Sayfalar

31 Ağustos 2018 Cuma

ŞAMATACI BALIKÇILAR





ŞAMATACI BALIKÇILAR
----------------------------------------

  Denizin kendisinden mi kaynaklanır bu tür neşeli gürültüler bilinmez! Denizin bağrında yaşayan bütün canlılarda vardır bu tür şamatalar. Martılarda ve denizden geçinen, onsuz yapamayan balıkçıların yaşam biçimlerinde…

 Bir Ağustos rüzgârlı gününde, rüzgârın ağaçlara çarpınca çıkarttığı neşeli sesler gibi; çınar ağacının altına oturmuş balıkçılar kâğıt oynuyorlar. Dört kişi oynuyorsa, sekiz kişi de şamataya katılmak, tanıklık etmek için seyrediyor güya!
 Balıkçıların olduğu her yerde boldur bu tür şamatalar. Tıpkı Shakespeare’nin oyunlarında ki gibi; bu şamatalarda; neşe, hüzün, yalan, asalet, gam, keder; her şey vardır…

 Yaşamın ta kendisidir şamatacı balıkçıların yaşadığı yerler. Küfrün en bol olduğu kadar, insaniyetin de en çok uğradığı yerlerdir; yetinmesini, bilen, en son sözlerini ilk söyleyen insanların olduğu yerde; çınar altı gölgesinde bir Tekirdağ günü daha şamatayla neşeleniyor.

 Doğanın mevsimleri gibi; en hakiki fırtınaların titreten yanlarından tutun da, en dingin Ekim ayı; mevsimden mevsime, ruhların töreni gibi; limanın şamatacı balıkçıları…

  Tevfik Fikret de, Sait Faik de; yakınında durdu balıkçıların. Ruhlarına dokundular o insanların…

 Duyduğu sesleri yazıya döküyordu Fikret; “ Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın/Sakın biraz yedek ip, mantar almadan gitme…/Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın”

 Tekirdağ limanının çınar gölgesine sığınan balıkçılar şimdi haylazlık yapıyorlar görünse de; her daim ağlarla, iplerle, kayık ve balıklarla doludur düşleri… Sabırdır küçük balıkçının işi; ne gelirse kovaya; öyledir şükrü; bazen bolca yosun da ayıklar ince ince ördüğü ağlardan…

Güven Serin 

 



30 Ağustos 2018 Perşembe

GÖLGELER DANS EDİYOR





GÖLGELER DANS EDİYOR
-------------------------------------

  Ağustos zamanı, aynı zamanda rüzgârların da çalım satıp, acemi tatilcileri denizin puslu görüntüsü ve dalgalarıyla kaçırma zamanıdır.

 Bilenler bilir; Ağustos’un rüzgârlarının bir süre sonra yatışıp, nezaket ve sükûnetle yola devam edeceğini; pastırma zamanına kadar nice neşeli günler, geceler geleceğini…

  Oturduğum çınarlar beşik gibi sallanıyor; güneyden kuzeye, doğudan batıya. Hava koridorunun en etkili olduğu yerde, çınarların altında bile sıcaklığın, basıncın baskısını yaşıyorum. Beş on dakikada bir konum değiştirerek serinlemeye, gölgelerin izinde gitmeye çalıştım.

 Durmuyor gölgeler; güneşin ışınları, rüzgârın enerjisi ve ortaya çıkan çınarların cümbüşü; fışırtıların masalımsı gündüz korkuları yaşanıyor sanki! Fox ismi verilmiş küçük boylu hangi cinse ait olmadığım bir dişi köpek; Israrla yeni huy edindiği çıplak ayaklarımı yalıyor. Sanırım onun ifadesiyle bir sevgi gösterisi…Laf aramızda,köpek salyası iyileştirici ve onarıcı etki yapıyormuş…

  Fox’un bütün sıcakkanlı canlılarda olan bir yapısı var; sevgiye, samimiyete olan muhtaçlığı… İlk bakışta bu sevgi için benim rüşvet verdiğim sanılır. Her daim onun için yanımda taşıdığım bir küçük şeker vardır. Canı çok isteyince inanılmaz oyunlarla o şekeri muhakkak alır.

 Çınarların, denizin olduğu bu yere sık gelirseniz, küçük köpeğin davranışının gölgeler gibi değişken değil, çok istikrarlı ve anlamlı olduğunu göreceksiniz. Yüksek yoğunluklu müzikten, silah atışlarından oldum olası korkar ve kaçar. Ona el uzatanlarla oynamayı, özlediği insana dili, gözleri ve patileriyle sarılmayı çok sever. Üstelik ona hiçbir zaman şeker vermeyen İlyas Beyi de önemser ve ona yine ayrı bir duyu, sevgi içinde yaklaşır.

 Çınarların altında ki gölge oyunları; binlerce; ışığın, yaprağın ve rüzgârın değişmez dans ve saltolar…

 Gölgeler o kadar çabuk ki; büyük bir oyun ve şaşırmaca içindeler. Hangi gerçek oyun, insanı şaşırtmaz ki? Kadınların erkeklerle, erkeklerin kadınlarla oynadıkları büyük yaşam oyunları; her daim yaşamın içinde olan, ticaret, siyaset, inanç biçimleri…

 W.Shakespeare, bütün bu oyunların oyuncularından beslenerek yazmıştır tiyatrolarını. Venedik Taciri, Kısasa Kısas, Hamlet; hepsi kıymetli insan davranışları, huyları, karakterleri, alışkanlıklarıyla ve aşırılıklarıyla dolu; süslüdür.

  Rüzgârın, hatta rüzgârlar demeliyim; sıkça yön değiştirerek kabartıyor az ötede ki denizi. Çınarlar ise, doğum sancıları çeken canlılar gibi, kurumuş yaprakların birbirine değen gamlı, korkulu hışırtılarıyla koşuyor gölgelerin peşinden.

 Carventes’in kahramanları nasıl koştuysa; iyiliğin, erdemin, saflığın ve enayiliğin peşinden; bugünün insanı da öyle koşuyor kendi huylarının, karakterlerinin ve aşırılıklarının peşinden.

 Yine aynı; iyi sanatçılar her daim malzeme bulacak kadar zengin bir dünya bahçesi; insan ve insancıklar; erkek ve kadınlar; muazzam dünyanın, akla hayale gelmez sanılan basitlikleri… Kıl aldırmayanlar burnundan, yüzü yere düşenler; menzile erişemediğini sandıkları için ve Afrikalı mitolojisinden fırlayan kötü tanrıça gibi, her daim iyiliğe, gelişime, güzele tutunmuş erkeklerle çiftleşerek ölümsüzlük formülünü arayan ruhlar…

 Küçük boylu dişi köpek; Fox; oynuyor benimle; yalıyor, kokluyor ve ayrılış zamanını her daim kendi belirliyor. Montaigne kedisiyle oynarken sıklıkla, ne malum; kedimin de benimle oyun oynamadığı, düşüncesine bir gönderme yapıp; kendini oyuncu sanan, her daim oyuna kurban arayan safdilleri de ortaya çıkartmak için yazıyorum; ne malum, seyirci de sizinle oyun oynamadığı; yarı tanrı kılığını bırakma zamanı gelmedi mi?

 Gölgeler bir acayip dans ediyor. Binlerce yaprağın sağa sola, yukarı aşağı giden ve tekrar geri gelen gölgeleri.

