonra birden kapılar açılı verdi ardına kadar.” …
Güven


















Hiç yorum yok: