Kamera; Güven Arkeoloji Müzesi-İstanbul
Özen ve seçiciliğin sanata dönüşmüş estetik değerleri
;on binlercesi burada...
SEÇİCİ OLMAK
Günümüzün, hatta tüm
zamanların en önemli yaşam şartlarından birisi “seçici olmak” İşte o zaman, iyinin,
kötünün, aydınlığın ve karanlığın ne girdabında, ne de sarhoşu olarak
gezinirsiniz; tercihlerinizin sefasını, cefasını sürer yaşama size ait izler
bırakırsınız.
Gecenin ilerleyen
saatleri Laf Lafı Açıyor televizyon programına kulak verdim. Mesut, oldukça
mesut bir insan haliyle ağır konukları karşısında ısınma turu atmaya başladı.
Seyyal Taner, Hakan Ural, Küçük İskender ve bir de Astrolog konuklar arasında.
Televizyon kanalları
arasında seçici olmaya çalışıyorum güya. Neredeyse reddeder hale geldiğimin de
farkındayım. Ucuz hokkabazlığın, yanlı duruşların tükenmişliği medyayı o kadar
sardı ki, ister istemez seçici olma telaşına kapıldım. Ama her yerde yağmur
yağıyorsa, fırtına her tarafı sardıysa bir şekilde ıslanarak, fırtınaya
tutunarak yol alacağınızın da işareti verilmiştir.
Kitap sonrası
dinlence adına ben de Mesut Yar’ın programına tutunmaya çalıştım. Konuklar ağır
elbet. 70’li, 80’li yılların Seyyal Taner’i, beyefendi görünümü içinde her an
“efendi” olabilecek Hakan Ural, ses tonunu, irade seçkinliğini ilk kez
dinlediğim Küçük İskender ve ismini unuttuğum Astrolog bir yıldız gibi parıltı
saçıyordu.
Konuşma ilerledikçe
konukların ve konukları ağırlayan Mesut Yar’ın da yüz haritası vaziyeti idare
etme, doğallığın üzerini kapatan makyajın terle akacak duruma dönüştüğünü
gördüm. Değişmeyen iki yüz; birisi Astrolog olarak bulunan, yüzündeki
gülümsemeyi çoktan yıldızların ışığına sabitlemiş adam… İkincisi Küçük
İskender; orada niçin bulunduğunu, sorulan sorulara, karşısında duranın
hokkabazca beklentisi için değil, kendi öz iradesiyle yaşamdan anladıklarını bu
kavramları şiirin en özgün haliyle aktaran yüzüydü.
Özellikle Hakan Ural’ın
beyefendi görünümündeki sırıtmaları, diş göstermeleri ilerleyen komediyi,
trajediye dönüştürmeden resmen oradan kaçtım. Zaten uygum da gelmişti. Alacağım
ana fikri, öz yargıyı centilmence çoktan da almıştım…
Neredeyse tüm ülke
insanının tanıdığı şimdi aramızda olmayan Aziz Nesin’in Okuma Güncesi ismindeki
kitabında 1 Nisan 1977’de notları arasına aldığı notu, seçiciliğin hatırına
paylaşmak istiyorum:
“ Okuduğum iyi
roman, dinlediğim iyi bir müzik gibidir. Beni coşturur ve bana ölümü
düşündürür; öleceğimi bana anımsatarak beni çalışmaya iter. Zamanımın
kalmadığını, ivecenlikle iyi şeyler yapmam gerektiğini düşünürüm beni etkileyen
romanları okuyunca. Ve bana bu duyguyu veren romanlara iyi roman derim.”
Bu tespiti, içtenliği
derin bir ruh, emek analiziyle yapan Aziz Nesin’in tercihini yaşamın bütün
alanına aktarmak mümkündür.