 Güven Serin 




29 Ağustos 2018 Çarşamba

BENİ AFFEDİN



BENİ AFFEDİN!
-------------------------

  Bir şair, destansı düşüncelere erişme gücü, iradesi varken, yaşamın içinde kalmak isteyenlerin olmazsa olmazı olan yaşama veda ederken; böyle bir ayrılık notunu niçin yazsın? Bir af dileyiş; o büyük ayrılık zamanı dahi; nezaketin ruhuna dokunmak, ayrı bir ibretsel felsefe ve trajik bir oyun değil midir?

 Bir iz sürücü gibi izini sürmek, son vedasını, notunu yazdığı yere; İstiklal Caddesi; başağa Sokak 13 numaraya gitmeyi hissettim. Ne bulacağım gittiğim o yerde?

  Tamamlanmamış göçün hikâyesini mi? Yitirilmiş insanların manevi kırıntılarını; bir saygı gereği; af dileyen, içinde insan sevgisini yitirmeyen insanın yıllar önce, büyük kararı verdiği yerde; bir anıtsal duruşu; ona yazılacak bir ağıt, bir şiir, küçük bir sesleniş cümlesinin okunuşunu tekrarlamak mı?

  Soysal Ekinci; yitirdiğimiz, ölüme kendi elleriyle giderken dahi, sevdiklerinden özür dileyen bir insanın edebiyata, insanlık uzamanı, ebedi bir yolculuk başlatmış sanat insanı…

 Bizler; henüz yaşamdan ayrılmamış olanlar; af dileyen bu insanların manevi ve maddi kişiliklerini, felsefelerini, sanat ve sosyal anlayışlarını yaşatmak için ne kadar duyarlıyız?

  Bir acıma, ayrı bir tamamlanma veya yaşamın kayrılmış tarafında kalmanın kurnaz bir tebessümü; hiçbir zaman sanatın erişmek istediği olan uzama; yani, sevginin, dönüşümün, birleşimin hedefine ulaşamayacak…

 Yaşama tutuma ve ondan vazgeçme iradesi; sadece psikologların, sosyologların verecekleri cevaplarla anlatılamayacak kadar özel, ince titreşimlerin tellerinin insan kulağı ile duyulamayacak kadar uzak bir derinlikten gelirler; çığlık çığlığa veya evrimsel dönüşüme yazgılı bir coşku ateşi içinde…

  Tıpkı Sergei Yesenin gibi; “ Elveda dostum elveda/Elveda sevgili dostum elveda/Sen kökleri içimde uzanan/Ayrılık yazılmış alnımıza/İleride yine karşılaşırız inan/Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada/Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.”

  Kaan İnce gibi “ Ve ben güzün ağlayacağım/Sulara çekileceğim dönerken balıkçılar”

  Ve Soysal Ekinci, her sanatçının doğma hali notunu düşer, ölürken doğmanın evrensel erdemi ve ödülü gibi; “ Aydınlar ahh en yakınındakine bile uzak duran aydınlar/Her devinime anlaşılmaz bir homurtuyla karşı çıkan aydınlar”

Güven Serin 


27 Ağustos 2018 Pazartesi

İĞRENÇLEŞEN FUTBOL AŞKI





İĞRENÇLEŞEN FUTBOL AŞKI
----------------------------------------------


  Bıçkın delikanlılık olayı “dokunma yanarsın” aşamasına gelmiş! Üstelik çoktan; üzüm üzüme baka baka kararmamış; çürümüş…

 Dokunma yanarsın felsefesini benimsemiş efendiler için bizim gibi insanların içki içmesi de, futbol izlemesi de standartlara uygun değil. Bağırmıyoruz, nara atmıyor, eğriye, doğruya küfür savurmuyoruz…

  Küfür; özellikle “ANA” odaklı, neredeyse bu ülkenin kültürü haline geldi. En çok can yakacak olan şey; “ana” sözcüğünün daha çok can acıttığını bildikleri için bütün kavga, hoyratlık, iğrençlik bu sıfatın etrafında döner…

  Sıradanlığın ve yetinmenin dinginliği içinde, bir parça gecenin efkârını dağıtmak adına Beşiktaş Antalyaspor maçını izlemek için yakınımda bulunan, sadece maç izlemeye gittiğim mekâna gittim.

 Ben hariç, orada bulunanlar birbirlerini tanıyorlar. Çünkü maç bitince benim gibi kimse kirişi kırmıyor! Tanıdıkları için birbirlerini, topluluğun özgüvenini muhteşem bir iğrençlik oluşumuna yol açıyor. Tıpkı, küçük zararsız bir çığ parçacığı gibi; sonra dehşete doğru sürükleniyor…


 İnsanların en rahat edecekleri, en çok eğlenip deşarj olacakları bu tür sosyal mekânlar, ipin ucunu kaçıralı çok oldu. Şimdi, bu sıradan ve soylu bir ticari getiri akıntısı oldu. Nehirler gibi; statlarda olabildiğince büyük devasa dalgaları olan denize dönüşüyorlar.

 Aklını kaçırmışlığın veya insan yolculuğunun büyük tezatları, onurlu olmayan geçitlerden onura doğru kaçışıyorlar. Öyle çabuk değişiyorlar ki; biraz önce anasına küfür ettiği kendi futbolcusu bir gol atsa; neredeyse can yoldaş haline geliyor.

 Büyük savurganlık; eğlence hayatına da kök salmış… Hatta sonsuzu kovalayan, rüzgarlarla savaşan bir hovardalık…

  Bu mekâna zaman zaman geldiğim için insan tiplerini davranışlarını tanımaya başladım. Hemen sağımda oturan aristokrat görünüşlü genç adam biraz bana benziyor; centilmenliğini bir parça korumaya çalışıyor. Kızınca en fazla; “ Çöp, bunlar!” diyor. Biraz önce küfür edenler, azalan zaman içinde Beşiktaş’ın yenik durumunda oluşuna; “Sakin ol!” seslenişleri de yapıyorlar; sanki sakinliğin ne demek olduğunu en iyi biliyorlarmış gibi…

  Bütün bunlar belki bir totem? Belki de bir ezilmişliğin, dışlanmışlığın her daim sıfat sahibi olma oyunları…

  Bir ara; daha doğrusu Beşiktaş’ın golleri erken yemesi, genç galeci Utku’yu da erken pes ettirdi. Büyük seyirci karşısında büyük heyecan duymamak olmaz… Topa dokunacağı zaman; aşk titremeleri yaşamaya başladı…

  Goller ardı ardına geldikçe, sağımdan, solumdan yağan küfürlerin hava akımları, tükürük kırıntıları; boynumu, yüzümü, kulaklarımı; hatta ruhumu bile kirletmeye yetti. Büyük girdap içinde bir ara; “Burada işim ne?” Sorusunu sordum.

  İmdadıma edebiyat yetişti. Ne büyük kurtuluş seçeneği! Gök ve yerlerden yıldırımlar yağarken, güvenli bir mağaraya sığınmak gibi bir şey… Birden etrafımda ki insanların tiyatro oyuncuları olduklarını düşledim.

 Ne müthiş enerji içindeydi oyuncular. Ne çok kendileri ve aynı zamanda başkalarıydılar… Kendisi olmayan bir tek ben! O kadar yol yürüdüm; döndüm baktım; Bir arpa boyu…

  Bu yüzden büyük düşünür Pessoa, sanatın varlığını iğrenç şeylerden kurtulmamızı sağlayan bir yansılamadır der. Danimarka Prensi Hamlet’in babasının ruhu ve amcasının iğrençliği, annesinin saflığı karşısında duyduğu büyük acıları ve çileleri hissettikçe, kendimizi unuturuz…

 Mekân, bir tiyatroya dönünce, ben, ben olmaktan öte geçtim; sert sandalyem, rahat bir tiyatro koltuğuna dönüşmüştü. Üstelik tecrübeli mekân sahibi, çay demleme ve dinlendirme işini çok iyi yapıyor; tıpkı dedelerimiz zamanı çay kokuyor etraf.

  Dem almış çayın kokusuna ve tadına dokunarak; Beşiktaş Antalyaspor tiyatrosunu izledim; milyonlarca seyirciyle birlikte… Maç sonu, yenik tarafın bir taraftarı değil, tüy gibi hafiflemiş bir izleyici, yaşamın dümenine geçmiş bir şoför misali gecenin sarhoş dinginliğinde caddenin rahat sessizliğinde yürüdüm, gittim…


 Güven Serin 





20 Ağustos 2018 Pazartesi

SÖZ SÖZCÜ AÇIYOR;CAN YÜCEL'İN GÖZYAŞLARI





                                         

SÖZ SÖZÜ AÇIYOR; CAN YÜCEL’İN GÖZYAŞLARI
----------------------------------------------------------------

  Söz sözü açmaya görsün; Can Yücel’in gözyaşlarına kadar uzanmak mümkündür. Bir gazete çalışması; Ahmet Tulgar’ın Pazar ekinde ki yazısı, masamda karargâh kurmuş bir kültür ordusu misali…

  Edebiyatın yaşama, yaşanmışlıklarla kattığının haddi hesabı yoktur. Önemser, önemli bulmaya başlarsanız; Aborjin felsefesinde ki telepatik anlaşmalara, haberleşmelere kadar ulaşmanız da mümkün hale gelebilir.

  Laf ebeliğini bırakan, zamanın değerli oluşunu anlayan, kendi değerini yükseltmek, saf huzura kavuşmak için korkmadan ve büyük bir heyecan içinde girer edebiyatın tapınakları arasına. Ne çan, ne ezan ve ne de ilahilerden rahatsızlık duyar; bilir hepsinin bir karşılığı, anlamı olduğunu.

 Alman filozofun kiliselere, papazlara açtığı savaşı bildiği gibi bilir ve onu da temiz tutmak için hücrelerinde ki bakım, algı, anlama odacıklarına davet eder.

  Ahmet Tulgar, kendi köşesinde ortaya çıkarttığı çalışma; defalarca okunacak kadar mühim! Sıradanlığı zorlarken, anılara, sanata, sanatçıya, sosyolojiye, siyasi alana kadar uzanıyor. Bu sayede okur; yani bizler de kendi cehaletimizle yüzleşiyoruz…

  Yüksel Arslan diye bir ressamımız olduğunu ilk kez öğrendiğim gibi, onun hangi alanda çalışma yaptığını, resmiyle neye dikkat çekip, neleri anlattığını bilmiyordum. Kargaşa o kadar çok olunca, netleşmeyen, saflaşma yan bir türlü huzur bulamayan algılarımız, seçeneklerin en iyilerine dokunamayan tercihlerimizle yüzleştiren bir çalışma…

  Tıpkı aynı çalışmada Yüksel Arslan ile Can Yücel’in kesişen tarafını; birinin şiiriyle, diğerinin de resimleriyle nasıl buluştuklarını vurguluyor. Sadece vurgulamakla kalsa iyi Can Yücel ile Kuzguncuk günlerinde ki anı ve hatıralarında kim bilir kaç yüzleşme anına, lafın lafa ulaşma, sırnaşma mücadelelerine tanıklık ettiler!

  Böyle bir Kuzguncuk Çınarlatı gününde dedesiyle babasını hatırlayan Can Yücel; gözyaşlarını da hatırlar ve unutulmaz bir anın kayıtlarına geçer. Orada ki çay bahçesinin sahibinin içki satılmadığı halde Can Yücele meyve suyu ile karışık votkasını verişine, lafların bellerinin kırılış zamanlarına uzanan sosyolojik, psikolojik ve sanat yolculukları…

  Ahmet Tulgar, Can Yücel ile Yüksel Arslan’ın kesişen biçimlerini daha iyi anlatmak için bir örnek veriyor. Sinemadan! Marc Foster’in 2001 yapımı Mosters’s Ball-Kesişen Yollar filmi… Sadece bir gazete yazısı diye çıkılan yolda; kıtalar arası bir gezinti misali, ne çok zenginliğe, ayak seslerine, insan biçimlerine tanıklık ediyorsunuz…

 Filmi izlediğimde bu anlatıyı, değerli çalışmayı daha iyi kavrıyoruz. Orada da bir Can Yücel var; sevişmeyi, beklediği hayatı tam manasıyla bulamamış, yani bir komünist ve şair olarak ortaya çıkan yenilgi sonucu kendi bedenine başlattığı saldırıyı anladım.

 Kendisini ileriye taşımayı düşünen ve kültürel anlamda iyi beslenen nice insanın yaşadığı hayal kırıklığı, çöküş ve kavganın başlangıcı sayılan, uyumsuz, hoyrat üretimler, söylemler; madalyonun diğer yüzünde saklı…

 Psikologlar çocukluğa inerler. Yazarlar da tüm zamanlara inmek ister; ilmeğin içinden geçecek başka ilmeklerle ve daha da ötelere; kör düğümü başka kör düğümle olan bağları, bağlantıları anlayana kadar rahat durmazlar…

 Öğrenme isteğinin kutsallığı, öğretilerle öne çıkarken, ikisinin bileşeninin ise yüce, saygın onurlu bir üretim-çalışma olacağını yok saymak nafile.

 Filmde ki sevişme sahnesi; daha doğrusu, çiftleşme arzusu, sonrasında ki sevişmeye dönen keşif; tün insanlığa lazım olan şey; güven duygusuyla değişimlere tutunup, yeniden ve yeniden deneyimlemek; delikanlı heyecanı, baharın yüksek arzusu ve dayanılmaz cazibesi gibi uyanma isteği…

Güven Serin  


18 Ağustos 2018 Cumartesi

BİR GEMİ KALKIYOR


Kamera; Güven-Tekirdağ


                                     BİR GEMİ KALKIYOR


Gecenin içinden, bir gemi kalkıyor
Onun, bir rotası var elbet; ticaretle kesişen
Avrupa’dan Asya’ya doğru,
Işıkları karanlığı delerek ilerliyor
Geride bıraktığı ay, Jüpiter, Venüs ve Merkür
Tekirdağ, deniz ve masa; kenarında,
Bir de ben…

Varmış ve yokmuş misali
Bütün zamanları birbirine katarak içtim çayı,
Suyu ve geceyi; Yudum yudum…
Kendimi, zerrecikleri, bilinen bilinmeyen elementleri,
Düşleyerek, bilerek küçük hesapların kavgasını!
Bir gemi; gecenin içenden kakıyor, deliyor ışıkları;
Karanlığı…

İyi tatiller, yolculuklar ve algının, iradenin açlığını giderecek sosyolojik, kültürel edinimler dilerim sizlere; bay ve bayanlar… Dostlar; dostlarım…

Güven Serin 

17 Ağustos 2018 Cuma

BAĞDAŞ KURMAK


Satranç Oynayan İki Adam
Osman Hamdi




BAĞDAŞ KURMAK
--------------------------------

  Nikos Kazancakis’in Zorbası, tam olarak özgür bir insandır. Yazarın, dünya sınırlarını zorlayan özgürlük anlayışı, ancak düş ile gerçek arasında etki yapıp, yuvalanan, kendine yaşam alanı yaratan kişi; anlatıcılar, yazarlar, şairlerdir.

