Sayfalar

27 Ocak 2015 Salı

SİNEMA MUCİZESİ


Fotoğraf , İnternetten


SİNEMA MUCİZESİ

  Sinema mucizesi Kırmızıgül’ün Mucize Filmi, anlatmaya çalıştığı sevgi, ilim, deneyim; kısacası yaşam sanatında gizlidir. Sinema teknolojisinden yararlanıldığı gibi filmin konusuna uygun yer, oyuncu seçimi de oldukça başarılı.

  Sinemanın büyüsü, kültüre dönüşecek sanatı, sadece konusunda gizli değildir. Konu ne kadar iyi olursa olsun, oyuncuların sanatı, teknik ekip, konuyla ilgili çevre, müzik seçimi tam bir uyum içindeyse ortaya çıkan şey sanata, kültüre dönüşüyor.

  Mucize filmi de öyle bir şey; ekibiyle, seçilen çevresiyle, yüzyıllara dayalı insan kültürlerinin coğrafi, geleneksel, dinsel baskıların, yaşam tarzlarının etkisiyle yarattıkları kara mizahın gülümsemesini; gülümserken evrensel düşünüşünü de yapacağınız bir film…


 Mucize filmi aynı zamanda Mahsun Kırmızıgül gerçeğidir. Diyarbakır’dan İstanbul’a 22 kardeşli ailenin içinden süzülüp o parıltılı dünyaya gelip yok olmamasının hikâyesidir. Sanatın tohumları belki de doğduğumuz çevrede; insan çığlıklarının, hüzünlerinin, sevinçlerinin, toprak, yağmur, baharat kokularının rüzgârla yoğrulduğu yerde başlıyordur.

 Her hareket enerjiye ihtiyaç duyar. Bu enerjiyi harekete aktaran da mucizevî bir sanat olayıdır. Bütün parçaları aynı düşünce içinde iradenin önüne serer. İnsan da böyle bir sanat oluşumudur.

 Milyarlık parçalardan oluşmuş, milyarlarca hücrelerin bir araya gelişiyle tamamlanmış bir parça; ama aynı zamanda hiçbir zaman tamamlanmamış hislerin açlığı, hoyratlığı, yüceliği, bilgeliği yürüyen, düşünen insanı meşgul edip kendine düşen yaşam çöplüğünde eşelenmeğe devam edecek olan insan…

  Mucize filmi, sinema sanatı için bir başka sanatın; ilimin, müziğin ne büyük önem taşıdığının da gösterisini yapıyor. Bizlerin, terk ettiğimiz, ön koşullarla, fikirsiz yargılarla yaklaştığımız coğrafyamızın, insan kültürlerimizin çok büyük zenginlik olduğunu da anlatıyor. Bütün zenginlikler, aynı zamanda uygarlığın yaşam alanlarına muhtaçtır.

 Bu yüzden eğitimin, öğrenimin; öğretmenin ve öğrenmek isteyenin yüceliği çıkar ortaya. Mucize bunları da gösteriyor. Hayvan ile insan ilişkisini; doğa ile insanın birlikteliğini, beton yığınları arasına sıkışmış insanlara bir ilaç, muhteşem bir seçenek olarak sunuyor.

  Geri kalmışlık, geri kalan bölgelerin kaderiymiş gibi yüzyıllarca görmemezlikten gelinmiş. Sinema, ışığı, sesi, görüntüleri; o büyük beyaz perdesiyle bu geri kalmışlığa, suskunluğun kara mizahına da şans veriyor.

 Filmin diyalogları, müziği, teknik ekibin teknolojik katkısı dramdan öte gülümseme dolu yüzleşmeye dönüşüyor.

 Mucize sinemanın da mucizevî aktarımını yapıyor. Kendi doğamıza, vadilerimize, dağlarımıza, ırmaklarımıza, köylerimize, kasabalarımıza yabancı kalışımızın hikâyesini de gösteriyor.

 Kırmızıgül’ün mucizesi ortaya çıkıyor. Beyinlere dolan karabasan hikayelerini saniye saniye, dakika dakika, saat saat yerle bir edecek dokunuşları rahat koltuğunuzda, sanatsal bir rahatsızlık içinde izlemenin erdemine erişeceksiniz.

 İçimizdeki hukuk, hukuksuzlukla besleniyorsa bizler hiçbir şeye dönüşemeyiz. Kendimizi sever görünürken, kendimizden bile nefret ederek korkuyla bakarız aynalara. Tutunacak soylu bir affedicilik, hoşgörü, şefkat ararız boşu boşuna. Çünkü bizim tarlalarımızda, bahçelerimizde böyle bir şey yoktur; ekmediysek, dikmediysek, sürmeyip sulamadıysak…

Filmin karakterlerine iyi bakın! Dört gözle değil, sekiz gözle izleyip, sekiz kulakla dinlemeye çalışın. İçinizde açığa çıkacak kimyayı vücudun sanatçıları inanılmaz bir adaletle hücre hücre dağıtacaktır size.

 Güven Serin

  

26 Ocak 2015 Pazartesi

GEÇMİŞİN DİLİYLE GELEN GELECEĞİN SEZGİSİ


Kamera; Güven   Bergama

GEÇMİŞİN DİLİYLE GELEN GELECEĞİN SEZGİSİ

  Dr. Ercan Kesal’ın Onat Kutlar sevgisi, 14 Ocak Cumhuriyetteki köşesine taşıdığı; Kutlar’ın ölüm yıl dönümü anısına oldukça duygu yüklü makalesini defalarca okumama neden oldu. Bu hikâye aynı zamanda insanın; iç içe duygularla yoğrulmuş şairlerin, yazarların da makalesiydi.

  Onat Kutlar İran şiiri için makaleme başlık olarak kullandığım şekliyle; “ Geçmişin diliyle gelen geleceğin sezgisi” yorumunu yapıyormuş. Oldukça yakınımızda olan kültürlere ne kadar uzağız… Belki de üzerine bastığımız toprağın altında yatan evrenlere; ülkemize,dünyaya ne kadar yabancıyız…

  Söz konusu Onat Kutlar olunca Celal Hosrovşahi ve Furuğ Ferruhzad’dan söz etmemek olmaz. Dr. Ercan Kesal da öyle yapmış. Bu insanların edebiyata yansıyan izdüşümlerini sözün sihiri, insanlık harcı olmuş haliyle aktarmış.

  Yazar ve şairlerin hikâyesi, yaşam içinde değer yaşamlara yansıyışları sanatın saf gerçekliği içinden doğmuşsa, onların yolculuğu yeryüzünden ötedir.

 Furuğu İranlı şair; otuz iki yaşında trafik kazasında öldü. Celal Hosrovşahi İranlı yazar; Furuğ’a duygularını her daim taze tutmayı baki kılan şaire en yakın olanlardan. Onun için ; “ Güldü mü tüm gövdesiyle gülerdi.” Diyor. Tüm gövdesiyle; bedeni oluşturan milyarlık hücreleriyle…

  Onat Kutları anarken, onların insanlığa adanmış olduklarını hiçbir zaman unutmayalım. Bu adanmışlıktır geçmişten bize kalan geleceğin oluşumlarını gösteren şey…

  Dr. Ercan Kesal Onat Kutlar’ın ölümünü, hatta öldürülmesini İranlı şair Furuğ’a benzetiyor. Furuğ’un ölümünü de Flann O’Braıan’ın Ağaca Tüneyen Sweeny eserindeki lanetlenerek kuşa dönüşmüş olan krala benzetiyorum. Edebiyatın yüceliği buradadır işte; emeği, sezgileri, düşleri bir araya getirir; koca bir evren yeryüzüne, avuçlarınızın, gönlünüzün içine dolar…

 Celal Hosrovşahi’nin yolu İstanbul’a düşer. İki eski dost; Onat Kutlar ve Hosrovşahi kucaklaşırlar. Kutlar sorar;

Furuğ’dan ne haber?”

  Celal Hosravşahi dalga dalga olur ve acıyla konuşur;

 “ Bilmiyor musun?”
“Yoo…”
 “ Öldü Furuğ… 1968’de… Henüz otuz iki yaşındayken. Bir araba kazasında! Başını kaldırımın kıyısına vurdu. Ve oracıkta bir kuş gibi öldü. Son kez gördüğümde uyuyor gibiydi…”

 Kadim zamanlardan bugüne ve yarına süzülen bir söz gelir aklıma;

 “ Bir zamanlar bir ormanda ihtiyar bir bilge baykuş yaşarmış, ne kadar çok duyarsa o kadar az konuşur olmuş, ne kadar az konuşursa o kadar çok duyar olmuş…”

 Ve Flann O’Brıan’ın şiiri;

Haz vermiyor bana/ İnsan lakırdıları/ Yeğlerim kuş şakımalarını/İnsanın olduğu yerde.

