Sayfalar

29 Şubat 2016 Pazartesi

YEDİNCİ SANAT, YEDİNCİ MÜHÜR




YEDİNCİ SANAT, YEDİNCİ MÜHÜR

 Güzel sanatlara, resim, mimari, dans, şiir ve müzikten sonra katılan yedinci sanat dalı sinemadır.

 Yedinin gizeminden midir bilinmez, sinema altı sanat dalını da içinde barındırır. Görselliğiyle, sesleri, konularıyla, zanaat sanata dönüşmüşse kahrolası yaşamı bataklıktan kurtarma, yaşamın her evresinde yepyeni heyecanları, eskinin de birikimi üzerine inşa etme şansı yakalaya biliriz.

  Sinema; o büyülü perde; şimdi şık mekânlara, bol reklâm öncesi tüketim kışkırtmalarına önayak olsa da, içimizde tamamlanmamış bilincin de üst, tampon, besin olarak kullanacağı yedinci sanat dalı.

 Yedinci Mühür de sinemanın bir parçası. İsveç doğumlu sanatçı İngmar Bergman’ın 1957 yılında yönettiği siyah beyaz film. Film olmaktan öte, aç olan insan ruhuna, bütün duyu organlarından akmayı bekliyor.

 Yaşamın düzenbazlığı karşısında kendi bilincimizi, duruşumuzu tam olarak değerlendirmediğimiz durumlarda bitmeyen hayal kırıklıkları hiçbir zaman peşimizi bırakmıyor. Bırakmayacak ta…

 Tıpkı; ölüme herkesin inanıp, kendi ölümüne bir türlü inanmadığı gibi…

 Yedinci Mühür filmi ölüm ile satranç oynayan şövalyenin diyaloglarıyla başlıyor;

 Kimsin? Ben ölümüm! Benim için mi geldin? Evet. Hazır mısın? Bedenim korkuyor, ben değil.
 Ölüm, görevini yapmak üzeridir; üzerinde ki siyah giysi; karanlığı, hiçliği, yerin altını; uzayda ki simsiyah kara delikleri anlatsa da, şövalyenin bir planı vardır. Ölüme seslenir;

Bir dakika! Hep öyle derler! Satranç sever misin? Nereden bildin! Ve süre kazanmayı amaçlayan şövalye ölüm ile satranç oynamaya başlar. İyi oyuncudur…

  Bergman’ın sanatı; sineması avucumuzda ki bir yudum yaşamı anlatmaya çalışır. Henüz yaşam sona ermediyse, süreyi uzatma ihtiyacı duyuyorsak; yaşamın anlamsızlığını anlamlı hale; sonun katlanılır bir hoşluğa dönüşmesine belki pencere, kapı; belki yepyeni başlangıç…

  Pisagorculara göre 7, tek sayı ve erkektir. Uğuru temsil eder. Antik çağlar, dünyanın yedi harikasından söz eder… Haftanın günleri yedidir. İncil’e göre kuzu ‘7’ mühürü açtığında gökyüzünü sessizlik kaplayacakmış. Kıyamet alameti… Sonra, yedi melek yedi borazanı çalmaya hazırlanacak…

   Kur’an-ı Kerime göre Allah Yeri ve Göğü ‘ 7’ tabaka halinde yaratmış. Kur’an-ı Kerim cehennemin 7 kapısı olduğunu belirtiyor.

  Yedi evrensel sanat, müzikte yedi adet nota vardır. Eski Mısır’da Güneş Tanrısı Ra yedi ruhludur. Dünyada yedi kıta bulunur.

 Peki, ama dostlarım; yedi katmanlı göğün yeryüzünde yaşayan sizlerin anlamlı, kültüre dönüşmüş kaç hikâyesi vardır? Yedinin hikâyesi saymakla bitmez. Nice insanın ise, göstermelik oluşumlardan, kavga, gürültü, kirli bilgi, görüden öte geçmeyen yaşam sanatının yediden öte olduğu gerçekken; bizler illa bulunduğumuz yeri bataklığa mı çevirelim?

 Bir ressam kilisenin duvarlarına resim çizer. Yanına yaklaşan şövalye hayretle sorar;

 O da ne öyle? Ölümün dansı! Bunları niye çiziyorsun? İnsanlara ölümü hatırlatmak için. Bu onları mutlu etmez. Niye hep mutlu olsunlar ki! Niye biraz da korkmasınlar? O zaman resmine kimse bakmaz. İnan bana bakarlar; bir kafatası çıplak bir kadından daha ilginçtir. Onları korkutursan düşünürler! Düşündükçe daha da korkarlar. Sonra da rahiplerin kollarına koşarlar. Bu beni ilgilendirmez!

  Sen sadece ölümü çiziyorsun. Ben olanı çiziyorum. Başkaları ne yaparsa yapsın! Kim bilir sana nasıl küfredecekler!

 “ Güneş halen tepede! İşte elim; oynata biliyorum. Ve ben şövalye; ölümle oynuyorum.”

Konu-komşu, akraba girdabını bir kenara bırakıp, bizi esas yenecek olan ölümle satranç oynamaya ne dersiniz? Zaman denen şeyin, zamansızlığa ve sanatın bütün dallarına dokunmaya ihtiyacı vardır. İnsanın ruhuyla dokuduğu her şey; bilince yepyeni oyun taktikleri öğretebilir…

 Güven Serin 





25 Şubat 2016 Perşembe

ŞİKİRPARE


İNTERNETTEN


ŞİKİRPARE (ŞEKARPARE)

  Yavuz Turgul’un yazdığı, uyarlama ve yönetmenliğini Engin Alkan’ın yaptığı şu an Muhsin Ertuğrul Sahnesinde oynanan 3 saatlik bir oyun. Oyun olmaktan öte bir şey…

  Girerken birçok insan gibi ben de 3 saatlik bir oyunda uyumadan, dikkatim dağılmadan dura bilecek miyim diye düşündüm. 3 saatin sonunda hiç kimsenin kalkası yoktu; daha birkaç saat devam etse diye düşünenlerdendim…

 Şehir Tiyatroları bu oyunu sahneleme cesaretini kutluyorum. Cehalet, içe kapanıklık, sorgusuz, sualsiz kabul edişler sadece okulların, güzel giyinip yüksek harcamaların sayesinde yok olmuyor.

 Tiyatro, sinema kadar; sinema tiyatro kadar cesur ve sanatın özünden kopmadan, toplumsal olayların, çürük kokularına kulak verdiği takdirde ve 600 kişilik Muhsin Ertuğrul Sahnesi biletleri önceden bitmesi Cumhuriyetin ülkesinde bir şeylerin değiştiğini, değişeceğini de anlatıyor.

  Oyunun ismi Şekarpare olmasına rağmen Şekarpare’ye vurulmuş olan bekçi Cumali ise saflığın, kırsallığın, yoksunluğun simgesi olarak seslenir; Şikirpare, Şikirpare vurulmuşum ben sana!

 Oyunun çok önemli karakterlerinden birisidir bekçi Cumali. Diğeri ise Ziver’dir. Ziver Komiserdir. Asayiş ondan sorulur. Ülke yönetimi ise monarşidir. Yani padişah vardır başta. Ziver de o bölgenin padişahıdır aynı zamanda. Üstelik kurnaz, hilebaz, rüşvetçi bir karakterdir. Her toplumda; ama çürümüş, yozlaşmış ve denetimsiz toplumlarda daha fazla olan insan tiplerinden…

 Bernard Shaw yüzyıllar öncesinden, İrlanda’dan, Dublin’den haykırır; “ Cehalet! Hareket halinde ki cehaletten daha korkuncu yoktur!”

 İnsan merkezli bütün öğretiler, cehaletin karşısında tampon görevi görür. İster hareket halinde, isterse hareketsiz olsun; yeryüzünde yaşam vardır. Yaşamın olduğu yerde de çürüme; çürümenin olduğu alanlarda da pis kokular…

 Yaklaşık 600 kişiyle birlikte izledim bekçi Cumali’nin Şikirpare diye seslendiği Şekarpare oyununu. 7 yaşında ki çocuktan tutun da 60 yaşında olanına kadar; tümüyle birlikte güldük, alkışladık ve içten içe irdeledik; insan törenselliği içinde.