 İstedikleri aşamaları geçmeyi bilecek karakterlere can verirler. Nikos Kazancakis’in Zorba isimli kitabında ki başkarakter ve tam da onu anlatan kişidir Zorba.

  Kazancakis Zorba üzerinden yol alıp konuşurken, Zorba’nın bağdaş kurmasını Türklere ve bir de Simbat’a benzetir. Oturma biçiminde ki rahatlık, tercih veya doğallığın bile Zorba’da vücut bulmuş olduğunun yüksek kanıtı, hemen hemen her türlü eylemle, Zorba’nın üzerinden anlatılır.

  Kazancakis’in Zorba’sı, Don Kişot, Böyle Buyurdu Zerdüşt Gibi, James Joyce’nin Ulysses’i kadar yakın duracak bir kitap-eser. Zorba’nın uçsuz bucaksız özgürlüğüne sokulmuşken, karşımda ki duvarda; Kazancakis’in söz ettiği bağdaş kurmuş insanların resminin kopyası duruyor.

  İki kişi; altlarında el dokuması bir klim, üzerine oturdukları sedirde satranç oynuyorlar. Giyimlerine bakılırsa, Afkan veya Arap karışımı. Başlarında sarık, üzerilerinde Kandur denen giysi; kırmızının, mavinin, yeşilin, beyazın yansımalarıyla; yüzlerinde ki kısa kesimli sakalları ve oldukça düşünceli şekilde satranç oynuyorlar.

 Bir düşünce oyunu içinde; hamlenin sırasını veya hamlelerin diğer hamlelere verecekleri karşılıkların ince hesaplamaları; mindere kurulmuş iki adamın birbiriyle yüzleşme anları… Tıpkı benim ve Özkan Hocanın yapmış olduğu ve her defasında Özkan Hocanın galip gelmesiyle sonlanan satranç oyunu.

 Giysisi mavi ve yeşile dönüşmüş olan bağdaş kurmuş. Hamle sırası onda olduğu halde; düşüncenin derinliği ve ortama yansıyan kaygıya bakılırsa; zor durumda! Sanırım, zorluğu beni yansıtıyor. Kırmızı kanturu giymiş olan bağdaş kurmayı tercih etmemiş. Ellerinin keyifli birlikteliği, yere uzanan bacaklarının, bacak üstüne gelişi, ayağında ki kıyafetler ve diğer oyuncuya; rakibe doğrultulan bakışa bakılırsa; oyunu kazanmaya bir adım kalmış; büyük bir galibiyet sevincini elde etme, kaleyi ele geçirme çalımını etrafa yayıyor.

  Satranç oyuncularının bulundukları ortam, her yönüyle tarih ve sanat gösterisi yapıyor.  Yan taraflarında ki küçük sehpada duran cezve ve kahve fincanları, hemen arkalarında ki ocakta uğraşan kahvehane sahibi, resmi, bulundukları tarihi bina, ahşap ve taş, mermer işlemeciliği gözler önüne, görkemli bir kompozisyonla seriliyor.

  Resmi hangi ressam yaptı bilmiyorum. Osman Hamdi çalışmalarına benzettim. Bu çalışma da da, Zorba’da bulunan sınırsızlık, özgürlük, korkusuzluk aranmış olabilir. Kazancakis’in mezar taşında, onun önceden not aldığı yazıda şunlar yazıyor;

“Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.” Sanırım, bir şey üretmek, üretme tercihlerini elinde bulunduran, bütün zanaatkârlar ve sanatçılar kendi sınırlarını, kendi ürünleriyle zorluyorlar.

Güven Serin 

16 Ağustos 2018 Perşembe

GÜNAHKAR ŞEHİRLER



                                        GÜNAHKÂR ŞEHİRLER



  Akıla hemen gelen; kutsal kitabımız ve diğer kutsal kitap Tevrat’da geçen isimleriyle; Sodum ve Gomora; kentleri yerle bir olmuş; yitik medeniyetler… Niçin? İnsan sınırlarını; ahlakını zorlayan yaşam biçimlerine; ilişkilerine tutundukları, işin çığırından çıktığı için…

 Boşuna söylenmemiş birçok söz; “ Azı karar, çoğu zarar!” diye… Nice âlim, peygamber, diğer insanları; yoksulları, yetmezleri bu yüzden gündemde tutmuş; insan denen canlının sonsuz azgınlığını, gururunu, güce, zenginliğe olan düşkünlüğünü dengeye getirmek adına nice savaş verilmiş.

 Kral Davud’da bunlardan birisidir. İsrail halkının gözünde peygamberlik yüceliğine sahip olan büyük insan! Senin güzel olduğu kadar, marifetli oluşu; demiri işlemeyi bilmesi de ayrı bir zenginlik sayılır.

  Adaleti, o günün şartlarında halkın korktuğu dev, Calut’u öldürmesi, ününe ün, gücüne güç katmıştır.

 Aynı Davud’un kendi ordusunda çok önemli bir yere sahip Generali Uriah’ı öldürmesini inceleyen ilim dünyası şu sonuca varır; Thomas Hobbes,Davud’un generalı Uriah’yı generalin güzel karısıysa evlenmek amaçlı yaptığı;insanın hangi mertebede bulunursa bulunsun,zaaflarına yenileceğini de bilmek düşünmek adına çok değerli bir tespittir.

  Günümüzden 3 Bin yıl önce de, insanların günahları, günahkâr şehirler gibi serpilmeye devam ediyormuş… Nice kurbanlar hep bu uğurda verildi. Kim bilir; belki de bizlerin bilmediği çok daha önceleri; ne büyük, korkunç dehlizlerden, karanlıklardan çıktı bu insanlık…

  Onca kıyamet, günahkâr şehir yok edildi de; milyar sayıya ulaşan insanlığın dizginlenemeyen güç anlayışı bir türlü yerli yerine oturmadı. Bir taraftan uzayı merak eden, insanlığı şaşırtan buluşlar yapan insanlık; diğer taraftan Ortadoğu’nun kanını fışkırtmaya; hatta emmeye devem ediyor.

 Günahkâr şehirlerin dersi, alınacak ibret; her daim olduğu gibi halka kaldı… Her yükün çilesini çeken, bilen halkın da kendi içinde yarattığı ne büyük gizemler, bilmeceler ve güç ayrışımları, paylaşımları var…

 Ülkemizde; son 100 yıl içerisinde öldürülen insanların isimlerini, konumlarını, bilgi ve görgülerini irdelemeyi beceremediğimiz için; günahkâr şehirlerin, günahlarını da içselleştirip kültürleştirmede yetersiz kaldık…

 Sabahattin Âli’nin öldürülmesi, bir kesimi ilgilendirdiği gibi, diğer büyük topluluğu hiç mi hiç ilgilendirmedi. Uğur Mumcu’nun ölümü; öldürülme vahşeti de, Hrant Ding’in vahşetinde ki ustalık da öyle…

 Oysa bütün öldürmeler, vahşetler yaratıcıya; Allaha haykırıdır. Suç ve günah olduğu halde; her öldürenin ne büyük sebepleri vardır, büyük günahı işleme adına…