 Onat Kutlar’ı patlayan bombayla parçaladılar; bedeninden önce yüreğini. Furuğ, oracıkta bir kuş gibi öldü. Önceleri bir insan, bir kral olan Sweeny, lanetlendikten sonra bir kuş olur. Bu kuş yıllarca İrlanda dağlarında, ovalarında, vadilerinde, yaylalarında dolaşır durur. En sonunda Molign Kilisesine gelir. Kaderinin son bulacağı yer; hikâyesinin yazılacağı yere… Bir çobanın mızrağı sol memesine isabet eder Sweeny’in. Oracıkta bir kuş olarak ölür…

 Onat Kutlar geçmişin dilini taşıdığını düşündüğü İranlı şair Furuğ’un dizelerini dostu Celal Hosrovşahi ile birlikte Türkçeye kazandırır;

Bak tam karşımızda gecenin mumu,
Damla damla nasıl eriyor,
  Nasıl doluyor ağzına
Kadar uyku şarabıyla,
  Gözlerimin simsiyah
Kadehi,
  Senin ninnilerini
Dinlerken…

 Güven Serin  
 

  

21 Ocak 2015 Çarşamba

OLMAK YA DA OLMAMAK


Kamera; Güven   Antalya

OLMAK YA DA OLMAMAK

  Hamlet’in seslenişi devam etmek veya etmemekle ilgilidir. Ya varsın, ya da yoksundur… Psikeart Dergisi Ocak Şubat sayısında intihar konusunu işliyor. Tüm dünyada çok önemli bir insan-insanlık sorunu, tıbbın bile çözüm yolları konusunda yetersiz kaldığı tüm dünyada her yıl 20 milyon insanın intihar girişiminde bulunması, 1 milyon insanın yaşamlarının son bulması kendi irade seçimleri gibi görünüyor.

  Her ölümün ardından bir şeyler söylenir. Yaşı kaç olduğunun, ne iş yaptığının, yapamadığının, yetmezlik veya fazlalıklar içinde bulunup bulunmadığı irdelenir. Ölümün şekli intihar ise insanların başları eğik olduğu kadar söylemleri bir o kadar diktir. Bir el verilseydi, yeterince anlaşılsaydı…

 Hâlbuki beslediğimiz köpeğin bile karakteri vardır. Akıl ile deneyim ile donatılmış insanın da oldukça faklı iç dünyaları vardır. Bazıları o kadar ustadır ki, neşe sattığı halde, yaşamın panayırında eğleniyor görünürken bile ciddi bir dönüş yapıp yaşamını sonlandıra bilir.

  Art Psikiyatri Tedavi Araştırma Dergisinin kurucusu Prof. Dr. Emin Önder’in anlatımıyla;

“ Psikiyatri en genel tanımıyla, insan ruh hallerini, kırılma noktalarını anlama, bireyin ruhsal dokusunun sağlıklı gelişimini sağlama bilimidir. İnsana ilişkin ve ilişkilendiği ne varsa, bilimdir. Bu nedenlerle psikiyatrinin hayatı anlamak, anlatmak ve şahit olmak iddiasıyla sinema sanatıyla yolları mutlaka kesişecektir.”

  Kesişen bu yolları nasıl değerlendireceğiz? Dağınık insan aklı, uzaya saçılan yıldızlar kadar saçılmış bilgiyi, bilgisizliği, görgüyü, görgüsüzlüğü birbirinden ayırıp, ruhsal ve bedensel bütünlüğümüz için öncelikli faydaya dönüştürmek için neler yapmalıyız?

  Sanırım ilk önce kendimizi anlamaya çalışmalıyız. Kurtarıcının biz olduğumuzu, sağlıklı bedene sahip birisinin, sağlıklı düşünüp, çalışma imkânı olacağına defalarca tanıklık ettik. Uğraş içinde olan insanın çözüm yollarını veya çözümsüzlüğü en iyi bilen, o bilginin deneyimine şahitlik eden kendisini için imbiğinden geçecek her türlü bilgiyi süzmeye başlayan tarafta olduğunu biliriz.

  Arkadaşlarımla birlikte gittiğim film yerli yapımı komedi ağırlıklı, bir parça da dram taşıyordu. Fantastik tarafını da yok sayamayız. Filmin ismi, Bana Masal Anlatma. Oldukça güncel, konusu İstanbul’da geçiyor.

 Milyonlarca insanın göç ettiği bir şehirde sur içinde yaşayan insanların birbirine sokulmasını, bu sokulmanın muhtaçlıktan doğduğunu, çaresizlikle, yetmezlikle yaşayan insanların kendi mizah anlayışlarını kaba, gevşek, tutarsız sevgi ve saygı gösterilerine dönüştürdüklerini; her göç ile birlikte insanların ne kadar çok şeyi geride bıraktığını; insan alt yapısının öz iradesinin besinsiz kalınca, duyguların her daim kanayacağını da anlatıyor.

  Kitapları 50 dile çevrilen Alman yazar Zweig ve eşi Motte Altmann, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ülkelerinden ayrılmaları, ülke özlemiyle yaşamaları, insan zekasının en üst aşamada bile tercihini yaşamdan çok ölüme yönelteceğinin ayrı bir kanıtıdır. Zweig 60 yaşına gelmiştir. Yeni bir yaşam kurma konusunda ümitsizdir.

  Kendisini yalnız, yalıtılmış ve “ağırlık merkezi kaymış” olarak görür. 22 Şubat 1942 gecesi Zweig çalışma masasının başına geçer. Bir veda mektubu yazar. Oldukça özenle. İlk yazdığını beğenmez, çöpe atar.  Mektubunda, açık bir zihinle, kendi iradesiyle ve halen ayaktayken hayatına son vermeye karar verdiğini anlatır. Ütülü gömleğinin üzerine kravatını bağlar; en güzel elbisesini giymiş ve kendisine eşlik edecek eşi Altmann ile birlikte yüksek dozda barbiturat alarak yataklarına uzanırlar.

  Araştırmalar gösteriyor ki intihar girişiminde bulunup da başarısız olmuş kişilerin bir daha intihar etme eğilimleri fazla görünse de, yeniden intihara teşebbüs etmiyorlar.

  Ama niçin? Bu soruya insanların çok geniş, derin iç dünyalarının anladığımızda cevap da bulacağız…

  Voltaire bu konuda şu görüşü ortaya koyar; “ İlkel insan yaşama güçlükleri karşısında kendisini öldürmeyi düşünmez, bu düşünce uygarlaşan insanın duygululuğunun bir ürünüdür.”

 İntihar eden insanların tümünün ruhsal problemi olmadığı yapılan araştırmalarda ortaya çıkıyor. Bu da bu konunun önemini, farklılığını, gizemini ortaya çıkartıyor. Söz konusu olan canlı insan; evrenin bir parçası; şu an bilinen en akıllı canlı…

  Camus’da bu konuda düşüncesini ortaya koyar; “ Hayat anlamsız olabilir, ama belki de yaşamaya değer. Evet, saçmanın kabulü kişiyi umut yanılsamasından kurtarır, fakat umuttan yoksunluk, umutsuzluk değildir.”

  Bir televizyon programında bir doktora katılımcılardan bir kadın şu soruyu sordu;
-         Efendim, bugünün ilişkileri niçin bu kadar çabuk bozuluyor?”

   Doktor, bilge bir duruluk içinde kendisinden bir örnekle yanıt verdi;

    Benim annem hiçbir şeyi atmazdı. Onu tamir eder tekrar kullanırdık. Şimdi, uygarlığın hızla değişim yaşadığı bu zamanda aynı tamiri ilişkiler de istiyor.

  Hızlı üretimin, hızlı yaşamların sevgiden, istikrardan yoksunluğu; mutsuzluğu da doğuruyor. Doygunluğu, boşluğu, korumasızlığı belki de cezalandırıyordur intiharı seçen insanlar; kim bilir…


   Güven Serin
 




  

20 Ocak 2015 Salı

SOYUT DÜŞÜNCENİN GÜCÜ


Yıldız Moran-Pera Müzesi-Arşiv

SOYUT DÜŞÜNCENİN GÜCÜ

  Dünya mimarisi, özellikle insan merkezli ülkelerin şehirleri ve bu şehirleri yücelten, huzurlu yaşam merkezlerine dönüştüren, mimari ve mühendislik hızla ilerliyor.

  Bu ilerleyiş karşısında kendi ülkemin, kendi şehrimin mimarisine bakınca donup kalmamak elde bile değil. Her tarafta donukluk, en yüksek kazancı elde etme kokuları duyuluyor. Yerden hızla yükselen binaların insan ruhunu da bedeninde öte taşıdığı belli olduğu halde; güneşten, topraktan, çiçekten, canlılardan uzaklaşan ve araç trafiği ile yaşamı zorlaştıran yerleşkeler…

  Cafe D Marin her zamanki gece buluşmamıza tanıklık ediyor. Necati Bey, İlyas Bey ve Yunus Usta soyut düşüncenin tanıdık, bildik sohbetini yapıyorlar. Şehrimizi temsil eden hiçbir hediyelik eşya almayışını, gelen turistlerin sürekli şehrimizi hediyelik sorduklarını İlyas Bey hatırlattı.

 Bu hatırlatma Yunus Ustanın oldukça ilgisini çekti. Ruhunda zanaat hisleri olan Yunus Usta, bu işin çok kolay olduğunu söyledi. Şehrimizin Rokoczi Müzesinin, Namık Kemal Evinin, Şarap Mahzenlerinin, rakısının, üzümünün, dağlarının hediyelik eşya için çok güzel simgeler olacağını gözleri parıltı saçarak anlattı.

  Onlar soyut düşüncenin derin gezintisiyle meşgul olurlarken bende onlara yakın bir öğrenim içindeydim. Önümde duran Mimarlık Dergisi ve orada yorum yapmış David Bohm’dan bir alıntıyı sesli okudum;

 “ Soyut yapısal işlerle uğraşmak zihni tazeler; bu işleri yaratmak ya da izlemek algının ve tecrübenin özüne kadar damıtıldığı aktif bir süreç gereklidir. Böylece dolaylı olarak, algısal tecrübenin doğasını tepeden tırnağa yeniden değerlendirmeyi sağlar. Sonuç olarak, yeni yapıların oluşumu ile bu şekilde elde edilen tecrübe yaratıcı bir faaliyet olarak ortaya çıkar.”

  İşini benimsemiş, yaşam kaygılarını nazikçe bir kenara atmış insanlar sadece para kazanmaktan öte, mesleklerini zarif ve faydaya dönük yapmaya çalışırlar. Hele, yaptığınız iş mimarlık, mühendislikse, şehrinizin ileri gelenleri, yöneticileri şehir meydanlarına, şehrin yaşam alanlarına önem verip, insan merkezli düşünüyorsa; üretmek için çılgına dönen hücrelerinizi zor kontrol edersiniz.

 Üretimin her çeşidi doğru sunumlarla şehir insanının refahına dönüşür. Küçük nesnelerden oluşan hediyelik eşya üretimini bile kkeşfetmeme pratiğe dönüştürmemek bu kadar zengin kültürleri olan bir ülke insanının ayıbıdır. Çanakkale, Kütahya, Avanos bu işlerin en yüksek, en geniş zirve yaptığı yerler. Şehrinizin temsil eden nesneleri, fotoğrafları orada bulunan esnafa, üreticiye aktardığınız zaman bugünkü teknoloji, imkânlar ile her gün, her hafta istediğiniz her türlü hediyelik eşya şehrinizde satışa hazır demektir…

 İlyas Bey’in Yunus Usta ile girdikleri soyut düşünce bize bu keşfi sağladı. Düşüncenin harekete, imkana, beceriye dönüşmesi, en az düşüncenin kendisi kadar yakın olduğunu görüp heyecanlandık.

 Aynı soyut düşünce şehrin hızla yaşanmaz hale gelişi için Belediye Meclislerinde tartışılıyor olmalı! Bugüne kadar şehri yağmalayan büyük popüler düşünce, şehrin yaşanmaz hale gelmesiyle yine ilk önce terk edenlerin öncülüğünü yapıyorlar. Adem Başkan zamanında başlayan, oldukça ağır işleyen şehir meydanlarının, parklarının, tarihi alanlarının açılması, bu dönemde gözle görülür bir ilerleme göstermiyor. Bu halk soyut düşüncenin ardından somut işleri görmek; her gün eziyete dönüşen yaşamını daha huzurlu, daha kentli, daha uygar ülkelerin standardına taşımak istiyor.

  Acaba Belediye Meclisimiz, Başkanlarımız bu konuda ne düşünüyorlar. Soyut düşüncenin demi oluşup artık kendi gösterisine hazır mı?

 Daniel Libeskind yüzü gülen, içinde soyut düşünceler hiç bitmeye bir mimar. Bizim şehrimize, mimarlarımıza, aydınlarımıza şu şekilde sesleniyor;

 “ Kent her şeyi hatırlatmalıdır.

   Mekanın size söylediklerini dinlemek zorundasınız. Bu seslerden bazılarını gürültü çok olduğu için duyamazsınız. Size fısıldayan sesleri dinlemelisiniz. Bu sayede mekanla çok hassas bir şekilde temasa geçebilir ve tarihe yeni bir değer katma adına sizi özgür bırakan bir bakış açısıyla denge kurabilirsiniz. Bu yüzden benim için geleneksel olan ve yeni olan arasında bir tezat yok.”

Güven Serin 

19 Ocak 2015 Pazartesi

ÇEVİR KAZI YANMASIN


Kamera; Güven

ÇEVİR KAZI YANMASIN!

  Elbette kazı yiyecek olanlar çevirmeyi de bilirler. Ama yine de hatırlatmakta fayda var; ateş fazlaysa, kaz yağlı değilse yanabilir; hem yağlanmalı, hem de çevirmeli; Amman a!

  Gecenin saati, diğer güne çoktan devrolmuştu. Saat gece yarısı ikiyi gösteriyordu. Kitap üzerinde uyuklayan bedenime uyku yerine bir parça ödül sunmak istedim. Televizyonu açtım. Sözüm ona bin bir emekle hazırlanan bir belgesel bulup biraz kültür çeşnisi yapacaktım.

 Kanallar arası gezinti esnasında Kanal 24 programına demir attım. Sahnede üç kişi vardı. Programı yöneten Ali Bayramoğlu ve diğer konuklar; Gülay Göktürk, Fadime Özkan. Söz Gülay Göktürk’e verilmişti. Uzun uzun konuşmasının ana fikri “ahlaksal üstünlük “oldu. O güzel, o özene bezene, o edebi ve mimari duruş içinde seslendirdiği konu bir mühendisin, uzman bir doktorun çalışması kadar incelikli, özenle seçiliyordu sözcükler.

 Malum, konu yine paralelcilerdi. Ama aydın olmanın, tarafsız görünme mantığının ağırlığı içinde farklı görünmeye çalışan bir konuşmacı vardı; Gülay Göktürk. Kendince formülü bulmuştu; “ahlaksal üstünlük”

 İktidarın ahlaksal üstünlük yolunda ilerlediğini, şimdi yüce divana gidecek, gönderilecek eski bakanların bir an önce gönderilmesi gerektiği; bu sayede iktidarın ahlaksal üstünlüğü daha da artacağını savundu durdu.

 Gülay Göktürk’ün konuşmasını Nasrettin Hoca dinleseydi bol bol göbeğini kaşırdı. Hangi ahlaksal üstünlük kızım! Sorusuna kürkünü, sarığını göstererek kıs kıs gülerdi. Elbet Gülay Göktürk konuşmasına odaklanmıştı. Oldukça ciddiydi. Öyle bir ciddi ki, bu konuşmayla, bu taraf olmakla kimsenin arabasına binmediğini, kimsenin düdüğünü öttürmediğini, onun savunmasının ayrıcalıklı bir şey olduğunu perçinlemeye çalıştı durdu.

 Esas sorun, dinleyici konumunda olan Ali Bayramoğlu ile Fadime Özkan’ın yüzlerindeydi. Gülay Göktürk ikide birde “ahlaksal üstünlük” dedikçe acaba ucu biraz kaçar da, iktidara dokunursa, bu güzel düzen, bu gösterişli forsları yok olabilir miydi? Yüzlerindeki; özellikle Ali Bayramoğlu’nun endişesi büyük bir esere dönüşmüştü. Endişenin resmi; büyük sanatçı öyle bir çizim yapıyor ki; sen istediğin kadar; haktan, helalden, adaletten söz et; kaz yanıyor, kaz kaçıyor; üstelik de balçıkla o büyük ışık sıvanmıyor.

 Velhasıl dostlarım; kitap üstünde uyuklarsanız, saat de gecenin bir yarısını çoktan geçmişse, benim gibi belgesel arayacağım deye “ahlaksal üstünlük” nutku sizi de yakalaya bilir. O zaman, nutkunuz tutulur; insanların bir parça ayrıcalık, bir parça dünyalık için nasıl da bütün öğretilere ters geldiğinin şaşkınlığını yaşarsınız.

  Hazırlıklı olun! Şimdi yeni moda “ahlaksal üstünlük” eğer ki dört eski bakan yüce divana giderse; iktidar Göktürk’ün söylediği gibi ahlaksal üstünlük yolunda biraz daha yol alacak ve ona inananları büyük ahlak zenginliğine boğacak…

 Konuşmacıların tümü eksiksiz olarak birbirlerine katıldıklarını söylediler. Onların tek düşmanı vardı, paralel oluşum… Daha çoktan belliymiş. Peki, ama çoktan beri inçin yoktunuz; neredeydiniz demek istedim; diyemedim. Çünkü ahlaksal üstünlük oldukça önemli bir kalkan oluşturmuştu. Sormayacak, sorgulamayacak sın. Sadece safraları atacaksın; o zaman, tekrar yükselecek sizi uçuran balon…

 Ne mutlu bir uçuş; nice uygarlığın tepesi, zirvesi, patronu, kralı, firavunu hep denedi. Ne safralar atıldı; ne kurbanlar verildi; ama büyük kokuşma, çöküşler önlenemedi. Biraz daha tarih; biraz daha felsefe, biraz daha edebiyat diye yalvarıyorum…

 Güven Serin 

 



 





  

17 Ocak 2015 Cumartesi

TARİHİ ve MİMARİ HAFIZA


Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi - İstanbul

İç huzurun dışa taşıp,dıştaki huzurun içe
akacağı yer;uygarlıkların sarmaş dolaş
birlikteliği...


TARİHİ ve MİMARİ HAFIZA

  Kadir Başkanın sözlerinden birisiydi şehrin Tekirdağ'ın özgün haline kavuşumu sağlamak. Kuralsız, kanunsuz, nizamsız; mimarinin estetiği, çevreyle uyumu gözetmeden yapıların yıkılması ve şehrimizin yüz yıl önceki haline kavuşması…

  150–200 yıl önceki İstanbul'u, Osmanlı'nın son zamanlarına ilerleyen zamanın nasıl bir mimari gösteriye dönüştüğünü de tarihe açılan sayfalardan anlıyoruz. O dönemlerin demokratik olmayan, siyasi güç gösterisine dönüşen bu yapılar heybetli bir yalnızlık içinde bugünde ayakta duruyorlar.

  Yıldız Sarayı, Çırağın, Beylerbeyi, Dolmabahçe Sarayları… Bir uygarlık düşünün ki, çökme noktasına gelmiş ama güç gösterisinden vazgeçmiyor. Borçlanarak, mimarinin baş döndürücü yapıları bir bir ortaya dikmişlerdir.

 Bilinen bir gerçek var ki, mimari tekrar sorgulanıyor. İnsanoğlunun yürüyüşü her dönemde tek bir düşüncenin hakim olduğu zamanlarda mimariden hep faydalanılmıştır. Mimarinin fiziki yüksekliği, şaşırtıcı cepheleri kralları baştan çıkartıp halkları için büyük yaptırım gücü olarak kullanmalarına neden olmuştur. Firavunların piramitlerine çok yakından kulak verirseniz, o yapılarda çalışan insanların terlerinden öte kanlarını, eziyet edilişlerini görebilir; o güzel yapının yanında fotoğraf çektirmekten ürkebilirsiniz…

  Osmanlı Saraylarının içinde de korku vardır. O yapıların gizli tünellerinde daima gizlenmiş, pusuya yatmış ölüm ve kan kokuları beklerler. Tarihin hafızası bunları bilir ve merak edenlere saklar. Mimarinin hafızası da ortaya çıkış nedenlerini sorgular.

  Mimar Belkıs Uluoğlu’nun detaylı bir şekilde ifade ettiği gibi;

“ Mimarlık ürünü eğer ki sadece biçimler dünyası değil ise ve bu biçimlenişler ya da somutlanmalar birer yaşantı taşıyıcısı, hikayelerin anlatıcısı, duyguların hatırlatıcısı, varlığımızın tanımlayıcısı, ortaklıklarımızın kanıtı iseler, mimarlığın nasıl yapılacağının bilgisini aynen onun gibi olmayarak, ama onun nasıl olduğunu bilerek-bize sunan da yine geçmiştir. Geçmişi bilmek demek onu aynen tekrar etmek anlamına gelmez, gelmemelidir.”

 O büyük gösterişli yapılara tüm kalbimizle dokunduğumuz zaman gerçekten de varlığımızı tanımlayan, ortaklığımızın bir kanıtı gibi duran bir şeyler hissediyor muyuz? Bunu anlamak için, mimariyi, tarihi, felsefeyi; kısacası yaşamı anlamaya çalışmak gerekir…

  Uğur Tanyeli tarih ve mimari bilgisini kendi felsefesiyle birleştirip bilinen, sadece bir hikaye gibi uzakta kalan yakın geçmişi bir kez daha hatırlatıyor;

  “ Naziler’in 1930’larda Almanya’da yaptığı Şansölyelik binası (Reichskanzlei) inşa edilir. Ona baktığında, her Alman’da liderin yüceliği fikrinin yeşermesi amaçlanır.”

 Yani her Alman’ın zihninde o büyük taş yapının, heybetli gücü karşısında iktidarın da yıkılmaz olduğunu düşünecek! Bu düşünce içinde milyonlarca insan öldü; hem de bütün insanlığın gözleri önünde…

 Ya bugün; Bin odalı sarayımızın yaşama katacağı şey nedir? Hangi demokratik uygulamalarla halkın bilgisine sunuldu. Halkın böyle bir yapıya, büyük gösterişe ihtiyacı vardı da yetmiş milyonun haberi mi yoktu?

 O yüzden, tarihin, mimarinin hafızası önemlidir dostlar. Heybetin yüceliğini, ihtişamını anlamaya çalışırken; bize taşıyacağını; geçmiş ile bugünün arasındaki bağının ne kadar demokratik, ne kadar bütünleyici olduğunu da bilmenin insan keyfi; bizi büyük çelişkilerden de arındırmaya yetecektir. 

  Uğur Tanyeli bir hatırlatma daha yapıyor; İngiltere Başbakanlarının Downing Street 10 numaradaki ikametgâhlarının mütevazılığını… Bu mütevazılığın içindeki beyinlerin tüm dünyaya bakışlarını, yön verişlerini ve ekonomi durumları, bizim abartılı ekonomimizden üç kat büyük olduğunu da bilmemizde yarar var.

 Mimari ve mühendisliğin bir araya getirdiği matematik ve fizik biliminin de büyük katkılarıyla İstanbul Boğazına 3. köprü yapılıyor. İsmi de büyük gösterişle açıklandı. Peki, ama bu ülke insanının ortaklığının bir kanıtı olacak mı? Siyasi tercihlerin, demokratik olmayan yönetimlerin mucizeleri her zaman çökmeye muhtaçtır; çünkü içinde halkın dinleyeceği hikâyeleri, yaşam taşıyıcı birleştirici harçları yoktur…

 Tarih, mimari önemlidir; yanında felsefe, siyaset ve demokrasi varsa daha da önemli ve varlıklarımızın tanımlayıcısı durumuna dönüşür.

 Güven Serin 


14 Ocak 2015 Çarşamba

SEÇİCİ OLMAK


Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi-İstanbul
Özen ve seçiciliğin sanata dönüşmüş estetik değerleri
;on binlercesi burada...
SEÇİCİ OLMAK

 Günümüzün, hatta tüm zamanların en önemli yaşam şartlarından birisi “seçici olmak” İşte o zaman, iyinin, kötünün, aydınlığın ve karanlığın ne girdabında, ne de sarhoşu olarak gezinirsiniz; tercihlerinizin sefasını, cefasını sürer yaşama size ait izler bırakırsınız.

  Gecenin ilerleyen saatleri Laf Lafı Açıyor televizyon programına kulak verdim. Mesut, oldukça mesut bir insan haliyle ağır konukları karşısında ısınma turu atmaya başladı. Seyyal Taner, Hakan Ural, Küçük İskender ve bir de Astrolog konuklar arasında.

  Televizyon kanalları arasında seçici olmaya çalışıyorum güya. Neredeyse reddeder hale geldiğimin de farkındayım. Ucuz hokkabazlığın, yanlı duruşların tükenmişliği medyayı o kadar sardı ki, ister istemez seçici olma telaşına kapıldım. Ama her yerde yağmur yağıyorsa, fırtına her tarafı sardıysa bir şekilde ıslanarak, fırtınaya tutunarak yol alacağınızın da işareti verilmiştir.

 Kitap sonrası dinlence adına ben de Mesut Yar’ın programına tutunmaya çalıştım. Konuklar ağır elbet. 70’li, 80’li yılların Seyyal Taner’i, beyefendi görünümü içinde her an “efendi” olabilecek Hakan Ural, ses tonunu, irade seçkinliğini ilk kez dinlediğim Küçük İskender ve ismini unuttuğum Astrolog bir yıldız gibi parıltı saçıyordu.

  Konuşma ilerledikçe konukların ve konukları ağırlayan Mesut Yar’ın da yüz haritası vaziyeti idare etme, doğallığın üzerini kapatan makyajın terle akacak duruma dönüştüğünü gördüm. Değişmeyen iki yüz; birisi Astrolog olarak bulunan, yüzündeki gülümsemeyi çoktan yıldızların ışığına sabitlemiş adam… İkincisi Küçük İskender; orada niçin bulunduğunu, sorulan sorulara, karşısında duranın hokkabazca beklentisi için değil, kendi öz iradesiyle yaşamdan anladıklarını bu kavramları şiirin en özgün haliyle aktaran yüzüydü.

 Özellikle Hakan Ural’ın beyefendi görünümündeki sırıtmaları, diş göstermeleri ilerleyen komediyi, trajediye dönüştürmeden resmen oradan kaçtım. Zaten uygum da gelmişti. Alacağım ana fikri, öz yargıyı centilmence çoktan da almıştım…

  Neredeyse tüm ülke insanının tanıdığı şimdi aramızda olmayan Aziz Nesin’in Okuma Güncesi ismindeki kitabında 1 Nisan 1977’de notları arasına aldığı notu, seçiciliğin hatırına paylaşmak istiyorum:

  “ Okuduğum iyi roman, dinlediğim iyi bir müzik gibidir. Beni coşturur ve bana ölümü düşündürür; öleceğimi bana anımsatarak beni çalışmaya iter. Zamanımın kalmadığını, ivecenlikle iyi şeyler yapmam gerektiğini düşünürüm beni etkileyen romanları okuyunca. Ve bana bu duyguyu veren romanlara iyi roman derim.”

 Bu tespiti, içtenliği derin bir ruh, emek analiziyle yapan Aziz Nesin’in tercihini yaşamın bütün alanına aktarmak mümkündür.

 İzlediğimiz televizyon programlarından, sinemalara, tiyatrolara, dinlediğimiz arkadaşlara, komşulara kadar; bizi etkileyen, bizi düşündüren, insanın duygularla akıldan ibaret olduğunu hiçbir zaman unutmayan; hokkabazlığın, palyaçoluğun da büyük emek ve beceri istediğini bilen kişiler bizi mutlu edecektir.

 Yapaylıktan ayrılmış, kendimizle baş başa kaldığımızda da korkmadığımız, aydınlığı sadece ışığın aydınlığı saymayıp, gecenin onarıcı karanlığının da bir aydınlık olduğunu anımsatmaktalar; eğer ki seçici olmanın lüks bir şey olmadığını bilip, ona sımsıkı yapışmanın erdemine layıksak…

Güven Serin 





  


12 Ocak 2015 Pazartesi

ÇEŞM-İ SİYAHIM


Kamera; Güven  Uçmakdere Köyü-Tekirdağ

Her daim filozof bakışlarıyla gülümseyen kahveci İbrahim,
Marifeti Yunus Usta


Kamera ; Güven Ganoslar Sahili

Sanki Truva Şehrine ayak basmış kahramanlar gibi;
Yunus Usta, Mehmet, Erdem ve Çetin Bey

Gezi sonrası,gün geceye ilerleme telaşı,biz yorgun
İbrahim'in kahvesine gitme,çay demi telaşı...


Kamera; Güven Platon Dere Vadisi,
çeşmelerin, suların yer çekimiyle dans ettiği yer;
suların tınısı vadinin yamaçlarında coşku içinde
yankılanıyor...


Kamera; Güven  Platon Dere Vadisi Yamaçları

Döngünün beyazlığı,bahara sızan can suları
taşımakla meşguller;insan neyle meşgul;kim bilir...


Kamera; Güven Platon Dere Vadisi

Sıfır rakımdan derinlere; beş yüzlü rakıma çıkarken
verilen dinlene zamanları..


Kamera; Güven 

Şairin dediği gibi; "severim ben küçük insan koylarını" 


ÇEŞM-İ SİYAHIM

 Bir yolculuk daha yola çıkma fikrimizi netleştirdi. Yılın ilk günü kış nasıl iddialı bir giriş yaptıysa biz de yeni yıla hızlı bir doğa serüveni içinde girdik. Tekirdağ coğrafik olarak özenle, imrendirecek bir yerde almasına rağmen, özenle döşenmiş, özenle imar edilmiş bir yer değil; ne hazin…

  Yol yine Ganoslara uzandı. İç sevdası doğanın mevsimlere olan aşkı gibi, döngünün tarifsiz işleyişi gibi işledi…

  Ganoslar Diyarı deyince akla Uçmakdere gelir. Vadinin derinlerinde, taş ve ahşabın, billur suların akarak denize doğru ilerlediği yer. Bir de kahveci İbrahim akla gelir; her daim gülümseyen, taze çayı, ıhlamuru, adaçayı olan İbrahim…

 Ganosları anlamak için onun baharat kokan tepelerinde olduğunuz kadar derin kalbine uzanan vadilerine de uzansanız iyi olur. Biz de öyle yaptık. Yunus Usta, Mali Müşavirlik Mesleğinde hak eden duruşa sahip olduğu kadar gezi kültürünü de özümsemiş Erdem, Çetin Bey ve Mehmet; ekip, birçok gezi grubunu kıskandıracak özelliklere sahip. En önemlisi; söz konusu doğa ise; koşulsuzluğa sımsıkı tutunmuş durumdalar…

  Bu seferki Ganos gezimizin uğrak yeri, bir çocuğu delicesine heyecanlandıracak bayram hediyesi gibiydi; Uçmakdere ile Gazi Köy arasında bulunan Platon Dere Vadisi. Derelerin ırmak olmaya özendiği bu yerin suları denize doğru çocuk tutkularıyla koşuyor…

 Platon Dere Vadisine ilk kez adım attık. Yaklaşık 6 km ilerledik. Biz ilerledikçe suların, beyaz karlardan eriyen o duruluğun marifetli uğultularını en güzel şarkı nağmesi gibi dinledik. Yukarılardan avcıların silah sesleri tüm vadiye yayılıyor. Domuz avına çıkmışlar…

 Gezi yazımın başlığı Âşık Mahzuni Şerif’in anısına. Bir şarkıya, türküye geçmiş duyguları ancak duygulara; o muazzam fısıltılara beyaz karların duruluğunda akan dereler gibi duru bakıyorsanız anlamını, insandan insana akacak olan organik bağı yakalayabilirsiniz.

 Sabahın erken saatleri Yunus Usta beni almaya geldiğinde aracın radyosunda Mahzuni Şerif’in bu şarkısı çalıyordu;

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım/ Önümüzde dağlar sıralansa da/ Sermayem derimdir servetim ahım/ Karardıkça bahtım karalansa da…

 Bu topraklara insan duyguları, hissedişleriyle kazınan türkülerin anlamları büyüktür. Tıpkı insanın kendine, kendi çevresinde bulunan doğanın içine, derinlerine inme anlamı gibi… Platon Dere Vadisi, birkaç gün önce selam veren kışın bütün görkemini gösteriyordu. Kar yığınakları güneşin yüksek erdemine rağmen kardan adam yapmaya yetecek hatta kar topu oynayacak kadar çoktu.

  Bu büyük kar ve soğuklarda Uçmakdere Köyü iki gün elektriksiz kalmış. Yollar kapanmış. Büyükşehir Belediyemiz elinden geleni yapsa da, yeterli ve gerekli makinelerin eksikliği gözler önüne seriliyor…

 Büyük şehrin başkanı Kadir Albayrak bunu iyi bildiğini gördüğünü biliyorum. İyi bir makine parkını oluşturması gerektiğini, acili yetini vurgulamak istiyorum. Bir başka önemli konu ise Uçmakdere Köyünün tükenen son haline acilen bir can suyu… Burası hatta burası gibi 16 Şirince var diyen Kadir Albayrak, tükenmiş bağların, yok edilmiş tütün tarlalarının, ipek böceği dutlarının yerine gelmeyeceğini biliyor. Ben de öyle… Çünkü bunları ekip, dikecek gençler çoktan şehrin tenha gölgelerinde eridiler…

 Uçmakdere Köyüne yapılacak birkaç örnek butik otel, çok iyi bir başlangıç olacaktır. Ihlamuru, Adaçayını, Kekiği çok daha yaygın ve kazançlı hale getirecek bir sürü çözüm yolu var. Köyün merkezinde bulunan 86 numaralı ahşap bina; ilk el atılması, turizme kazandırılması gereken yerlerden birisi; bilgine sunulur Kadir Başkan…

  Her gezinin önceliği koşulsuzlukta, doğanın içinde var olmak; Fransa, Almanya, İtalya’dan önce kendi şehrini, ülkeni tanıma arzusuysa; hikâyeniz yazılmaya, maceranızın damlaları sevgi dehlizlerin-ize akmaya başlamıştır; bu akış, tıpkı beyazlığın eriyikleri gibi; tılsımı bir tını, bir coşku; bir yaşam sunumu gibi; ey değerli dostlar…

 Ganoslara, Yeniköy’e, Uçmakdere’ye yaptığımız her yolculuk gözlerimle gördüğüm tanık olduğum insan isyanı yaşadığım anı da burada anlatmak isterim. Bu zarif yerlere en pahlı arabasıyla, en pahalı parfümleri sürünerek gelen bir sürü insan; kimi piknik, kimi spor yapıyor.

 Ama niçin çöplerinizi bu düş diyarına bırakıyorsunuz? Niçin kirletiyorsunuz? Bilmenizi isterim; saf doğayı kirleten insanların ruhları da kirlidir; ne kadar pahalı görünürseniz görünün…

  Hamam, sauna iyi bir beden toksin temizleyici-sidir. Doğa, Ganosların esintili, baharat kokan vadileri ise ruhsal toksinlerin izi temizler; iyi bir doktordur; üstelik yan etkisi olmayan ilaçlar yazar size; bilmenizi isterim…


 Güven Serin

  





8 Ocak 2015 Perşembe

MERHABA DOSTLARIM


Galata Salt 

MERHABA DOSTLARIM!

Büyük Fransız İhtilali öncülerinden Babeuf idamından birkaç saat önce dostlarına yazdığı mektupta ; “ Merhaba Dostlarım! “ diyerek başlamıştır söze.