 Yavuz Turgul eseri, Engin Alkan uyarlaması olan Şekarpare oyunculuk açısından ayrı bir değerlendirme yapılırken aynı zamanda sosyolojik açıdan da çok önemli bir oyun. Nasıl ki insan denen canlının inceledikçe şaşırdığımız mucizevî bir anatomik yapısı varsa, sanattan, sanatsallıktan beslenen tiyatronun da insan anatomisine benzeyen tarafı vardır.

 Bilginiz arttıkça sadece ses, düşünce, karakter biçimi dikkatinizi çekmez. Tenin renginden, gülüşüne, gülüşünden ruhuna, kılcal damarlarından gözle göremediğimiz yaşamsal hücrelerine kadar…

 Şekarpare oyununun gözle görüp görmeme konusunda zorlanacağımız, insan bedeninde bulunan kılcal damarları veya hücreleri gibi yönleri tarafları var.

 Nasıl mı?

 Örneğin, en önemli karakterlerinden ikisi; Komiser Ziver ile Bekçi Cumali. Ve üçüncü karakter; genelev kadını Şekarpare.

 Seyirci oyun bitiminde bu üç karakteri; özellikle Komiser Ziver ile Bekçi Cumali’yi elleri acıyana kadar alkışladı.

 Niçin?

 Bu karakterleri canlandıran Komiser Engin Alkan’ın, bekçi karakterini canlandıran Ugur Dilbaz’ın, Şekarpare karakterinin canlandıran Dolunay Pircioğlu’nun usta sanatçılığı mı? Sahne tasarımın gücü mü? Yoksa dramaturg Sinem Özlek’in başarısı mı?

 Bu saydıklarımın ve sayamadıklarımın hepsinin etkisi olduğunu düşünüyorum. Bir hatta iki etkisi daha var ki insan denen canlının sürprizleri olarak görüyorum. İnsanı ağırlaştırmanın veya hafif bırakmanın eksikleri, fazlalıkları her daim başka bölümüşlüğü, bambaşka yenilenme ile eskilikleri, yozlaşma ile ilericilikleri ortaya dökecektir.

 Hilebazlığı, rüşvetçiliği öne çıkan Komiser Ziver, saflığı, cehaleti başköşeye oturan Bekçi Cumali aynı alkışı alıyor.

 Bu karakterlerin algısı, hassas dengeleri tam da ruhumuzun kenarında; belki de insanın insanlık sürecinde ki GENETİK yapısında gizlidir. Henüz tamamlanamamış bu yapı, zıt karakterleri de alkışlayarak, onayarak, sanatın aziz saygınlığı içinde düş ile gerçeğin iç içe geçtiği bir yerde; aynı zamanda oyunu, oyuncuyu; sanatı ve kendimizi de ALKIŞLIYORUZ…


 Güven Serin 




23 Şubat 2016 Salı

TEPEDEN TIRNAĞA ANADOLU


İNTERNETTEN

TEPEDEN TIRNAĞA ANADOLU

  Bu tanımlama Bedri Rahmi Eyüboğlu’na çok yakışıyor. Şiirden, mozaiğe, resme, seramik ve heykele, yazmaya kadar…

 Yaşamının daha başında seslenmişti yeryüzü ile gökyüzüne; “ Ben, ileride ünlü bir ressam olacağım!” Belki de bu seslenişlerin asıl inanmışlığıdır insan başarısını; sanat ve zanaatını ortaya çıkartan şey!

  Nazmi Ziya ve İbrahim Çallının atölyelerinden, süzülerek damladı Anadolu’nun içine. Çallı’nın isteğiyle seslenilir babasına; “ Bu çocuğu Paris’e gönderin. Buradan alacağını aldı.”

 “Ben renk peşindeyim” derken Bedri Rahmi, bilinen renklerin bilinmeyene sürüklenen sonsuz ara tonlarını fark etmişti; çoktan… Zaten bunu bir seslenişinde de dile getirir;

“ Ben renk peşindeyim. Benim anladığım resim hiçbir zaman bitmiyor. Biten bir şeyler oluyor. Ama resim değil, çoğu zaman boya bitiyor, fırça bitiyor, sabır bitiyor, en kötü ÖMÜR bitiyor.” 

 Önce İbrahim Çallı’nın ve sonra “ O bize çok şey öğretti, bizi halkın içine attı.” Diyen Fikret Otyam, Bedri Rahminin öğrencisi olduğunda, sabrı, bir insan yaşamının nadideliğini öğrenecektir her tarafı Anadolu kokan Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan.

 Ara Güler bir tanımlamasında ;  “Bedri gönül adamıydı” der. Nasıl ki Bedri Rahmi İbrahim Çallı’nın öğrencisi olduğu gibi, ustalık; öğretmenlik, öğreticilik döneminde ise Fikret Otyam, Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’da Bedri Rahmi’nin öğrencileri olmuştur.

 Onlara, REİSLER diye sesleniyordu. Belki de Bedri Rahmi’yi o meşhur şiiri;

Karadutum, çingenem, çatak karam dizelerini hatırladığımız kadar neredeyse ağzından hiç düşmeyen hitap şekli; “Otyam Reis, Selçuk Reis” seslenişleri de şiirleri, resimleri, yaşama bıraktığı yaşam biçimi gibi hiçbir zaman unutulmayacak.

 Gerçek sanatçılar; ulu dağlar, büyük denizler gibi; yüzyıllar ötesinden gelip, yüzyıllar ötesine süzülen, besleyici minerallerini, insan ve canlı yaşamına bırakırlar. Nasıl ki, evrenin milyarlık yıldızları içinde yaşam alanları çok nadide, neredeyse biricikse, sanatın, sanatçının bunca canlı içinde seyrekliği de bu yüzdendir.

 Hocaların hocası Bedri Rahmi Eyüboğlu kendini, öğreticiliğe, öğretmenliğe olan inancını şöyle açıklar;

 “ Beni ressamlara sorarsanız, resmini bilmeyiz ama iyi şairdir derler. Şairlere sorarsanız da, şiirini bilmeyiz ama iyi ressamdır derler. Ressamlığıma, şairliğime dil uzatanları affederim ama hocalığıma dil uzatanların alnını karışlarım.”

 İnanmışlık, özümseme ve var ediş böyledir işte; sanatçının kaleleri, yine onun kendi yarattı sanatıdır; şiiri, resmi, felsefesi, öğrencileridir. Bir de sevdasıdır… Karadut böyle bir sevdanın ürünüdür.

 Bedri Rahmi Eyüboğlu eşini seviyordur sevmesine, sevginin yüce parçalanmasını tam da bu sevginin gevşediği bir anda yaptı. Eşi Eren Eyüboğlu sevgisi ne kadar sıkı perçinlerle tutunmuşsa, kendini arayışın, bedenin, dünyevi kalıpların tükendiği İskilip zamanında bir sevda tütüyordu; Mari Gerekmezyan’ın sevdası.

 İşte tam da bu zamanlarda Çorum-İskilip zamanında doruk noktasına çıkar ve bu dizeler dökülür;

Nar tanem, nur tanem, bir tanem/ Gülen ayvam, ağlayan narımsın/ Kadınım, kısrağım, karımsın…

 Eren Eyüboğlu son ana kadar af etmese de, onun yanında olmayı tercih eder. Analığın ağır bastığını söylese de, sevginin yüce sabrını da sanat dünyasını bir başka yönden anlama, irdeleme adına, bakışımıza yön verecek bilinmezleri de gizemin bağrında hapsedecektir.

 İnsan sevgisi her yaraya ayrı bir deva gibidir. Etrafınıza bir bakın; uzun vadede kazanan ve kaybedenlerin büyük çığlıklarıyla, onurlu suskunluklarını anlamak için sosyoloji uzmanı olmak gerekmiyor.

 Bedri Rahmi’nin dostu Abidin Dino son sözü söyler bu makalede;

“ Bedri Rahmi- maazallah- cehenneme gitse, cehennemin bile sevilecek bir tarafını bulur. Bedri Rahmi, dünyayı sevdirmek için doğmuştur. Bedri Rahmi taze, düzgün, renkli olan her şeyi sever. Resim yaptığı vakit şekilleri okşar. Şiir yazdığı vakit kelimeleri okşar.”


 Güven Serin 
  

19 Şubat 2016 Cuma

AHLAKİ BİR NEDENİM VAR


İnternetten


AHLAKİ BİR NEDENİM VAR

  Dinmeyen uğultular; bir türlü adaletin sağlanamadığı diyarlar… Sanırsınız ki, herkes kendine göre haklıdır!

  Hâlbuki haklı olan tek şey; ADALETTİR. Adaletin besleneceği yasalar; insan merkezliyse; kimsenin ama hiç kimsenin hak ve adaletle kavgası olmaz. Başını öne eğer ve cezanın gönüllü hak edeni olur; üstelik mahcubiyeti, özrü de içten dışa yansıtarak…

  Bir ses insanın var oluş sebebine öncülük irdelemesi yapıyor;

“ Kimimiz yaşamın bize sunduğu nimetlerden faydalanıp dertleriyle boğuşurken, kimileri ise hayatı yaşamakla yetinmeyip nedenleri sorguluyor. Kimisi yazmayı sadece bir dönemdeki anılarını kalıcı kılmakta kullanırken; aynı uğraş kimileri için yaşam boyu bir tutku, hatta var oluş sebebi oluyor.”

 İşte tam da burada bu var oluşun yüce hatırına yıllardır yazıyorum. Kimi sordu; kaç para kazanıyorsun? Kimisi eline ne geçiyor? Kimi ise; yaz dedi; sen yazmaya devam et!

 Öyleyse, bu yazma eyleminin yaşamın sırları sayılan var oluş nedenlerinin kapılarını açmaya devam edeceğim. Her daim ama her daim açılacak bir pencere, bir kapı vardır. Üstelik tam da her şeyin bitti, dendiği zamanlarda bile…

 Bütün tabu konulara girmiş, el uzatmış iktidar alanlarına karşı SAYGI tanımayan, burjuva bir ailenin içinde büyüdüğü halde, burjuva geleneklerine, kurallarına karşı bir insandan söz edeceğim. Neredeyse bütün ödülleri, nişanları, NOBEL ödülünü bile reddetmiş insan öncüsü Jean Paul SARTRE’den konuşacağız.

  İnsana; canlı olmanın en üst basamağına tırmanmış olana her daim destek olmayı, terazinin şaşmaz dengesi içinde yaşamı boyunca savunan; düşüncelerini eyleme döken Sartre; tam da bugünlerde, belki yarınlarda dört, hatta sekiz elli sarılacağımız düşünce insanı…

 Yargının; yani adaletin çürüdüğü, kulaklarının tıkandığı zamanlarda, gidip halka hesap veriyor. Aslında, halkın içinden de hiçbir zaman çıkmıyor. Her fırsatta;

 “ Onlar beni anlayabilir!” derken haklıydı. Öldüğünde bile cenazesinin yanı başında on binlerce insan yürüdü.

 Modern toplum insana çok şey verirken, insandan da çok şey alabiliyor. Dünü ciddi bir şekilde sorgularken, bugüne ulaşabiliriz. Bugünün şehirlerine; insanın insanı, doğayı ve diğer canlıları ne kadar savunup savunmadığına ulaşıp; ürpertici bir titreme hissede biliriz…

 Sosyolog Nilüfer Göle Sartre için şunu söylüyor; “ Beni gençlik yıllarımda aynı zamanda sosyolojinin kalıplarına karşı korumuştur.”

 Jean Paul Sartre’yi anlamak için şu konuşmasını anlamanızı isterim. Aynı zamanda kendi bilincinizin-bilincimizin acemiliği, kalfalığı veya ustalığını da;

 “ Bu insanların özgürlüğü için savaşmamın sebebi onları tanıyor ve seviyor olmam değil. Burada önemli olan onların İNSAN             olması… Ölüm tehlikesi içindeki insanlar. Her insan tehlikelere, felaketlere karşı korunmalıdır.

  Burada olmamın sebebi politik bir tavırdan ötürü değil, bunu bir insanlık sorunu olarak görmem.

  Yani AHLAKİ bir nedenim var.”

 Aydın olmak mesleklerden ve kendimizi ait sandığımız sınıf, siyaset, ırk, din bütün bunlardan çok öte bir şey. İnsanı merkeze koyan, eziyetin aynı zamanda insanlık dışı bir şey olduğunu kavrama biçimidir. Çünkü her tepki, eziyet yeraltında başka bir oluşum doğuracak ve eziyet edenin, eziyet görene dönüşeceği tarihin ve iradenin şeffaflığıyla gözler önüne serilmiştir; çoktan beri…

 Jean Paul Sartre’nin ısrarla üzerinde durduğu bir konu daha vardı; halk ile aydınların arasının uzun zamandan beri açık olduğu… Tıpkı ülkem; şehrim gibi…

  Artık böyle olmamalı… Oda aynen böyle söylüyordu bir konuşmasında; yarım yüzyıl önce bu şekilde haykırıyordu; böyle olmamalı…

Fransa 1968 gençlik hareketi “ imkânsızı iste!” felsefesiydi. Vietnam Savaşına karşı başlamış. Barış için yola çıkmıştı. İmkânsızı isteme, insanın biricik yaşam kuralı olmalı. Her şeyden vazgeçebilir insan; bütün mal-mülk ve payelerden; ama vicdani ve toplumsal itibardan vazgeçmek; korkunçtur…

 Güven Serin 






18 Şubat 2016 Perşembe

ŞİİR ŞİİRDE KALMAZ


Kamera; Güven - Salvador Dali-
İlahi Komedya...


ŞİİR ŞİİRDE KALMAZ

 Şiirde devrim yapmak adına şiire tutunan şairlerden birisidir Ece Ayhan… İnsanın kendi içinde yapacağı devrimler gibidir, şiirsel devrim…

 Şairin; hatta şairlerin ifadesinde ki gibi; şiir şiirde kalmaz ne demektir? Şiirin içinde resim dev var, politika da, sinema da, tiyatro da, coğrafya da, felsefe de, sosyoloji de ve etik… Ece Ayhan’ın, Haydar Ergülen’in ifadeleri, değişime ayak diremeyenlerin, kalıpları, eskimişliği zorlayanların biricik felsefesidir.

 Yaşamın kendisi de bu değil midir? İnsana ait ne varsa, insanın eylemine, düşünce ve düşlerine hepsi şiirdir. Güzel olan, dâhiyane hale gelmiş bir yapıya, esere; şiir gibi, denir. Şiirin ulaşmaya çalıştığı o eşsiz dengenin, ahengini, ulaşılmış ulaşılmazlığını da anlatır aslında…

 Şehirlerimizin renksizliği tam da bu yüzdendir. Yaşama dair nice ilimin, bilimin, sanat dalının insana dair düşünce ve eylem zanaatı içinde olmayışları…

 Bülent Ecevit’in sıkı bir siyasetçi olmasına rağmen, aynı zamanda şiirsel düşüncelerinin, duruşun zarafetinin oluşu şiire; o geniş ovalara, yaylalara aitliğin de anlatıyor…

  Sinemadan, resimden, coğrafyadan, tarihten, felsefeden, matematikten, fizikten, kimyadan, etikten uzak veya mesafeli olan insanın; İDARECİNİN, YÖNETİCİNİN şehrine şiirsel bir tat, bir görüntü, devrim niteliğinde değişim süreci ve anlayış vermesi mümkün müdür?

  Değildir dostlarım;

 İnsana dair değişim süreçlerine dokunan, büyük katkılar sağlayan devrimlerin, bilim ve sanat dallarının çelişkisi içinde kıvranan insanlar; idareci ve yöneticiler değişimin korkunç girdabı, çelişkisi içinde sızlanıp mazeret üretirler.

 Şiirin, şairini de anlatmak istediği budur. İnsanın beyninde kurulan, sonra, insanları birbirinden ayıran bir sürü soylu, kutsal davanın, insanlık yürüyüşünde, değişime ait ne varsa her türlü sunumda birleşip, aynı imkândan, değerlerden, nesnelerden yararlanmaları da bunu anlatır bize.

 Bir aşının, ilacın, uçağın, bilgisayarın, motorun, otomobilin reddedilmeyişi, bu ortak çıkarı, insan reformunu da usulca gün yüzüne çıkmış olan bu yüce değerlerin şiirsel gösterisini yapar.

 Nasıl, şiir şiirde kalmaz inancı, bulutunda kalmayan yağmura, sele, tufana dönüşürse, insanı zorlayan, değişimini etkileyen bulutlar da aynı sele, tufana değişime mecburdur. Şehirler de öyledir. Sıkıştırdıkça kendi içine, kendi içine sokuldukça eninde sonunda başka patlamalara dönüşür. Hiç ummadığınız bir siyasetçinin oy patlamasına, her fırsatta şu kadar oy aldım diyen politikacının el aşağı edilmesine da neden olur.

 Sıkı bir şairdir Ece Ayhan. Mülkisizliği savunmuştur son ana kadar. Birçok insanın cesaret edemediği, pafta ve parsellere, büyük değer artışlarına, kupon arazilere sıkışmış insanın büyük “varlık” oyunu içinde oyun kurucu olmaz.

 Sarhoş edicidir güç; tutkuyla bağlar kendisine. Kumarbazın, alkoliğin titremesi içinde her türlü çıkışı, değişimi karşı duruş, hakaret gibi…

 Şehrimizin; Tekirdağ’ın şiir sever yöneticilere, idarecilere ihtiyacı vardır çoktan beri. Coğrafya, tarih, mimari, felsefe, sosyoloji, çiçek, ağaç, kuş bilimi; şiirin, şairin şehre yansıyan sadece bir, birkaç tarafıdır.

 Bu yansımalar bile değişimin, gelişimin motoru, lokomotifidir… Ganos Dağları, uçma paraşütü, Rüstem Paşa Çarşısı, tarihe, mimariye, turizme, spora, eğlenceye önem veren şiir düşselliği içinde olan yöneticilerin bu kente armağanıdır.

 Ece Ayhan’ın bedensel yetmezliği, yaşamı boyunca bilen yollardan gitmeyerek, gerçeğe ulaşmak için oradan oraya savruldu. Onun değimiyle yazdıkları için bunlar” sıkı şiirdir “der. Sıkılığı, sağlamlığı, yiğitliği, kahramanlığı düşünüp, isterken bir türlü yaşam alanlarımıza bütünleşme iş edemediğimiz şey; sıkı şiir…

 Son ana kadar gerçek bir Şiir Cumhuriyeti kurulacağına inanan şair…

 Güven Serin 



 







15 Şubat 2016 Pazartesi

HİKMETİN ÖZÜ


Kamera; Güven  İda Dağları


HİKMETİN ÖZÜ

  Psikolog Jordan Peterson yenilikçi ve devrimcileri şöyle açıklıyor;

“Başkalarının hayal edemediği şeyleri hayal edebilme becerisine sahip ve kendi peşin hükümlerini sorgulamaya istekli olmak zorundadır. Aynı zamanda da sorumlu olmalıdırlar. Parlak fikirleri olan ama onları gerçekleştirecek disiplin ve kararlılıktan yoksun olan bir yenilikçi olsa olsa bir hayalperest olabilir.

  Ama en önemlisi, yenilikçilerin geçimsiz olmaları gerekir. Geçimsiz derken itici veya çekilmez demek istemiyorum. Demek istediğim Beş Büyük kişilik envanterinin beşinci boyutu olan ‘uyumluluk’ta yelpazenin en ucunda olmaya meyillidirler. Bunlar sosyal riskler almaya-başkalarının onaylamayabileceği şeyler yapmaya-istekli insanlardır.”

 Şimdi tam da burada FÜSUS OKUMAYA-HİKMETİN ÖZÜNE gelmek istiyorum. Ömer Tuğrul İnançer yaptığı çıkışlarla, kadın üzerine ortaya koyduğu felsefesiyle gündeme gelirken, aynı zamanda son açıklaması FÜSUS üzerine olmuştur.

  İnançer bir İslam bilginiyse, hikmetin özünü anlamışsa ve son açıklamasında;

“ Namaz kılmayan, oruç tutmayan Füsus-ül Hikem’i anlayamaz” diyor. Füsus –ül Hikem’in bilinen karşılığı, Hikmetin Özüdür. Yazarı İbn’ül Arababi.

 Nedir Hikmet?

1-Bilgelik
2-Allahın insanlarca anlaşılmayan amacı
3-Gizli Sebep
4-Öğüt Verici Söz
5-Eski dilde fizik
6-Eski dilde felsefe anlamına gelir

 Köken olarak sağlam olmak, sağlam durmak anlamına da geliyor.

 Engin tasavvuf bilgisi, güçlü hatip olarak bilinen Ömer Tuğrul İnançer kadınlar üzerine çıkışları daha da şaşırtıyor insanı;

“ Ekonomik hürriyet aldatmacadır. Çalışan kadın yuvasını dağıtıyor. Hamile kadının sokakta gezmesi doğru değil.” Gibi çıkışlarla hikmetin özüne dair neler vermek istiyor alabilir? Yaksa, gelişen dünya, ilerleyen uygarlıklar karşısında İnançer halen kendisini sorgulamayıp, yaratıcının öze dair sunduğu, gerçek ve tek bilginin onun tarafından yollanan kitaplarda olduğunu unutup, kendi hissiyatı, bize aktarılan kalıpların etkisi altında mı kalıyor!

 Kadın çalışmaz, ekonomik özgürlük bir aldatmaca diyen engin tasavvuf bilgisi sahibi Ömer İnançer’e “ sizin kızınız da çalışıyor” dendiği vakit ;  “kızım da olsa kimsenin haysiyetine karışmam” diye yorum yapıyor.

 Düşünmeden edemiyorum; değişen dünya ile birlikte değişen insan ihtiyaçlarını karşılamak için insanın kendisiyle ters düşmeyeceği yorumların, inançların peşinde hikmete inanmış bir şekilde olması, sadece oruç tutmak veya namaz kılmakla yeterli bir seviyeye çıkıyor mu?

 İnançların hür bir ortamda yapılması, yaratıcının engin affediciliğinin bilinmesine rağmen, insan inçin yaratıcının yerine geçme cesareti gösterip, öfkesine, gururuna, taşkın davranışlarına öncülük yapar?

 Edebiyatın Pervasız Pertavsız olarak köşesinde bir alim onuru içinde, edebi, sosyoloji, felsefe ve sanat alanında üretimleriyle varlığını devam ettiren Enis Batur, Ömer Tuğrul İnançer’in İbn’ül Arabi’nin Füsus-ül Hikem’i –Hikmetin Özü eseri için söylediği sözü, edebiyatın, felsefenin ışığı altında değerlendiriyor;

 “ İbn’ül Arabî’ye geldiğinde parladı birden; Namaz kılmayan, oruç tutmayan Fusus-ül Hikem’i anlayamaz!

  Ne dediğini anlamıyor değilim İnançer’in, beni tedirgin eden dediğini deme biçimi. Cümledeki mantık sağlam mı acaba? Namaz kılan, oruç tutan herkes Füsus’u anlayamayacağına göre, ölçüyü öyle koymak akla yatkın değil.”

 İbn’ül Arabî zaferde Sebte kendinde rastladığı hocası İbnü’s Saig’ten aktarır;

“ Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lanet etmekten kaçın.”

 Muhyiddin İbnü’l-Arabî; “ Bir bilgiyi hikmet kılan ondaki yönlendirici ve hükmedici niteliktir. Gerçek anlamda hâkim, hikmetin bilgisine sahip olmakla kalmayıp bu bilgiyi kullanan ve onunla hükmedendir. Her şeyin hakkını vermek, her şeyi yerli yerine koymak hikmet gereğidir.


 Güven Serin 

11 Şubat 2016 Perşembe

ÜN ve YIKIM


CAHİDE SONKU...