  Yunan yönetmen Theo Angelopolus’un ölümünde ki sis-pus; filmlerinin aynısı; büyük suskunluk ve evrensel bir müzik; Eleni’nin müziği; bestesi ve bütün iyi insanların öyküsünü anlatıyor; sessiz ve çekingen protestosunu…

 Ya Nikos Kazancakis’in durumu? Doğduğu yere gömülmesi için Yunan hükumetinin ilgisiz kalışı? Mezarında ki taşta yazılı olan yazarın, şairin yüce seslenişi;

“ Hiçbir şey ummuyorum… Hiçbir şeyden korkmuyorum… Özgürüm…”

  General Uriah’ı güzel karısıyla evlenmek için öldürülen Davut, Allah tarafından beceri, marifet, güzelliklerle ödüllendirilişinin farkındaydı ki, bu suçu kabul edip; suç işlediğini çok sonra dile getirmesi da ayrı bir anlayış, inkâr ve kabulleniştir…

  Milyar sayıya ulaşmış insanlığın, milyar sayıda ki pişmanlıkları-suçları; akılla izah edilemeyecek oluşları, Nörobilimcilerle hukukçular arasında ki çelişkilerin de hiç bitmeyecek oluşunu işaret ediyor…

 Güven Serin 





15 Ağustos 2018 Çarşamba

TİYATRO ODİN ve TİYATRO PERA






TİYATRO ODİN ve TİYATRO PERA
-----------------------------------------

  Tiyatro Odin, şehrimizden binlerce km uzakta; Norveç Osla’da kuruldu. Tiyatro Pera ise, şehrimize komşu olan tüm zamanların başkenti; İstanbul’da 18 yıl önce Nesrin Kazankaya tarafından kuruldu.

 Tiyatro Pera’nın sahnesi oldukça kolay ulaşılan bir yerdeydi; Taksim Sıraselviler adresi; butik bir tiyatro ama oldukça etkili oyun ve oyuncularıyla nefes aldırıyordu; sanatın varlığına inanmış ve muhtaçlığını çekenlere.

 İki yıl önce; Nesrin Kazankaya’nın da ifadelerinde ki gibi; Kapitalist; yıkım, döküm ve dönüşümün kurbanı olarak savrulmaya başladılar.

 Tiyatro Odin, bu savruluşu; kıtalar, ülkeler arası gezintiyi gönüllü yapanlardan. Euginio Barba’nın kuruculuğunu, önderliğini yaptığı Odin’in doğuşunda ki fikir; İçimizde saklı olan, birinin ötekiyle savaşını gözler önüne sermek…

 Tiyatro Pera’nın da Sıraselviler eski adresinde ki küçük sahnesinde yaptığı şey oydu; saklı olanı ve birinin ötekiyle savaşını gözler önüne sermek… Fırsat buldukça, çevrenizde veya biraz daha uzakta olana; tiyatrolara uzanmak; kimilir ne çok yakın olduğumuz kendimize uzanmanın sırlarını da bulma anlamına gelir…

  Tiyatro Odin’in bir başka felsefesi daha var; gittikleri her yerde insanlara şöyle sesleniyorlarmış; “ Siz bize buranın türkülerini, yemeklerini öğretin; biz de sanatımızı paylaşalım!”

  Kültürler, kültürlerimiz ne çok önemli; tam da önemsizliğin kaçışı, utançları yaşanırken, kendi kendimizden kaçar, saklanır olmuşken; silik gölgeler gibi dolaşan bedenlerimizin, ışıltı saçan, ellerinden sanata duyulan açlığın alkışlarına ne çok ihtiyaç var…

 Güven Serin 





13 Ağustos 2018 Pazartesi

HALDUN TANER BİR ORMANDIR






HALDUN TANER BİR ORMANDIR
------------------------------------------------

  Tarihi Ses Tiyatrosunu ayakta tutmaya çalışan bir insan-sanatçı; Ferhan Şensoy; hani İsmail Hakkı Dümbüllü’nin kavuğu emanet ettiği kişi…

  Bir günün gecesi Halep Pasajı ve Ses Tiyatrosundayım. Ferhan Şensoy’un kızlarının sahnelediği bir tiyatro oyunundayım. Loca’dan sahneye bakıyorum; tarihi, iç içe geçmiş insan sahnelerini, günün oyunuyla yan yana koyarak…

  Bir ara; bir adam gözüme takıldı. Benim kaldığım locanın karşı çaprazında; sahneye çok yakın olduğu yerden bakıyor sahnede ki oyuncu kızına. Locanın, salonun loşluğu bir yana, oyunun anlatmak istediği, yarattığı hissiyat diğer yana…

  Ruhuma bir şeyler dokundu. Bir sıkıntı; dünyayı ezik görüp, dünyaya meydan okuyan; bu acınası yaşam rollerinde rol yapmayı bile beceremeyen insanlığa hicivlerle karşılık vermeye çalışan; bu uğurda ömrünü, iradesini, bilgisini; tüm sermayesini ortaya döken bir insanın; dünya gezegeninde son sahneleriymiş gibiydi.

   İki büklüm; karanlığı yaran hüznü, iç çekişleri; büyük salonu yarım geçiyor, bana kadar uzanıyordu.

  Ferhan Şensoy cumhuriyet dönemi tiyatro yazarlarını bir ağaca benzetirse nasıl olacaklarını görmek ister. Turhan Oflazoğlu budaksız bir çınara, Topkapı Sarayının bahçesinde görülen, kökü yüzyıllar içinde duran çınar olduğunu düşünür.

  Güngör Dilmen, budakları kanaviçe bir ceviz ağacına, Sermet Çağan yaprakları sanki bir kuş bir kavak ağacına… Necati Cumalı, gövdesi delik deşik, delinden yer yer Ege denizi görünen bir zeytin ağacı, Oktay Arayıcı, Cahit Altay bir güzel fındık ağacıdır.

  Melih Cevdet bir dağ başında yapayalnız servi ağacı, Suavi Süalp, yaprak altında gülen elma ağacı…

  Haldun Taner ise bir ormandır… Hani Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Keşanlı Ali Destanı ve daha nicelerinin yazarı olan insan… Sanatçı…

  İnsanlık, ilimlerle daha anlaşılır olmaya başladı. Ormanların işleyişi, hayvanların kendilerine özgü, içgüdüsel ve doğal yaşamları… İnsanların değişime karşı konmaz savaşı; nereye varacağı bilmeyen gelişmelerin sonsuzu ve ölümsüzlüğü göğüslemek le meşgul oluşları…

  Bu kadar çok bilmece çözülse de, insanlığın kilitlendiği, çözümsüz hale geldiği dönemler; tıpkı doğanın bilmem kaç bin yılda bir buzul çağı veya kıyametler yaratması gibi; yok oluş sürprizleriyle, kendi var oluşunu kurtarma, belki de tekrar tekrar yenilenme molaları…

  Bir ormandır Haldun Taner; Sait Faik gibi, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Cemal, Orhan Veli gibi…


Güven Serin 

10 Ağustos 2018 Cuma

ANTİK BOĞA İŞKENCESİ; HALEN DEVAM EDİYOR


Böğür-üşü çok acı;insanlığın acılarını sunuyor
ateşin soyu işkencesiyle birlikte,ölenlerden
çok kalanların zavallı çilelerini anlatıyor


ANTİK BOĞANIN İŞKENCESİ; HALEN BÖĞÜRÜYOR
---------------------------------------------------------------


 İnsanın olduğu her dönemde, kavga; ölüm ve öldürme; çeşit çeşit eziyetler, işkenceler hep var… Şimdi ne kadar azaldı? Hangi renge, tona, boyuta geçti; tam olarak bilmek mümkün bile değil…

  Burada sözünü edeceğim, bu acıklı sahne günümüzden çok zaman önce; yaklaşık 2600 yıl, yaşandı. Uygarlıkların gelişim süreçleri, iyi ve güzel gelişmelerin yanında nice gizemli veya aşikâr; işkencelerle doludur.