 Bu seslenişi yapan ve gün doğmadan idam olacak Babeuf daha 37 yaşında. Aydınlık, demokrasi, adalet yanlısı Babeuf… Arkadaşı Darthe ile birlikte ölüme mahkûm edildi. Niçin? Kralın sofrasında şamataya uyum sağlamadığı, açlığı, sefaleti, soğuğu, çaresizliği gördüğü için…

  Ölümler (zamansız ölümler), öldürmeler hiç bitmedi. Daima bir formül bulundu; adaleti, demokrasiyi isteyenlerin sesini, soluğunu örtmeye. Öldürmenin, yok etmenin kıyımı, ona ait çözümler kadim zamanlardan bu yana insanla birlikte dolaşan canavarın hiç bitmeyen oyunudur. Kanlıdır, zalimdir, korkutucudur…

  Her akşam gittiğim Cafe D Marin denizin çok yakınındadır. Özgürlük olarak bildiğimiz maviliğin; ışığın seçeneğine göre, grinin, siyahın, dalgaların, duruluğun olduğu yer… Her akşam arkadaşlarımla birlikte oturduğumuz masaya, hiç eksilmeyen minnet ile bakıyorum. Sesimiz, soluğumuz, yaşama olan inancımızın ayakta duruşu için…

  Bameuf ve arkadaşı Darthe kendi ülkesinin sancıları için çırpınırken; günümüzden 217 yıl önce Fransız İhtilaline öncülük etmişken, bizler de, sesli düşünme, hareketin, öğretilerin içinde olmanın batılı şehrinde yaşayan bireyleri olarak övünmek yerine dövünüyoruz. Her akşam, her gece…

 İnsan olmanın, öğretiler ve sezgilerle donatılmanın gücü, zamanı, zamansızlığı neyi veriyorsa, sizler onun davasını sürersiniz. Bugün, kendi bölgemizden, diğer insanlık bölgelerine anlık imrenmeler, iç acılarıyla bakarken, yine yaşadığımız yerin ana sorunlarıyla her gün kavrulup duruyoruz.

  Olmayan gece hayatına, hemen karanlık çöken evlere, denizinin tükenişine, dağlarının değer bilinmeyişine; devasa bir şehrin yanında yaşayıp ta turizmin nimetlerinden faydalanmamasına içerleyip duruyoruz.

 Zor olanda bu; dünya, ülke, bölge sorunlarına, çığlıklarına kulakları kapamadan, kendi şehrimizin yokluğuna, çırpınışına da gözlerimizi açık tutmak…. Her insanın yapabileceği bir şeyler var; bir taşın kaldırılması, bir tek çocuğun özgüven ve çocuk ruhuyla korunması; bir tek fidanın dikilmesi gibi…

  Önümde duran Bilim Dergisi çok taze bilgileri, bildik o vahşetleri matematiğin şaşmaz bilim oluşuna güvenerek anlatmaya çalışıyor.

  Dünyada 100-140 milyon kız çocuk, kendi istekleri dışında sünnet ediliyor. İnsanlık dışı bu çığlığı duyan ve gören kaç kişi? Bu çocukların 3 milyonu; her yıl, sünnet sırasında hijyen kurallarına uyulmadığı için ciddi sağlık sorunları yaşıyor.

  70 milyon kız çocuğu kendi istekleri dışında 18 yaşından önce evlendiriliyor. Kadınların % 45’ine şiddet uygulanıyor. Şiddet uygulanan kadınların % 75’i intiharın sınırında dolanıyor. Şiddet gösteren erkeklerin % 77’si kadınlar sözlerini dinlemedi mi, erkekliklerinin tehdit adlında olduğuna inanıyor. Şiddet gören kadınların % 20’si şiddetin evliliğin normal bir parçası olarak görüyor. Küçük yaşta uygun olmayan şartlarda çalıştırılan çocuk işçiler, iş güvenliği olmayan ortamlarda çalıştırılanlar, sosyal güvenceden, en temel haklardan, ihtiyaçlardan mahrum kalanlar; bu rakamlar, yine matematiğin, uygar olma uğraşı sayesinde ortaya dökülüyor.

 Şiddet, ağır karanlık, geleneklerin yüce baskıları; bu dünyaya, bir utanç anıtı gibi dikili duruyor.

  Babeuf, gün ışığına erişemeyeceği gecenin içinden, aklın ışığı ile mektubunu bitiriyor;

“ Allahaısmarladık. Dünya ile aramda küçük bir bağ kaldı;

  Gün ışığı yarın onu koparacak. Kötüler benden güçlü. Savaşı bırakıyorum. Tertemiz bir vicdanla ölmenin de tadı var.

  Canım ciğerim dostlarım, bir defa daha allahaısmarladık, son bir defa. Erdemli bir uykunun koynuna dalıyorum.”

  Güven Serin 


 



 

 



7 Ocak 2015 Çarşamba

VENEDİK TACİRİ


İstanbul - Tiyatro Pera

VENEDİK TACİRİ

  Venedik Taciri Shakespeare’nin eserlerinden birisidir. Bir oyun olmaktan öte yaşamın hiç bayatlamayacak hallerini, insan ustalığı, sanat zekâsıyla sahneye koyar…

  Tiyatro sanatı insanı, insan yolunda daha insan olmak isteyeni o hassas yere taşır. Düşüncenin rahatsız edici sorgulamaları, tükenişe giden çılgınlıkları özel bir ruh formülüyle analiz etmeyi öğrenir; yığınla gürültü, eşsiz ve erişilmez düşünceler arasında yaşam ferahlığı hissetmenizi sağlar.

  Elbette bütün eylemlerde, beslenmelerde olduğu gibi o ince çizgi aşılmadığı takdirde! Yani, kültür boğulması yaşamamak şartıyla! Bilirsiniz, yaşam sunan tabiat döngünün bütün hallerine ihtiyaç duyar. Rüzgâr, fırtına, haylaz bir yel… Güneş, yağmur, kar ve böcekler… Kuşlar; bütün canlılar; yaşamın renkleri ve o muazzam denge için vardırlar.

  Sanatçılar da öyle. Sanatın dallardan önce kökleri salınmaya başladıysa, sanatın özü hissedilmiş, evrensel var oluş zamansızlığa adanmışsa; ortaya konacak eserler, zamanlar ötesine akacak demektir.

  Shakespeare Venedik Taciri oyununda insana tabiat eliyle sunulan birçok olguyu gözler önüne seriyor. İnsanın sıfatlarını, insanlığın kendi aristokrat yolculuğunda diğer insanları aşağıladığını; her aşağılamanın kendi iç hesaplaşmasını, kendi nefretini oluşturacağını da anlatıyor.

  Tiyatro Pera’nın sahnelediği oyunlardan birisidir Venedik Taciri. Küçük; bir aile tiyatrosu sıcaklığında; oksijen kıtlığını yaşarken, kültür bolluğu yaşayacağınız bir yer…

  Tiyatro Pera’nın Sanat Yönetmeni, çevirmeni aynı zamanda Venedik Taciri oyununda Portia rolünde olan bir sanatçı. Bu sanatçının seslenişi, beyaz kâğıda düştükleri oldukça önemli;

 “ Bir sabah uyanıp da, doğup büyüdüğünüz yerde, ailenizin hatta atalarınızın ülkem dediği, insanlarıyla aynı milli duyguları paylaştığınızı sandığınız topraklarda yabancı olduğunuzu görseniz ne yapardınız? Düşmanlık ve aşağılamanın tek gerekçesinin var oluşunuz ve farklı yaşam biçiminiz olduğunu bilerek büyüseniz ve çıkarların zedelendiği ilk fırsatta, içinde yaşadığınız sistem tüm silahlarıyla karşınıza çıksa?”…

  Bu Shakespere eserinde bunu bulacaksınız. Aşağılamanın nasıl bir şey olduğunu, parasal varlığın, insanı kılık ve kıyafet soyluluğunun bir anda; kanun, kural, gelenekler karşısında en tepeye çıkıp, yerle bir olabileceğini tüm yüreğiniz ile göreceksiniz.

  Shylock isimli Yahudi tüccarın varlığına kızarken, Yahudi oluşuna insanca bakacağınızı, aşağılanmış bir insanın muhteşem bir canavara dönüşeceğini anlayacaksınız. İyi bir savunma ile son anda bile ölüm değil yaşam sunulacağını görürken, her şeyini kaybeden insanın, belki de esas şeyini; canını, özünü kazanacağını göreceksiniz. Shylock isimli Yahudi’nin 450 yıl sonra da yaşam içinde başka isimler altında; hemen her yerde, her kılıkta, her ırktan, dinden insanlar arasında şansını deneyip yol aldığını göreceksiniz…

  Adalet, usta ellerde bazen can kurtarırken, vicdanı, adalete inancı yıpranmış ellerde her an can-canlar almaya devam edecek…

 Şehrimize oldukça yakın olan İstanbul; bütün milletleri anlamamıza; onlardan önce kendi özümüze inme şansını verecek muhteşem bir kent. Bütün Anadolu’yu burada görebilir; diğer uygarlıkların izlerine dokunabilirsiniz.