ÜN ve YIKIM

  Ünlü olmaya aç insanoğlu ünlü hayatların sonunu veya sona giden süreci tam olarak irdelemez. Yoksulluğun kültürü bilinir bu topraklarda. Orta halli olmanın da yerleşik yaşam kalıpları varken, ünlü olmanın delice gururu, zirvenin dondurucu soğuğunu duymamıza neden olur.

  Biliyorum ki bu toprakların diyarında nasihat pekiyi karşılanmaz. Hatta bana akıl vereceğine “para” ver diyerek, nasihate ayrı bir karşı duruş gösterilir. O yüzden, bildiğim bu dünyaya, nasihat duygularına sıkışmış, yaşamı sadece sonsuz bir hoşluktan ibaret olmayışının insan sosyolojisinin, psikolojisinin ve gizemin yolculuğunu anlamaya çalışma adına yazacağım makalemi.

 Türkiye’nin tam da kırılma zamanı; Kenan Evren Darbesi yaşanmasına 6 ay kala bir efsane gözlerini yumdu. Cenazesinde 8 kişinin bulunduğu bilinen, bir giydiğini bir daha giymeyen, aynı günde üç ayrı arabaya, üç farklı renkte taksiye binip dolaşan Cahide Sonku; insanın bitmeyen yolculuğunda, biten bir sonla ünlüler dünyasına, insan gerçeğine çok önemli yaşanmışlıklar bıraktı.

  Muhsin Ertuğrul’u, Celal Bayar’ı reddetmiş, Pera Palasın müdavimi olmuş, güzeller güzeli Cahide Sonku… Bir zamanlar ayakkabısından şampanya içilir. Erkekler peşinde koşar ve bu muhteşem hayatın dibe vuracağı zamana kadar; peri masalı 1970’li yıllarda sona erdi.

 Altından sigaralıklar, zümrütle süslenmiş çakmaklar; şık, gösterişli bir beden… Viski kadehinden ispirto içmeye o büyük yıkıma; bulaşıkçılığa kadar düşen Cahide Sonku kendisinden sonraki birçok sanatçı için başlangıcın hazin sonu örneği oluştururken, unutkan insan zekâsı “boş ver” kültürü, hiç ara vermeden, başka ünlüler, zirve ve dibe vuran trajik sonları görmeye devam edecek.

 Bizlerin bir türlü anlamadığı bir şey de olmalı bu ünlü veya ünsüz insanların zirveden dibe geçiş veya düşüş görüntüleri, onların kadersel seçimleri olabilir mi? Burada ki evrensel sırrı, insan psikolojisinde, güce kavuşunca, irdelemekten, geniş düşünceden uzaklaşmanın o büyük yanıltıcı rüyasının payını da gözler önüne sermek gerekmez mi?

 Dibe vurmaları bir kayıp görmüyorum. Zenginliği veya kendini kurtarmayı sadece parasal yeterlilikle değerlendirdiğimiz zaman, paraya kavuşmuş insanların, özellikle iç acıları, iç sıkıntılarını, paranın ve ünün zenginliğiyle besleyemeyenlerin arayışıdır belki…
Dibe vurmak, o insanı acınası duruma düşüren yıkımı yaşamak, belki ünlü olmanın, sanatla yıkanmanın, sanatçı duyarlılığına erişememenin, sıradan insan zaaflarıyla yorgun düşmenin, parlaklığın göz alacılığından bunalıp, yolunu şaşırıp ara sokaklarında kaybolmanın dünyevi gerçeğidir de…

 Cahide Sonku ve onun efsanesi tam olarak anlaşılmadı. Belki de hiç anlaşılmayacak. Çünkü üniversitelerin ve eğitime dair bütün kurumların amacı yüce insanı ilimin, sanatın, felsefenin derinliğinde en uzağa, en derine, genişliğe taşımaktan çok, güne rakamlarla damgasını vurma telaşı hâkim.

 Okullarımızın, üniversitelerimizin topluma, bilime, sanata yansıması, toplumun istikrarlı ve uzun vadeli huzura inşası değil de, en kısa yoldan en karlı kazançların, unvanların telaşı çok büyük…

 Belki de her toplum, kendi sonunu, kaderini, kendi kısa vadeli sadece iki renkli, iki tercihli bakış ve kabul ediş algılarıyla hazırlıyor.

 Kara veya beyaz… İyi veya kötü… Soğuk veya sıcak… Ünlü veya ünsüz… Akıllı veya akılsız..

 Sadece bu sıfatlar, bu anlatımlar insanı anlatıyorsa, kurnazlığın gücü, eğitimden, sanattan önce başa geçiyorsa, vergiden tutun da, zenginliğin dağıtımına kadar, düşüncenin, eğlencenin, sporun, sanatın, bilimin içine çıkara, ahbap-çavuş ilişkilerine benzer şeyler katılıyorsa; ara renklerin, tınıların, seçeneklerin bir anlamı yoksa

Cahide Sonku’ya sadece acır geçeriz. Onun sonunun beklenen şey olduğunu söyler geçeriz. Veya onun sonu gibi benim sonum olmaz; “çünkü ben çok akıllıyım, çok yatırım yaptım.” Der, tam da bir cenaze töreninde duyduğumuz o yüksek gururu taşırız; ölen biz değiliz. Biz, kurtulan, sağ kalan olduğumuz için ölümü bile sorgularız; erken öldü! Çok içerdi! Az uyurdu! İyi beslenmezdi! Gibi bir sürü renksiz, kanıtsız, insanın iç dünyasından uzak hikâyeler…

 Cahide Sonku. Erkek dünyasında kadın olmanın, aşırı beğenilip el üstünde taşımaya alıştırılmanın kurbanı da olabilir. Tam da burada insan psikolojisi giriyor devreye. İnsana dair, insanın kendine yetecek bilgi, görgü, deneyimleri besleyecek derelerin, ırmakların, güzellik, şan ve şöhret ile dengelenmesinin zanaatı çıkıyor ortaya.

 Cahide Sonku, o büyük efsane, büyük destanlar gibi, edebiyata, sinemaya, felsefeye, eğitime ciddi katkılar vermeye hazır. Sadece, acıma, yüksek gurur ile yerden yere vurma, siyah ve beyaz bakmaktan kurtulmak şartıyla, bu yaşamın en göz alıcı yanlarına da,  pis kokan ara sokaklarına da insan yüreği, toplumsal eşitlik, adalet isteğiyle bakalım yeter.

 Güven Serin 











10 Şubat 2016 Çarşamba

HUZUR İÇİNDE ÖLMEK


Kamera; Güven Pera Müzesi

HUZUR İÇİNDE ÖLMEK

  Hemen hemen bütün canlıların peşinden koştuğu şeydir huzur. Hele insan denen canlının huzur adına yapmadığı yoktur.

  Kimisi sazdan bir kulübede bulduğunu söyler; kimisi bir yalı, bir köşkte. Bilim insanlarıysa dünyevi zamanın ötesine geçme peşinde ararlar huzuru. Tıpkı gerçek manada sanatçıların aradığı gibi…

  İnsan denen canlının tamamı ve dünyada kullandığımız bütün madenler, mineraller yıldız tozlarından olduğu biliniyor. Kısacası, uzayın bir parçası olarak hiç durmadan güneşin etrafında dönen muazzam bir yolun yolculuğunu yapıyoruz. Belki de bu büyük boşluğa aitliğimizin genetik şifreleridir bizi her daim o arayışın hiç bitmeyen merakı peşinde koşturan şey…

  Günlük hayatta hepimizin yaptığı şeyi bir bayan okuyucu çok beğendiği şair, yazar Herman Hesse’ye yapar. Günümüzden 66 yıl önce 1949 yılında ona bir mektup yollar. Över, şairi göklere çıkartır. Övgünün sığ oluşu, köklere sahip olmayışı “aydın” insanı rahatsız eder.

 Herman Hesse de rahatsız olmuş. Ama asıl tepkisi, bayan hayranının Hesse’yi överken onun dostu olan Thomas Mann’a hakaret dolu laflar yazmış olması. Mann’ı nefretini büyük bir rahatlıkla kusan, haykıran Bayan Fr, Hesse’ye övgüler yağdırarak insanın yetersiz, oturmamış karakterinin de ibretsel gerçeğini su yüzüne çıkartıyor.