  Sicilya’nın güneyinde Agrigento kentinin acımasız karalı; Phalaris; Yunanlı bir demirciden iyi bir işkence aleti yaymasını ister. Her iyi ve marifetli usta gibi Perillus usta da alacağı büyük ödülü düşünerek, tüm ustalığını konuşturur; pirinçten, bronzdan çok güzel bir heykel; işkence aleti yapar.

 Antik Boğa; içi boş, işkence aleti olarak zamanının en acımasız aleti olarak bilinir. İçine bir insan sığacak kadar boşluk bırakıldıktan sonra, yapılan düzenekler sayesinde; suçlu kabul edilen insan, boğanın karnına yerleştirilir ve altında ki ateş yakılırdı.

  Ateşin etkisi arttıkça insanın bağırışları, boğanın böğürmesi gibi çıksın diye Yunanlı usta Perillus yerleştirdiği tapalar sayesinde; gerçekten de acıdan inleyen insanın sesi, dışarıya boğanın böğürmesi gibi geliyordu.

 İlk denemeyi demirci ustası üzerinde yapan kral; demircinin inlemeleri, bağırmaları karşısında onu dışarı çıkartır; demirci ustasının beklediği ödül yerine, onu yüksek bir yerden aşağı attırmıştır.

 Tüm zamanlarda olduğu gibi; marifetli ellerin yapıtları her zaman, kötü ve acımasız kalplerle geçtiği vakit; başka zamanlarda bir sanat eseri sanılacak boğa heykeli, birden en acımasız işkence aletine dönüşüyor.

 Tüm işkencecilerin sonu; tarihin arınmış sayfalarında en acıklı bir şekilde öğrenilmeyi, izlenilmeyi bekliyor. Bu acımasız kralın da sonu; bir süre sonra yakalanıp, boğanın içine yerleştirilip altında ki ateş yakıldıktan sonra boğanın böğürmesi gibi seslenişleriyle son bulmuştur.

Güven Serin 

9 Ağustos 2018 Perşembe

MARS GEZEGENİ ve LATİN DANSLARI


Bu kadar çok yakınız uzayda ki komşumuza...



                                               

MARS GEZEGENİ ve LATİN DANSLARI
------------------------------------------------

 Kavramları, bir parça bilgi ve düş gücüyle kavradığımız vakit; dünyanın evrende ki eşsiz güzelliği ve yaşamı var ediciliği karşısında şaşırıyorsunuz. Sanki biraz ağırlıksız hale; ruhun beden içi kıpırtılarına yaklaşma gibi bir şey…

  Son zamanlarda biraz teknoloji ve bir parça merak sayesinde güneş sistemimize ve bu sistemde yer alan dünyanın diğer arkadaşları olan gezegenlere daha fazla zaman ayırıyorum. Temmuz ayı ve Ağustos, onları izleyerek; hatta onların da bizi izlemesiyle yüzleşerek geçti, geçecek…

  Dünyada ki insan sorunları, gökte ki milyarlarca yıldız kadar olmasa da, insan sayımız arttıkça, bu sorunların masumiyeti de azalıyor. Bitmeyen savaşlar, açlıklar, kıtlıklar ve bir tarafta; sefa süren akıllı beyinleri olan kurnaz memleketler…

  Dünyamızın güneş etrafında ki hızı; dünyada hiçbir aletin erişemeyeceği noktada olduğunu bilmek; bu hızda giden bir aracın içinden Marsı izlerken çay içmek, arkadaşlarınızla sohbet etmek bile sıra dışı bir şey…
 
  Algıların gelişip genişlemesi için bilgi, bilim ve bir parça hayal gücü gerekli. Tam da bu zamanda bir yaz akşamı; yan tarafta ki mekânda yaza yakışır Latin müzikleri eşliğinde gençlerin Latin dans gösterileri, deneyimleri ve acemilikleri yaşanırken; Mars, bütün ışıklarıyla Marmara’nın güney tarafından batı tarafına yükselmeye devam ediyor.

 Gezegen haritasına baktığımda; bütün gezegenler neredeyse çıplak gözle görülebilecek durumdalar. Bir saat sonra doğacak ay ve onun batı tarafında göremediğim Uranüs ve Neptün var.

  Marsın 60–70 milyon km yakınımızda oluşu, onun heybetine, ışıksal bir şan katmasıyla gösteriye dönüşüyor. Sadece Mars mı? Yüzümü biraz sağa; güney batıya çevirdiğimde bir başka şölen başlıyor; Satürn 1 milyar km’yi aşan uzaklığa rağmen; ışığını dünyaya kadar ulaştırıyor. Biraz daha batıya baktığımda ise yüce Jüpiter orada; bir ay şıklığında, göz kamaştırıyor.

  Bakışlarımızı güneşin battığı yere getirdiğimizde, bir de kırlık bir yerdeyseniz; şehir ışıklarından uzakta bir yerde; Venüs’ün bütün gezegenlere karşı büyük çalımını görmeniz mümkündür.

 Latin müzikleri ve gençlerin tam olarak Latinler gibi bedenlerini kıvrak hale getiremeseler de dansa dayalı bir sosyalleşmenin başlangıcı inde çok daha iyi yol alacaklarını düşünüyorum.

 Latin müzikleri, denizden gelen esinti, değişen dansların figürleri gibi gezegenlerin dünya sahnesinden izlenmesi; üstelik saatte 110 Bin km hızla giden bir aracın içinden, bakıyor, dinliyor, izliyor oluşumuzun mükemmelliği karşısında afalla mamamız, aynı zamanda bilgiyle harmanlanmış duyarlılıklarımızın azlığını, kıtlığını işaret ediyor.

  Mars’a, Jüpiter’e, Venüs’e, Satürn’e ve Ay’a defalarca baktım. Gökyüzünün ulaşılmazlığını, ulaşılacak olan yerlerini; yakın gelecekte Mars gezegeninde kurulacak olan yaşam kolonisini; bir çeyrek yüzyıl sonra tıpkı benim yaptığım gibi onlar da Mars’ın topraklarından dünyaya bizim yaptığımız gibi, çay ve kahvelerini yudumlayarak bakacaklar.

 Onların bakışında, bizim bakışımızdan bir fark olacak; yabancı oldukları yerden, artık dünya denen maviliğe, yeşilliğe ve tepişerek yarattığımız sorunlara asla geri dönemeyecek oluşlarını bilerek yudumlayacakları içkilerini…

Güven Serin 

8 Ağustos 2018 Çarşamba

AŞK CİNSEL BİR İÇGÜDÜDÜR




AŞK CİNSEL BİR İÇGÜDÜDÜR
-----------------------------------------

  Başlığı görüp de kim bilir ne çok kızacaklar vardır bu tür yazılara. Vay; aşkı ayaklar altına mı aldın, diye! Aşkı ayakların altına almak kimin haddine?