 Tiyatro Pera bize birkaç saat uzaklıkta neredeyse insanlığın sentezlendiği yerde; Taksim’de, Sıraselviler Caddesinde…

 Güven Serin 


 







6 Ocak 2015 Salı

KİRLENMEMİŞ SAF BİR PINAR


Fotoğraf; İnternet
KİRLENMEMİŞ SAF BİR PINAR

  Böyle bir saflık-duruluk ancak doğanın en gizli yerlerinde olabilir. Gizli, derin ve yüksek yerleri vardır doğanın; tıpkı bir parçası olan insanın, insanlar içinde yaşarken, saf ve duru kalabildikleri gibi…

  Günümüzden yüzyıllar önce yaşamış İngiliz şair Chaucer için Edmuand Spenser ;

“ O, İngilizlerin kirlenmemiş saf pınarıdır.” Demiştir. Haklıydı da… Bu saf pınarı fark eden Shakespeare doya doya içmiş, kendi dehasını insandan insana, yetenekten yeteneğe akacak eserlerle ebediyete taşıma hakkını kazanmıştır.

  Harold Bloom’un her iki şair üzerinde yaptığı derin araştırma; neredeyse bir ömre sinen ebedi incelemeler elbette bu konuda saha ve söz sahibi olma hakkını; evrensel, edebi bir öncelik haline getirir.

  Bu incelemeler sonucunda Bloom şaşkına döner. Akademisyen eleştirmenlerin çaresizliğini, sığlığını görür… Şairlerden daha ahlakçı tavırları karşısında kızgınlığını saklayamaz…

 Hâlbuki Bloom’un şaşkınlığını, kızgınlığını üretimin, etkinliğin, yeniliğin, eserlere dönüşen sıra dışılığın olduğu her yerde ve her an görmemiz mümkündür. Ağır ağabeyler, ağır ablalar bilginin canını çıkarmak için elinden geleni yapmanın lütfünü sonuna kadar kullanmak isterler. Girdikleri odadan bir daha dışarı çıkmama kararı almışlardır. Tek pencereden gördükleri gün, güneş ve mevsimler; bildik anlatımları, kuruluğu, sıkıcılığı ve ahlakı anlatır durur…

  Bloom, sosyo-ekonomik adalet adına edebiyat çalışmalarını mahvedenleri günümüzün ahlakı, kendini beğenmişlik hastalığı olarak gördüğünü ifade ediyor. Ulusal Basına, Medyaya mikroskop değil çıplak gözle bakarsanız; Harold Bloom’u çok daha iyi anlarsınız. Anlamanız yetmez! Kritik anlarda saflık, dirilik, çözüm üreticilik ortaya çıkmalı…

  Bu çığlık çıkıyor, size ve ardınızdan gelenlere patika açıyorsa; yüreğinizi saf ve huzurlu kıldığınız, taze kokularla evrenin şarkısını söyleyip nice canlıyı mutlu edeceğiniz de bellidir…

  İngilizlerin kirlenmemiş saf pınarları varsa, bizim diyarımızda da bu pınarların bolluğu kirletilmeyi hak etmiş gibi edebi dünyanın, insan coşkusunun canına okunmak için her şey yapılmıştır. Onlara sorarsanız; edebiyat için, ilkeler için, ülke için diyecekler; kör vicdanlarında tek bir ter ve damla üretmemişliğin kısır ve nasırlı duyarsızlığına tutunacaklardır.

  Orhan Veli’de alaya alınanlardan, ahlakçıların saldırılarına uğrayanlardandır. Kendine usta süsü vermişler, düşünceyi, dizeleri; insanın içinde yeşerttiği aşkı tek tipe, tek renge boyamaya çalışmışlardır.

  Aynı zahmetli yolculuğu saf kalabilme onurunu yakalayan bir başka sanatçımız; ressamımız Asaf Hâlet Çelebi yaşamıştır. Yaşadığı zamanlarda değeri bilinmemiş, anlaşılmamıştır. Bu pınardan içecek bir Shakespeare olmadığı için; diğer pınarlarımız, uygarlıklarımız gibi zamanın tozlarına emanet edilmişlerdir.

 Asaf Hâlet Çelebi Farsça, Arapça, Fransızca, Hintçe ve Sanskritçe bilir. Bu bilmenin efendiliği, duruluğu alaya alınmasını, dışlanmasını engelleyemez. Ona “ Kırtıpil Hamdi” lakabını kıs kıs gülüşlerin, ahlakçı duruşları altında verirler.

 Behçet Necati Çelebi için şu sözü söyler;

“ Hayatta olduğu gibi somut malzemeyle soyut âlem yarattı; bir hayal ve duygu şairi değil, bir sezgi şairi oldu.”

  Deli diye akıl hastanesine kapatılan Fikret Mualla, iyi anlaşılsaydı saflığının pınarından kim bilir kaç sanatçı beslenecek; geri kalmışlığın ileri gitmişliği hayalleriyle avunmayacaktık.

  Sabahattin Ali’nin, Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül aldırma, şarkısını dinlerken efkârlanan yüce ahlak, soylu insanlık aynı sanatçının başı ezilerek öldürüşünü bir türlü anlayamamıştır.

 Bu diyarda; dünyanın her yerinde nice saf pınarlar vardır. Bunların suyundan içmek için illa Shakespeare’nin zekâsına sahip olmamız da gerekmiyor. Sadece bizmiş gibi bize yapışmış kibri, ezber söylemleri bir kenara bırakıp bilmediğimizi, döngünün sürekli öğrenmeye, izlemeye, dinlemeye ihtiyacı olduğunu unutmayalım…

 Güven Serin  



 

 

  


5 Ocak 2015 Pazartesi

MOBBİNG


Fotoğraf; İnternetten


MOBBİNG-BEZDİRME-YILDIRMA-PSİKOLOJİK TACİZ

  Hangi iş yerine gidersiniz gidin bir parça mobbing bulmak mümkündür. Hatta hangi eve, kapalı kapıların ıssız diyarlarına gidersek gidelim mobbing iyi bir gizlenme ustası gibi biraz çabadan sonra bize yüzünü gösterebilir.

  Bitmemiş insan yolculuğu tamamlanmamış psikolojik yapısı; bin bir güzellik yanında inanılmaz arızalarla doludur. Gurur, kibir, hırs; geri bildirimden yoksun bir vicdan… En eğitimli insandan, en eğitimsize kadar hepsi mobbing uygulayıcısı veya kurban durumuna düşmüş olabilir.

 Mobbingi besleyen birçok neden vardır. Kurbanın sessiz oluşu, zamanında şikâyetçi olmaması, korkuları gibi… Mobbing ustaları kurbanlarını sınarlar. Daha sonra kendi toplumu içinde kabul görecek hale getirip zorbalık kanunlarını uygulamaya geçerler. Dışlama, yalnızlaştırma, psikolojik eziyetlerin bazılarıdır.

  Prof. DR. M. Emin Önder’in anlattığı doğrultusunda kişilerin ruh sağlığı, fiziksel sağlıklarını etkileyen çok önemli stresördür. Kişileri çaresiz bırakıp tüketilme özelliğine sahiptir.

 “ Travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, tükenmişlik sendromu, anksiyete bozuklukları, fiziksel hastalıkları hatta bireylerin intiharların yüzde 15’ler civarında olduğunu göstermektedir.”

  İnsanın yüceliğinin yanında zorbalığı da büyük insanlık kaidesi üzerinde iyi ve kötü bir anıt gibi dimdik ayaktadır. Bu zorbalıkların en kötüsü de büyük çoğunluğu birçok insanın gözleri önünde yaşamın biricik parçası gibi sürüp gider.

  Mobbing, yani bezdirme, psikolojik taciz en yakınımızdaki okulda, hastanede, bir başka işyerinde; az veya çok muhakkak uygulanıyordur. Biraz dikkatle bakınca; her gün eleştirdiğimiz, yetmezlik, memnuniyetsizlik içinde bize hizmet vermeye çalışan hemşirenin, doktorun, maliye çalışanı, belediye çalışanının gülmeyen, gülümsemeye çalışan yüzünde mobbingin derin izlerini görebilirsiniz.

  Kendimizin önemi ve önemsizliği o kadar derin ve o kadar uzağa kaçmıştır ki; dibe vurulmuş kadercilik anlayışı yanında, korkunç ilgi, alaka bekleme telaşı içinde “ benim kim olduğumu biliyor musun!” haddini bildirme telaşı içinde saldırıp duruyoruz.

  Bilim çalışmalarında, renk ve göz alıcı teknolojide en önde koşturan tüm insanlığın işine karışma büyüklüğü gösteren ABD’de yaklaşık altı çalışandan birisi yıldırma mağduru olduğu biliniyor. Avrupa’da bu sayı % 11 düzeyinde. ABD’de kamu çalışanları arasında yapılan incelemelerde % 42’si kadınlar, % 15’i erkek çalışanlar olmak üzere, iş yerlerinde duygusal tacize ve zorbalığa uğruyorlar.

  İsveç’te intiharların % 15’nin yıldırma kaynaklı olduğu biliniyor. Tayvan % 50,9, Bosna % 76 , ülkemizde ise yıldırmaya maruz kalma oranı % 86,5 olduğu belirlenmiştir.