 Bayan Fr, bununla da yetinmeyin Herman Hesse’yi ziyaret etmek istediğini söylüyor. Tam da burada eğitim, öğretim alanında kullanılacak çok önemli bir yazışma; akademik ve insani bir ders çıkıyor ortaya.

 Hesse bu mektubu aldığı zaman 72 yaşındadır. Çok şey görmüş, okumuş, dinlemiş ve bizzat pratik yaşamın içinde dolaşmış; doğanın koynunda uyuyacak, tabiatın kollarıyla sarmalanacak kadar ileri gitmiştir.

 Sosyolojik alanda akademik bir bilgi, görgü niteliği taşıyan bu cevabı Hesse’nin ağzından veriyorum. Veriyorum ki, yaşamın daha başında veya ortasında olan insanların yaşam denen büyük şölenin, paha biçilmez kıymetin bir parça farkına varması veya varmadığını fark etmesi yıldız tozlarından dünyamıza yaşam akması gibi, benim ruhuma, bedenime de ayrı bir yaşam öğretisi serpelesin diye…

 Hesse tüm zamanlara seslenir Bayan Fr’ye mektubunda verdiği cevap olarak;

  “ Beni ziyaret etme arzunuz var. Bu ziyareti gerçekleştirmek istediğiniz takdirde, evimin kapısında üzerinde aşağıdaki metin yazılı bir pusula bulacaksınız;

Meng Hsia’nın Sözleri (eski Çince)

  Bir insan yaşlandıktan ve kendine düşenleri yaptıktan sonra yapacağı bir şey daha kalıyor ki, o da huzur içinde ölümle dostluk kurmaktır. Onun artık insanlara ihtiyacı yoktur. Çünkü onları tanıyor ve yeterince de görmüştür. Onun ihtiyaç duyduğu tek şey huzurdur. Böyle birini ziyaret etmek, ona hitap etmek, onu gevezelik ederek rahatsız etmek yakışık almaz. Onun evinin kapısından hiç kimsenin ikametgâhı değilmiş gibi geçmek daha yakışık alır.
    Bu sözleri okuduktan sonra nasıl davranacağınızı bilmiyorum. Diyelim ki olağanüstü ince ruhlu bir insansınız, bu takdirde bu Çin sözlerinin ne bir latife olduklarını ne de ebedi kültürünüze hitap ettiklerini fark edeceksiniz; onları doğru olarak anlayacaksınız. Tabii ki, sadece yakarışlı bir rica olarak değil, aynı zamanda bir ziyaretçi kitlesinin kabalıklarına ve saçmalıklarına karşı bir ikaz olarak da.

  Bütün bunlardan sonra ziyaretinizden vazgeçmeme sonucunu çıkaracaksınız. Böylece zile basacaksınız. Evde isem, hizmetçi kız tarafından oturma salonuna götürüleceksiniz. Sonra karşılıklı oturacağız ve ikimiz de başlarımız önümüze eğip mahcup bir şekilde yere bakacağız. İşte o zaman boşboğazlık ve boşboğazlıkları dinlemek hakkındaki sözleri ne kadar ciddiye aldığımı hemen anlayacaksınız. Öyle inanıyorum ki, ne sizin için ne de benim için arzu edilen durum olmaz…


 Güven Serin 


8 Şubat 2016 Pazartesi

Z KUŞAĞI SUÇLU MU?


Kamera; Güven Koç Müzesi

Z KUŞAĞI SUÇLU MU?

  2000 yılı ve sonraı doğanlar, şimdi en büyüğü 16 yaşında. Ülke nüfusunun % 18-20’sini oluşturuyorlar.

  Yakın zaman önce Hürriyet Mahalsinde konuk olduğum kahvehanede bugünkü Z Kuşağını konuşuyorum emekli öğretmenlerle. Bir tanesi kendi çocuğundan söz açıyor masanın konusunu özel bulup heyecan içinde.

 “Kolejde okuttum. Altına sıfır araba çektim. Yapmadığım kalmadı! Şimdi arabayı değiştirmek istiyor; daha pahalı araba istiyor. Dedim ki çalış al; ben ancak bu kadarını yapabildim.”

 Bu konuşmayı yapan emekli öğretmen, şikâyetini mi dile getiriyor, yoksa övünmesini mi? Her ikisi de olabilir. Bir üçüncüsü de; olanı, üzerine binen yükü, insan rahatlaması adına duyuruyor da olabilir.

 Benim kanaatim, başarılı, güçlü bir babanın yaptıklarını bir övünç, bir gurur algısı ve hissiyatı içinde aktarıyor. Çaylar geldi ve yudumlandı. Konu, Z Kuşağının üzerinde düğümlendi durdu.

 Bugünkü bilimin bile incelediği Z Kuşağı, şüphesiz alışık olduğumuz disiplinden çok uzak… Z Kuşağını inceleyen bilim insanları şunları tespit ediyor;

IQ seviyeleri oldukça yüksek. Onlar aynı anda birden fazla işler yapmaya o kadar alışık ki, derslerde farklı şeyler yapmak istiyor.

 Sadece bu veriler bile, çok hızla değişen teknolojinin kuşağı olan Z Kuşağını anlama kabiliyetimizi, deneyimlerimizi arttırmak zorunda olduğumuzu görüyorum. Ebeveynlerden başlayarak öğretmenlere, yöneticilere kadar herkes “ biz eskiden şöyleydik, böyleydik; böyle giyer, böyle beslenirdik!” söz kalıplarından uzaklaşması gerekiyor.

 Uzaklaşmazsak ne olur?

  Oğlumuz, kızımız, yeğenimiz, kardeşimiz, bizim gençliğimiz dediğimiz gençlerin uzağında kalırız. Onların bize tebessüm edişini, bizle alay ettiklerini, dalga geçtiklerini sanırız. Nitekim bu sanma içinde her an karşı karşıya kalıyoruz.

 Yaşları 12 civarı olan iki genç hanım sinema hakkında konuşuyorlar. O kadar kararlılar ki, onlara önerdiğim filmlerle ilgilenmiyorlar bile. Üstelik tuhaf bakışları beni rahatsız ediyor. Bu rahatsızlığı biraz irdeleyince, onların kendilerine olan özgüvenin olduğunu anlıyorum.

 Bilim insanları da bu özgüven üzerine duruyor. Uygar, aydın anne babalar da… Çocuğunun IQ’ su ile özgüveniyle övünen bir anne, baba, dayı amca, onun iradesi karşısında patinaj yapması da ayrı bir gülünç durum.

  Z Kuşağının tespit edilen en önemli özelliklerden birisi de adil ve adaletli oluşları. Toplumun her kesimleriyle iç içe olabilirler. Ötekileştirmeye katılmıyor, bunun yanlış olduğunu düşünüyor.

 Özgüveni oldukça yüksek, bağımsızlıklarına düşkün oldukları halde, ikili ilişkilerden sıkılan, IQ’ları yüksek olduğu halde onlara yapılacak baskılardan çok çabuk kaçan bu gençler uzayın derinliklerinden gelmediler. Tamamen bizim çocuklarımız. Bu çocuklara yamalı pantolonları, kıtlık zamanlarını, eğlencenin, sanatın içinde sunabilir, o zaman bu konular hakkında onların bilgi sahibi olmasını sağlamış oluruz.

 Sinema, tiyatro, şarkılar onlara yakın olmamız, onlara bir şeyler anlatmamız için önemli bir seçenektir.