 Kimine göre; paraşütle atlamak gibi bir şey aşk! Havadayken her şey; güllük gülistanlık, yere inince, yer çekiminin soylu yükü-yükleri ve hayal kırıklıkları…

  Israrla söylüyor bu konuda aşkın sert kışını, fırtınalarını, baharlarını yaşamış olan kadın; “Kırk yılda bir gelir; geldiyse başını, sür keyfini…” Susuyor günlerce ve tekrar konuşuyor; “ Aşk, titretir insanı, bencil kılar” Daha ne çok yaşanmış, nefes alınıp, acılarla mayalanmış söz-sözcük…

  Eğriden doğruya, eğri büğrü olan yolun yolcusu olan sanatçı, inandığı eğrinin büğrünün peşinden nasıl ki sonuna kadar koşmuşsa; her insanın kendi hikâyesinin peşinden koşarken, diğer hikâyelere olan muhtaçlığı; yaşamın; tuzu biberi, soğanı, salçası olmalı…

 Fernando Pessoa, aşkı, aşkın içindeyken mi, yoksa dışındayken mi kaleme aldı bilinmez! Bilinen bir şey var, onun bu konuda ki derin yorumu;

“ Aşk cinsel bir içgüdüdür; ama sonuç olarak cinsel içgüdümüzle değil, bir başka duygunun var olduğunu varsayarak severiz. Ve bu varsayım da hakikatten başka bir duygudur.

 Görünen bir şey var ki; az olan; kıt olan, imbikten çok az süzülen olan şey değerli… Büyük kara parçalarına ulaşmak için uçan güvercinin ağzında ki bir yudum çamur, yaşam çığlığı sayılırken, denizlerin kıyılarına durmadan yürüyen, göç eden insanların kıyılarla kavuşumu da bir o kadar mucize bir kurtuluş sayılıyor.

 Bugün; göklerden bir ses duyulsa, artık yaşam, faturalı, alınan her soluk; her ay faturaya tabi denilse; gökyüzünün, yeryüzünün arasında varlığımızın o soluğuna; yani havaya ne kadar çok şey borçlu olduğumuzu, ödenecek faturaların, bütün doğal gazlardan, petrollerden, en büyük elmaslardan daha büyük değere, değersiz fikirlerimizin; yani kendi putları mızın yıkılışına da şahit oluruz diye düşünmeden edemiyorum…

  Aşk, kıt olan; ömürlerden, yüzyıllarca süren genetik mucizenin sezgi, dürtü ve duygularının keşfinden doğan bir mucize; filozofun tespitiyle; bizi öldürmeyecek acının,daha da güçlendirecek olma hali…

 

 Güven Serin 



6 Ağustos 2018 Pazartesi

SAVRULUŞ BİÇİMLERİ


Kerem Can;insanın insana,doğal olanın yapay olana
duruşunu en iyi anlatan çocuklardan birisi;
çınar altı masam hiç bu kadar şen olmamıştı...



Baba ,Oğul;ne çok şey anlatıyorlar insana;
gökdelenlere hapis oldukça,ne çok
sevgisiz kalmış olduğumuzun insan bakışları;
imrendim,mutlu oldum...
SAVRULUŞ BİÇİMLERİ
----------------------------------

  Oradan oraya koşan, göç eden insanlar medeniyeti haline geldik. Bir türlü bir yerde kök salamamamın destanları yazılıyor durmadan…

 Bir sürü yeni akım-moda; filanca ülkeye gittik; “ Bir daha mı geleceğiz dünyaya” sloganıyla bir güzel yemek yedik ve geldik…

  Özellikle bölgemizde; Yunanistan ve Bulgaristan'a gitmek; uygarlık sembolü gibi bir şey oldu. Çekilen fotoğraflar ya yemek masaları, ya da büyük tarihi binalar; kısacası arka veya ön fonun güçlü olması gerekiyor; gezinin gücünü anlatmak adına…

  Gezmeyi, görmeyi en çok savunan insanlardanım. Son nefese kadar savunacağım da bellidir. Bir tek şartla; deli danalar gibi olmamak şartıyla… Büyük tüketim ve sükse arayışları içinde ki gezmeler, yozlaşmaya, tükenmeye ve tüketmeye mahkum olduğu aşikardır…

  Bütün bunların yanında, hiç kimsenin yediği içtiği, gezdiği, tozduğu bana dokunmuyor; dokunması da mümkün değil. İyinin kötüsü olarak bakma yolunda epey ilerlediğimi de vurgulamak isterim.

 Bunca emeğin, koşmanın, harcamanın karşılığı sağlam, kalıcı, farklı etki ve etkilenmelere dayanırsa; ortaya çıkacak huzur, değişim; tadına doyum olmayacağını düşünüyorum.

 Bir öğretmen arkadaşla bu konu üzerinde çok yeni kritikler yaptık. Dört arkadaş sürekli Yunanistan'a hep aynı bölgeye; yemek yemeğe gidiyorlarmış. Günlük gezilerden. 150–200 (Kişi başı) TL’ye eğlenip geldiklerini, çok mutlu olduklarını anlattı.

 Yunanistan'ın daha ötelerine; başkentine, tarihi alanlarına inebildiniz mi; sorusu karşısında; YOK! Dedi… İlerisi, gerisi mühim değil; bellenin bir nokta var; o kadar. Birkaç Yunanlı ile arkadaş dost olabildiniz mi? YOK! Dedi; ama bize oldukça saygı gösteriyor oradaki Yunanlı esnaf, diye gülümsedi.

 Para kazandıranı kim sevmez? Bir de borç iste bakalım; en yakının nasıl da sırtını dönüp nazikçe kirişi kırar…

 Bu seyirler, sosyolojik analizler içinde gezmenin en pahalı olanlarından en ucuzuna kadar; her yönün, bölgenin; şehrin, kasabanın; hatta köy ziyaretlerinin bile önemi vardır. Kulaklar duymaya başladı, gözler görme becerisini kazandıysa; görgü de; dağdan gelip bağdakini rahatsız etmeme zarafetine yasladıysa; korkmayın, her yerde yaşam var…

  Doğuda da, batıda da, kuzeyde de, güneyde de… Pazar günü, kendi bölgemde; Tekirdağ'ın sahilinde her zaman altında ki gölgeye sığındığım çınarın altında geçirmeye karar verdim. Yanımda; Nietzsche’nin bir eser ve ulusal bir gazete… Bunlar işin formalitesi; insansız kaldığım an; insanlar var bu tür kitapların, gazetelerin içinde; her an sizle konuşacak insanlar…

 Bülent aradı; ağabey, neredesin? Yerimi öğrenince; Geliyorum, mesajını çekti. Çınarın altında iki kişi olduk. Bülent’in, sütkardeşim dediği çocukluk arkadaşı aradı; Neredesin? Çınarın altını tarif etti; sütkardeşlik oğlunla geldi; dört kişi olduk…

  Süt kardeşliğin oğlu;% 50 özürlüymüş. Görünen özrü; konuşmasında… Yaratıcı, özürleri gizleyen pırıltıları saçmayı asla ihmal etmiyor; evrim de öyle… Kerem; o günün yaşam ağacının dalları gibiydi; küçük bir ilgi, sevgi; masanın, o günün yüceliğine, erdemine ne büyük katkı; nice büyük geziler kadar gerçek ve kalıcı bir maneviyat…

 Yaşamın her alanı fazlasıyla önemli, gezmek, görmek kadar; kendi çevremiz… Şimdi; Kerem denen bu çocuk; benim kardeşim, oğlum olsa bu kadar sevinirim; yüzlerinde ki pırıldı; baba oğul; nice yürüyüşe, tüketime bedel…


 Güven Serin 







3 Ağustos 2018 Cuma

İÇİNE BAĞIRAN ADAM



İÇİNE BAĞIRAN BİR ADAM
-------------------------------------------


  Ne büyük yanılgılar yaptık otorite; güç, güçler adına… Yalan dediğimiz, bir rüya kadar kısa sayılan ömürlere sığdıra sığıdara, çelişkileri, pişmanlıkları; doldurduk kocaman ömürlerin içine. Edebi düşünceyi, birkaç laf sanama, ahmaklığı bildik de, birkaç şairi, şiiri tanımadan, kabalıklarımıza bir dansın enerjisini, efendiliğini, ahengini pekiştirmek yerine garip bir övünç, övünme ve ağlama molalarıyla dolup taştı hayatımız; hayatlarımız.