İzlediğimiz
televizyon programlarından, sinemalara, tiyatrolara, dinlediğimiz arkadaşlara,
komşulara kadar; bizi etkileyen, bizi düşündüren, insanın duygularla akıldan
ibaret olduğunu hiçbir zaman unutmayan; hokkabazlığın, palyaçoluğun da büyük
emek ve beceri istediğini bilen kişiler bizi mutlu edecektir.
Yapaylıktan ayrılmış,
kendimizle baş başa kaldığımızda da korkmadığımız, aydınlığı sadece ışığın
aydınlığı saymayıp, gecenin onarıcı karanlığının da bir aydınlık olduğunu
anımsatmaktalar; eğer ki seçici olmanın lüks bir şey olmadığını bilip, ona
sımsıkı yapışmanın erdemine layıksak…
Güven Serin
YanıtlaSilMAVİ, dedi ki!
Kendini tanıyan, derinliğinin farkında olan insan; nerede ne kadar kalacağını da, neyi duymak isteyip istemediğini de iyi biliyor.
Bilincede tercih hakkını kullanıyor. kullandığın gibi...
Özellikle algıda ki seçicilik, yaşama güzellikler katıyor.
Yazdıklarını okuyunca, zaman en iyi tanıktır desek abartmamış oluruz değil mi !
Yaşanmışlıklar ve kültürde; seçici olmamızda etken oluyor.
Seçiciliği çok güzel tanımlamışsın, teşekkür ederim. Bende algıda ki seçiciliğe, bir örnekle, makalene eşlik edeyim !
Bir gün New York'ta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya çıkar. Gruptan biri, Kızılderilidir. İnsan kalabalığı, siren sesleri, yolda çalışma yapan işçiler ve makinelerinin çıkardığı gürültü ve yine yoldaki araçların korna sesleri arasında bu arkadaş grubu ilerlerken, Kızılderili olan, kulağına bir “cırcır böceği” sesi geldiğini söyler ve sesin kaynağını aramaya başlar. Arkadaşları, bunca gürültü arasında böyle bir sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip devam ederler yollarına. Ancak aralarından bir tanesi, aslında pek inanmasa da, Kızılderili arkadaşının “cırcır böceği” aramasına katılır. Kızılderili, caddenin karşısına doğru yürür, arkadaşı da arkasından takib eder ve binaların arasındaki bir kaç tutam yeşilliğin arasında gerçekten de bir “cırcır böceği” bulurlar.
Arkadaşı sorar Kızılderiliye: "İnsanüstü güçlerin olmalı senin! Söylesene, onca gürültü arasında nasıl duyabildin bu sesi?". Kızılderili, bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahib olmaya gerek olmadığını söyleyerek, kendisini izlemesini söyler arkadaşına.
Yolun kaldırım tarafına geçerler ve cebinden çıkardığı madeni bir parayı yuvarlayarak kaldırıma atar Kızılderili. Yoldan geçen çok sayıda insan, o madenî para sesinin ceplerinden düşen bir paraya ait olduğu kaygısıyla, sesin geldiği yöne dönüp bakma ihtiyacı duyar.
Kızılderili, arkadaşına fısıldar işin sırrını:
"Gördün mü? Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri öncelikli bulduğundur. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin!
Olcay Kasımoğlu
YanıtlaSilHaklısın sevgili dost;algıdaki seçicilik,iradenin tercihini,yüceliğini belirliyor. Keşkelerin vicdan ve akıl kargaşasını yaşamak yerine neyi istediğinin minnetini yaşıyorsun. Hikaye oldukça anlamlı;bu büyük uygarlığın küçük sandığı insani duygularını yok saymasının felaketi zirve yapmaya başladı; Nasıl olsa oldukça fazla insan var,demek yeterli gelmiyor bana;oldukça fazla duyarlı insan,insanlığa taşıyacakları ağır olmayan oldukça hafif bavullar yerine,korkunç ağır yükler;mal mülkleri onların ne kadarının ihtiyaç ne kadarının fazlalık olduğunu bilememelerinin yüksek duyarsızlığını görmek incitiyor bedeni... Teşekkür ederim sevgili dost.