 Bir bilim insanı, yaptığı bir söyleyişi de Z Kuşağını şöyle özetliyor; “ Z Kuşağını iki harfle özetlerim: ‘BD’ Yani ‘Bullshit Detector’ (SAÇMALIK DETEKTÖRÜ) Y, kuşağı kafasına uymayan, saçma durum gördüğünde dayanamıyor, kaynamaya başlıyor. Cumhurbaşkanı olmuş, başbakan olmuş, öğretmeni, genel müdürü hiç fark etmiyor hemen tepki veriyor. Çünkü bu kuşağın temel değerlerinden birisi, adalet duygusu…”

 İster küpe taksın, ister saç şeklini değiştirsin. İster Z Kuşağı ister başka kuşak. Çok hızlı değişen dünyanın ihtiyaçları, alışkanlıkları da değişiyor. Bu bir kıyamet midir? Hayır! Asla değildir…

 Yakın zaman içinde Mars yolculuklarını duyacağız. 80 milyon km öte giden uzay araçları, uzay kolonileri; alışık olduğumuz kalıpları yerle bir edecek. Tıpkı akıllı telefonların, akılsızların bile ilgisini çekip başköşeye oturduğu gibi. Tıpkı, deveyi savunanların bile uçağa ilk önce bindiği gibi; gelişen, dönüşen dünyanın anlayanı olmak zorundayız. Çünkü anlaşılır olmak, bizden öte olan kuşaklara iyi gelir…


 Güven Serin 






6 Şubat 2016 Cumartesi

DUYARSIZ MECLİS ÜYELERİ


Kamera; Güven   Tekirdağ


Kamera; Güven   Tekirdağ

DUYARSIZ MECLİS ÜYELERİ

  Tekirdağ Süleymanpaşa Belediyesi belki de bu şehir için Rönesans denecek değişimlere imza atmaya ÇALIŞIYOR… Çalışıyor diyorum; bu şehrin terkedilmişliği, çöle dönmüşlüğü öyle birkaç ay, yılda değişemez…

  Kayseri, yıllar önce uygar bir şehir görünümüne kavuşsa da, gece yaşamı, sosyal ve eğlence hayatı, halen kendi içinde çelişkilerle doludur. Eskişehir’in uygarlaşma mücadelesi neredeyse yarım yüzyıldan bu yana devam ediyor. İzmir, İstanbul ise yüzlerce yılın büyük gizemli enerjisiyle rakipsizdirler.

 Ya Tekirdağ? İşte, şimdi bu şehre müzik giriyor; BİSANTHE ODA MÜZİĞİ FESTİVALİ…

  Kısa konuşmasını yapan Süleymanpaşa Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat; “ İki marka yaratacağız; birisi Bısanthe, diğeri ise Rodosto.” Her ikisi Tekirdağ’ın kadim zamanlara ait isimleridir. Tıpkı, bugünün Işıklar Dağının kadim ismi; GANOSLAR gibi…

  Yılmaz İçöz Sahnesinin girişinde hazırlanan küçük kitapçığı elime alır almaz, başka kadim zamanların sarhoş rengi yayılıyor ruhuma. Leylak,Menekşe,Levanta; Galibarda ve Ametist renklerini temsil eden mor deryası bir renkte hazırlanmış küçük kitapçık, Süleymanpaşa Belediyesi Bısanthe Oda Festivalini duyuruyor. Genel Sanat Yönetmeni Yalçın Küçüğün olduğu festival, başka bir açıdan tam bir hayal kırıklığı yaratıyor.

 300 kişilik Yılmaz İçöz Kültür Merkezi dolmuyor. Neredeyse yarısı boş… Elbet, bardağın dolu tarafına baktık. Arkadaşlarım, İlyas Bey, Erdinç Bey, her zamanki yerimizdeydik. Elimizdeki ametist, galibarda, leylak renkli kitapçığın telaşlı, heyecanlı hali bütün bedenimizi çoktan sarmıştı.

 Sadece biz mi heyecanlıydık? Hayır; Kemanlarda; Ceren Gürkan, Gizem Gülmez, Ayşen Tözeniş, Ezgi Karasu, Viyola da Verda Öncü, Burak Kayan, Viyolonsel de Burak Ayrancı, Kontrbas da Ceren Akçalı, Klavsen de Müge Hendekli ve onları seyirci koltuğundan izleyen Kemal Küçük…

  Büyükşehir Başkanı Kadir Albayrak, Süleymanpaşa Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat eşleriyle katılmıştı. Birkaç meclis üyesinden başka, birkaç belediye personeli…

 Şimdi, tam da burada haykırmak istiyorum; SAYIN DUYARSIZ MECLİS ÜYELERİ, pek sevgili BELEDİYE PERSONELİ, belediyenin neredeyse bir şehir Rönesanssı gibi başlatmış olduğu bu değerli festivalden sizin haberiniz olmazsa, sizlerin desteği eksik kalırsa; halkın nerede olmasını istersiniz?

 Klasik müzik henüz bu şehir için kendi reformunu yapmadı! Yapamadı! Burayı, sadece ikametgâh, çocuklarına eğitim yeri olarak kullanan, zengin görünüşlü yoksulların ne burjuva ne de aristokrasi yürüyüşüne çıkamamış olmasının hazin öyküsüdür; bu hikâye…

 Duyarsız Meclis Üyeleri ve pek sevgili eşleri; neredeydiniz? Leylak, Menekşe renkli kitapçığın geçmişe, müziğe, sanata ve güne kattığı bu güzel başlangıç gecesi, bir dizi, bir gevezelik peşinde; bir başka ŞEHRİ Mİ kurtarıyordunuz?

 Hocanın fıkrasında ki gibi; ilk önce hırsızdan başladım. Halbuki hocanın evine giren hırsızı kimse sorumlu tutuyordu. Bütün komşular, hocanın kapısı sağlam mı, kilitli miydi; onun üzerinde duruyordu.

 Hoca da onlara, hırsızın hiç mi suçu yok? Düşündürücü sorusuyla, mizahın sonsuz ve zarif gücünü gösteriyordu.

 Her iki başkana seslenmek isterim; halkın eksikliğini hoş karşılamanızı isterken, kendi Meclis Üyelerinize, personelinize bile anlatamadığınız bu değerli FESTİVAL, konusunda sizlerin hiç mi SUÇU yok?

 Sayın başkanlar; bürokrasinin soylu tarafına, en zirvesine çıkıp oturmanızı saygıyla karşılıyorum. Fakat halka inmenin ne büyük lütuf olduğunu, sizlerin Oda Müziği Festivalinde irdeleye biliriz.

 Koskoca Beethoven, klasik müziğin zincirlerinden kurtulup Pastoral Müziğe; doğaya, tabiata ve halka; hüzünden başka, neşeyi, coşkuyu da duyurmuş, hücrelerine işlemiştir.

 Laf aramızda dostlarım; BISANTHE ODA MÜZİĞİ FESTİVALİNİN ilk gecesi, 2011 yılında A.Ceren Gürkan tarafından kurulan; Cemerata Barok İstanbul, soluktan öte nefes, rüzgâr, gün ışığı, gece huzuru; yani müziğin gösterisini yaptılar.


 Güven Serin 


4 Şubat 2016 Perşembe

AKILLI KİŞİ ACISIZLIĞI HEDEFLER


Kamera; Güven PERA MÜZESİ


AKILLI KİŞİ ACISIZ-LIĞI HEDEFLER

 Günümüzden yüzyıllar önce; yaklaşık olarak 2400 yıl önce Aristoteles şu düşünceyi seslendirir;

 “ Zevkin değil, acısızlığın peşinden koşar akıllı kişi. Ya da, akıllı kişi, hazzı değil acısızlığı hedefler.”

  Düşünce olarak Alman filozof Schopenhauer’in de ifadesindeki gibi hazzın negatif, buna karşın acının pozitif olduğu anlatılıyor.

  Hemen her yerde, insanın duyguları ve aklıyla bulunduğu her mekanda, alanda istenen ve aranan şey yüce mutluluk, o büyük haz olduğu halde, dünyamızın savaştan çok barış, mutluluklardan fazla hüzünlerle yoğrulmasını da anlamaya çalışmalıyız.

 Görünen o ki, insanın evrim yolculuğu, evrenin sürekli değişime muhtaç oluşu ve dünyanın en akıllı olan canlıların bitmeyen istekleri, düşleri, büyük hazzın ve yetersizliğin muhteşem kavgası veya uzlaşısıyla sürüp gidiyor.