 Ne kadar övünsek azdır değil mi dostlarım! Çalımımızdan, gururumuzdan, çifte kavrulmuş kabak çekirdeği gibi tatlı sözlerimizden geçilmezken; yıldırma konusunda, bezdirme yolculuğunda da en önlerdeyiz…

 Mobbing konusunda en hassas ülke Almanya. O yüzden yerle bir olmuşken çekim kuvvetine sahip güçlü bir gezegene dönüşmüştür. Almanya mobbingi “hastalık yaratan bir durum” olarak kabul etmiştir.

 Zorbalarla ilgili yapılan çalışmalarda bu kişilerin saldırganlık eğilimlerinin oldukça yüksek, şefkat duygusundan yoksun olduğu anlaşılıyor. Kurbanın ise en önemli özelliği kendini savunacak durumda olmaması. Kolay bir av olması…

 Tacizciler genellikle benmerkezci, önyargılı, kendi normlarının benimsenmesinde ısrarcı kişiler oluyor. Kurbanları ise, çekingen, kaçıngan kişiler. Kendini ifade etme ve hakkını aramada zorlanan kişiler.

 Alınacak önlemlere gelince; iş yeri yaşamının demokratikleşmesi, çift taraflı denetim ve geri besleme. Şeffaflık, bağımsız denedim. Yükselme ve pozisyonların, işe özgü nesnel ölçütlere bağlanması.

 Kişisel önlemlere gelince; rahatsızlıkları geciktirmeden, biriktirmeden anında söylemek! Haksız, baskıcı uygulamaları ve taciz girişimlerini başkalarıyla paylaşmak! Amirlerden gelen anlamsız emirleri ve uygulamaları yazılı olarak kaydetmek! Uygunsuz davranışları üst makamlara bildirmek! Gerekiyorsa, tıbbi ve psikolojik yardım almak; hem yardımcı olacak ve hem de kanıt…

 Güven Serin 

3 Ocak 2015 Cumartesi

YENİYIL GÜNEŞİ-ALFA TANGO ALFA TANGO


Fotoğraf ;İnternet

YENİ YIL GÜNEŞİ- TANGO ALFA TANGO ALFA

 Döngü bir dönemini daha tamamladı. 365 günlük büyük tur, inanılmaz yol kat eden dünyamız milyarlarca yıldır döndüğü gibi, o görkemli yolunu devam ettiriyor. Bir güneş yılı; bir kelebek, bir arı, ağustos böceği için hiç görmeyeceği kadar uzun…

  Bir insan için bir yılın önemi; birbirine benzeyen yıllar arasından kurtaramadıysa hiçbir anlam ifade etmez. Çocuksa bir an önce büyümeyi, zamanın hızlı akmasını ister. Yaşlanmanın ayak seslerini duyduysa, gelecek paniği; zamanı durdurma telaşı… Anı kurtarmaya hiçbirisi yetmez! Anı yaşamak, gönül, görgü, bilgi ve ciddi bir irade işidir…

  Ocak ayı içerisinde güneş ile dünyamızın en yakın birlikteliği yaşanacak. Dünyamız güneşe 147 milyon km yaklaşacak. Göktaşı yağmuru 12 Ocağa kadar devam edecek. Halk arasında yıldız kayması, yıldız düşmesi olarak bilinen gösteriyi izlemek istiyorsanız gökyüzüne, kuzey yıldızının olduğu yere doğru bakmanızda yarar var; bolca dilek tutmanın kimseye zararı olmaz…

  Yağmur, kar, buz derken altyapısı olmayan, yetmeyen, mimariden uzak şehrimin güneşli gününde, kuzey esintisini arkama almış bir şekilde dostum Metin’in dükkânına gittim. İdealizmin soylu çocuğu Metin neredeyse otuz yıldan bu yana büyük bir kahramanlık destanı yazıyor. Ortaokulu, Liseyi dışarıdan azmederek bitiren arkadaşım; işini de yoktan var edenlerden…

  İş hayatının vazgeçilmezliğine inananlardanım. İş kolikliğe de hiç katılmayanlardan… Metin, iş hayatını zirveye çıkarmasına rağmen iş kolikliğin pençesine düşmek üzere; bunu kendi de fark etmiş olacak ki; “artık kafama göre takılacağım; yetti gari!” esprisini yapmadan edemedi.

 Metin’in esnaf kokan dükkânına girince yine bildik o ses;

 “ Tango Alfa, Tango Alfa… Eko, Delta…” Metin’in yıllara dayalı telsiz tutkusu tam bir ustalığa dönüştü. Dünyanın her tarafından dostları, haberleştiği insanlarla oluşturdukları ortak dilin dinginliğini yaşıyorlar. Güzel olanı, birbiriyle telsizle haberleşirken, özel zamanlarda çoğumuzun unuttuğu tebrik kartlarını; yani, postayı kullanıyorlar.

 Metin ile birkaç söz-sohbet yaptıktan sonra güneşin yoğun olduğu; bir kış günü hediyesi olarak sunulduğu sahile indim. Gölgedeki buzlar erimemiş. Dikkatli yürüyüş ve kuzey rüzgârına rağmen dünyamızın hızla yaklaştığı güneşin yaşam akışı…

  Sahilde İlyas Bey ile buluştuk. On beş dakikalık yürüyüşten sonra limana geldik. Limanın önü güneşin ışınlarıyla ödüllendirilmiş güzel bir kaplıca gibiydi. Kediler, limana yeni gelmiş kahve tüyleri olan kopoy cinsi bir köpek ısının kendilerine düşen payını alma uğraşındaydılar.

 Köpeğin ince tüyleri, sahipsiz oluşu, geceden yaşadığı üşüme güneşe rağmen titreme belirtileriyle ortadaydı. Güzel bir hayvan; ona el uzatacak herhangi bir bedeni hemen kabul edecek kadar da koşulsuz. Yeni olduğunu fark eden garsonlar; kimin olacağını, nereden gelmiş olduğunu sorguladılar. O sırada balıkçı Ayhan geldi. Oturduğu yerin yakınına gelen köpeğin balıkçı Ayhan ile kurduğu sessiz dostluk gözden kaçmadı. Ayhan başını okşayınca, köpeğin güneşe olan muhtaçlığı, insana olan dostluğuyla bir oldu…

  Limanın hayvan sever garsonu elinde kocaman bir ekmekle geldi. İlk önce köpeğe uzattı. Kokladı ama yemedi. Sonra az ileriye gidip kedilere seslendi. Aynı anda biri büyük, dördü küçük beş kedi ortaya çıktılar. Ekmek parçalarını her biri kokladı. Yemeye uygun bulmadılar. Dördü geldikleri gibi geri gitti. Sadece siyah beyaz olan; daha büyücek olan kaldı.

  Kalan kedinin bir amacı; hatta birkaç amacı olduğu biraz seyirden sonra ortaya çıktı. Kedi ekmek parçalarıyla oynamaya başladı. Bu oyun, hemen üstlerinde tele konmuş iki karganın dikkatini çekti. Kargalar ekmeği günün en değerli besini olarak gördüler. Öyle bir dikkatle takip etmeye başladılar ki; bir saniye dahi takipten kopmak istemedim. Bu takibin farkında olan kedi, ekmekle oynarken, bir yandan da ekmeğin güzel bir yeme dönüşmesini hayal ettiği, bu hayal karşılığında akşam yemeği olarak karga düşlediği belliydi.

 Sabırlı kargalar neredeyse ağızlarından sular akarcasına beklediler. Kedi de öyle; hiçbir yorgunluk, bıkkınlık göstermeden neredeyse 15–20 dakika ekmeklerle, topla oynar gibi oynadı. Ta ki, garsonlardan birisi kediyi yanına çağırana kadar; bu çağrıyı fırsat bilen kargalar; günün rızkını telaşlı bir şekilde kaptılar. Bu kapış, aynı zamanda diğer kargaların da kovalamasına neden oldu.

 Yeni yıl güneşi Tekirdağ’a limanına, orada yaşayan her türlü canlıya şakalaşma fırsatı veriyor. Balıkçı Ayhan’a da köpekle dost olduğunu söyledim. Bu dostluğu hatırına o köpeğe bir isim vermesini hatırlattım. Ayhan yüzünü kaplayan sakal ve bıyığına rağmen insan gülümsemesiyle köpeğin kulağına eğildi ve üç kez “buz, buz, buz” diye seslendi. Limana yeni gelmiş, sahipsiz köpeğin ismi Buz oldu.

  Yaşam, kimsenin yok edemeyeceği kadar gerçek… Kalın bulutlar ne kadar kapalı olursa olsun, yaşamın biricik hatırına açılmaya, rahatlamaya, dinlenceye çekilmeye muhtaç. Güneş, döngünün bin bir türlü hatırına, yakarken, var edecek; patlarken, dinlendirecek; bu döngü hiç üşenmeden sürüp gidecek; bütün kargaşalara rağmen; en yakınımızda bile eğlenceli, istikrarlı, önemli stratejilere sahip rızk mücadeleleri verilecek…

 Güven Serin