 Eskiler ne der? Şöyle söylerler bir türlü laftan anlamayana; “ Bir musibet bin nasihatten iyidir! Yani başımıza gelen bir belanın, bir kere nasihat etseler ondan daha iyi olamayacağını binlerce yaşam deneyimi sayesinde anlaşılmış oluşunun açıklamasıdır.

 Bir bela; bir musibet aynı zamanda bedenimize ve vücudumuza binen acıları da anlatır. Acının acısızlığı ise, o belanın nasıl ve ne şekilde geldiğinin, kaçılır ve kaçınılmaz oluşunun derin keşfi, bir daha tekrarlanmaması için beladan kaçışı gösterir.

 Bu yüzdendir ki, dehaların tetikçisi başlarına gelen hakiki bela; travmalardan da etkilendiklerini insan tarihini anlatan her türlü edebi eserde görebiliriz.

 Acı, bela ile baş edememe, insanın yaşam ile ölüm, mutluluk ile mutsuzluk arasında bir yerde kaldığı, debelendiği belki de duraklama; kısacası en karmaşık kargaşa dönemi olduğu bellidir.

 Bu yüzden, şehrimize, şehirlerimize kurulan inşaat iskelelerine baktığınızda, oradaki duvarcı ustalarını, sıva çalışanlarını izlediğinizde zorlu koşulların, zorlu iklimlerin çocukları; gençleri olduğunu anlarsınız. Bu anlayışa sadece muhtaçlık, kazanç yönünden bakmak, bence insan safdilliğidir. Aynı zamanda, soğukla, yorgunlukla, gurbetle, zor şartlarla baş edebilme zanaatını de görmek mümkündür.

 Bir de çok net ve tarafsız olarak “ züppe” dediğimiz insanlara bakalım. Hiç incinmeden, taraf tutmadan bakalım. Kendilerinin kazanmadıkları paranın etrafında, mutluluğu, hazzı ararken, insanlık kültürü, dinlence, eğlence içeceği olan her şey karşısında nasıl yok olup, eridiklerini, başlarına gelen bin bir türlü belanın hiçbir şekilde anlamlandırılmayıp kendi ibretselliklerini, her daim aldıkları hazlarla, haz duygularını; tat alma ve duyma hislerini, görme ve dokunma, insana yakışan en güzel olan nezaketten uzaklaşmayla sonlandırırlar…

 Hâlbuki akıl hiçbir hazzın, eğlencenin kör bir şekilde karşısında değildir. O hazzın, eğlencenin insana ulaşan, ulaşması gereken derecesi peşindedirler. Kısacası, haz ile acının arasında ki ince çizgi; ACISIZLIKTIR…

 Bin bir türlü hazzı, eğlenceyi bilip, bin bir tülü acıyı yaşamış olmak veya tanıklık etmek; beladan da uzak kalmanın, kabalığı sürekli bir zanaatkâr gibi şekillendirip vernikleyip, cilalayıp değerli bir hizmete dönüştürmek yine insanın başarısıdır. Bunun için deha olmak, birkaç dil bilmek, doktora yapmak gerekmiyor. Bunun için biraz okumak, biraz dinlemek, biraz, anlamak ve biraz da seyretmek gerekiyor; acıyı, acıları, acımızı; eğlenceyi, eğlenenleri ve eğlenceyi…

 Voltaire “ Mutluluk yalnızca bir düştür, acı ise gerçektir” derken insana, yüce insana bir şey hatırlatmak istiyor. Değişimin kaçınılmaz olduğunu, mutluluğun bir şişe içine sıkıştırılıp sonsuza kadar korunamayacağını, acının demlenişini ve acının sürecini yine insanın belirleyip, acısızlığa, duyarsızlıktan öte bakmanın, duyarlı olup, diğer canlılar için yürek acısı hissetmenin de mutluluk, huzur olabileceğinin anlatımını yapıyor.

 Güven SERİN 




2 Şubat 2016 Salı

ŞAFAĞIN BİR VAKTİ


Kamera; Güven Istranca -Yıldız Dağları

ŞAFAĞIN BİR VAKTİ

 Tekirdağ gün batarken de güzeldir, iğdelerin baharla birlikte kokular saçmaya başladığı zaman da. Kiraz mevsiminde de, adaçayı, ıhlamur zamanında da oldukça güzeldir.

 Bir vakit var ki, o zaman daha da güzeldir. Şafak Vakti…

  Şafak vaktini çok az insan bilir bu şehrin, eğri büğrü caddelerini geçip, gecenin derinlerinden, günün en taze zamanına adım atarlar. Kargalar, sabah namazı için camiye çıkan insanlar ve koşturmaca içinde işine gitmek isteyen beş, on insan…

 Sabahın erken saatlerini, günden önceki günü seven şairlerden birisi de Geothe’dir. Erken kalkmayı Goethe şöyle yüceltir;

  “Dikkatli insan günün efendisidir… Titizlik, her ne kadar pasifse de akıllılıktır, aptal bundan anlamaz.
Gün öncesi gündüz, tanrı gibi sayılasın!
Çünkü erekçe kıymeti bilinen bütün emek,
Sabahçıdır.”


  Çevremde duyduğum duymuş olduğum en fazla ve en benzer sözcükler, yaz günüyse, “ hava çok sıcak!” kış günüyse; “ hava çok soğuk” bir de unutmayalım; “ nereye gidiyorsun böyle?” Şikâyet ve birkaç soru sözcüğüyle geçen hayatın; hayatların belli ki uyuşukluk içine düşmüş olduğu, bu kadar büyük bilgi çağı içinde gümbür gümbür bilgi, teknoloji, değişim yağarken, birkaç sözcüğün içine hapsolmak; oldukça can sıkıcıdır.

 Ganoslar-Işıklar Dağlarına yapmış olduğumuz geziler şafakla başlar. Daha öğle olmadan alınan yollar, görülen vadiler, yapılan sohbetler güne günler ilave eder. Birçok kez arkadaşlar, daha günün yarısı olmadığı halde ne kadar çok yol almış olduğumuzun hayreti içine düşerler.

 Şafağın tazeliği, uyuşukluğun bedeni bir parça erken kalkmışsa, hele bu alışkanlığa dönüşmüşse, bilin ki evrenin de, doğanın da size verecekleri şeyler fazlalaşacaktır. Bu fazlalık, belki de sizi bonkör olmaya, şükran duymaya, sesin sessizliğine, bilginin bilgeliğine bile getirir; kim bilir…

 Erken kalkmayı seven şair, yazar gençlik yıllarında şöyle seslenir;

“ Ne hoştur, muhteşem bir insan zekâsının, kendi içinde yansıyanı dile getirmesi.”

 Bu dünyada, ülkemde ve şehrimde, kendi içine yansıyanı dile getiremeyen o kadar çok insan var ki! Nedense çareyi, kurtarıcılığı hep başkalarından beklerler. Hâlbuki insanın milyarlarca hücresi, kendisine ait bedeni yaşatmak için her an, enerji üretmekle kalmayıp, yenilenme, onarım içindedirler. O hücrelerin dilini bir anlasak, sesini bir duysak; içimize yansıyanı görememiş, kör ve sağır oluşumuzu, büyük ve korkunç bir utanma içinde kabul ederiz.

 Otobiyografi, sadece tanınmış kişilerin kendi hikâyesini anlatması değildir. Sabahın içine, günden önceki güne tutunan, iç yansımasını fark etmiş insanların da sarılacağı edebi bir felsefedir.

 Thomas Mann, otobiyografi için önemli bir açıklaması var;

“ Otobiyografi yazarken fark edilen şey, insanın öğrenirken öğrettiği, eğitilirken eğittiği gerçeğidir. Bu yüksek sevgi dolu ve insanları birleştirici kültür aracı dil, sayesinde gerçekleşmektedir.”

 Hepimizin dili var. Bu varlığı, korku, tabular, üzerimize binmiş bir sürü yük içinde yok edip, can sıkıcılığın, yaşamın yaşanmaz oluşunun işkencesini yapmak yerine, öğrenirken öğretmek, eğitilirken eğitmek denen sevginin sevgilisi olmak yüce bir şey olmalı…

 Güven Serin