 Bir şair; bizden biri; yüzlerce, binlerce yıl olduğu gibi; hastalık saçan dünyamıza panzehir olacak birkaç dize;

Orada hayalet bir değirmen
Nazlı buğday başakları, dua, bekleyiş
Rüzgârlara soyunmuş parmak sular
Terli bir gökyüzü, can sıkıntısı, ağır zaman
İçine bağıran bir adam
Nereye büyüyeceğini bilmeyen çocuklar
Etekleri yaz bahçesi bir kadın

  Şükrü Erbaş, böyle bir hikâyeyi, kocaman yaşamların damıtılmış mısralarını bırakır, insanlığa, insanlık mirası olarak: şiirin, birkaç güzel laf, şaklabanlık olmadığını da anlatarak…

 Yaşamın; yani kendi özüne dokunanların yüceliğidir kendi çorak, bataklık yerlerinde ki toprağı keşfetmek. Sonra, Fernando Pessoa gibi, içinden kendini koparmak için kendisiyle mücadele etmek; kendini, kendinden koparmak için forseps kullanmak…

Güven Serin 

2 Ağustos 2018 Perşembe

ÇEŞİDİ AZ ÖZENTİSİ BOL YİYECEKLER








ÇEŞİDİ AZ ÖZENTİSİ BOL YİYECEKLER
-------------------------------------

  Tüm yaşamım boyunca layıkıyla özenti duyduğu iki an! Burada söz edeceğim özenti; mal, mülk, banka hesabı; ün, şan cinsi olanlardan değil…

  Birincisi,1970’li yıllarının son zamanlarında; Paşaköy Diyarının bayır denen mevkii; ayçiçeği tarlamız biçilirken, Hasan dedemle, hasat anına tanıklık etmek için gittiğimiz bayırların akşam vaktinde gerçekleşti.

  Biçerdöveri kullanan kişi; Aziz amca idi; Aziz Işık; huzur içinde olsun… Sanırım, mola anında acıkmış olmaktan çok, bize de bir şeyler ikram için; çıkınını açtı. Karpuz, peynir ve yumurtalı biber vardı; o terlemiş, tozlanmış, yüzü görülmez insanın çıkınında.

 Dişleri yok gibiydi. Ağzına attığı lokmayı bolca çeviriyordu; sağlam dişe denk getirmek için. İnsanlığı, iştahı ve sevgisi vardı; çıkınıyla birlikte sunacağı. Karpuzun suları akarken, benim de ağzımın suları; ağız boşluğunda durmakta zorlanıyordu.

  Aziz Amcanın yediği şey; herkesin evinde en bol olanlarıydı. Kekik kokan Paşaköy bayırları mıydı bunu yapan; akşamın, geceye olan telaşı mı? Bilinmez… Bildiğim tek şey var; bizi de buyur ettiğinde çıkının sofrasına; yaşamım için en değerli yaşamsal tatlar sunuluyordu bana.

 Bu olayı, yakın zamanda kendi atölyemde yaşadığım bir başka özenti sanatıyla birleştirmek istiyorum. İki olayın arasından 40 yıl geçmiş. Kırk yılda bir olan cinsten bir başka özenti; sıklıkla atölyeme uğrayan, bolca yurt dışına giden Ege doğumlu bir arkadaşımın sayesinde oldu.

 Evden kaşar, fırından da simit almış; poşeti elinde bana uğradı. Durumu anlatınca; Benden de çaylar olsun, fikrine zaten odaklanmıştı. Aziz amcanın daveti gibi olmasa da beni de davet etti; yani, sadece simidinin fazla olduğunu İMA etti. Kaşara, dokunma malıydım…

 Daha yeni öğlen yemeğinden gelmiştim. Yine de, Aziz amcanın gönüllü daveti içinde olunsaydı; hayır demezdim; kaşarlı simitli çaylı beslenmeye.

  Velhasıl, bizim arkadaş, çayını yudumlayıp, kaşarlı simidini yemeye başladı. İşte tam da o an oldu; kırk yıl önce olan ağız sulanması. Öyle bir iştah ile hak etmiş, yüce bir istekle yiyordu ki; sanki sanatçılara yansıyan SON AKŞAM YEMEĞİ tablosu gibiydi…

 Ağzımı, tıpkı zurnacılara yapılan kötü limonlu şakalarda olduğu gibi; tutmakta zorlandım. Boşlukta, özentinin büyük birikintisi birikmişti.

 Bütün bunların yanında; bilmem kaç çeşitten oluşan kahvaltı yapanların, bir türlü tatmin olamayışının sırrını bilmek istedim… Azlığın, yetinmenin ve iştahın; büyük buluşu veya sırrı…

 Güven Serin 


1 Ağustos 2018 Çarşamba

KEÇİ KANI ve YAŞAM KORİDORU






KEÇİ KANI ve YAŞAM KORİDORU
---------------------------

  Bazen, bende keçi kanı var diye düşünüyorum. Gittiğim yerlerin, tepelerini, vadilerini, dağlarını gezmeden sevemiyorum. Belgesellerde sıklıkla izleriz, keçilerin inanılmaz becerilerini; uçurum kenarlarında insanın kalbini hoplatan zıplamalarına; korkulu bir hayranlık içinde bakarız.

  İşte öyle bir şey; sevdiğim tepelere; Ganoslar, Istranca, Babadağı, Musadağı, Olimpos ve diğerlerine özlemle, hasretle, şafak sayan askerlerin duyguları içinde, her an gidecekmişim gibi bavuluma bakıyorum.

  Dağları, sadece keçiler sevmez; insanlarda sever; anladıkça dilini, hissettikçe dağların soluk alışverişlerini…

  Ganoslara,Korudağlarına ve Balkanlara her bakışımda,buraların ne yüce bir yer olduğunu görüp,anlamanın iç sızısı kaplıyor içimi. Burası; Tekirdağ Uçmakdere’den uzanıp, Malkara’nın güneyinden, Keşanın hemen yakınından geçip, Enez’in dibinden süzülüyor Balkan Diyarlarına.

  Bu bölgeler, aynı zamanda yaşam koridoru olan; binbir çeşit hayvanın, bitkinin yaşayacağı alanlar olduğu halde; yollarla, tarlalarla çoktan önleri kesilmiş.

  Varsa ödenecek bir borcumuz, istiyorsak iki yakamızın kapanmasını; yaşamdan huzurlu bir onay almayı düşlüyorsak; doğayı, doğal hayatı anlamak zorundayız…

  Bu bölgeler; insanın işgalleri, geri verilmeli. Kazanılmalı insanlık itibarımız. Her şeyin biz olmadığı, büyük tüketimin, yok ediş ve gamsızlık olmadığını önce kendimize, sonra dünyaya ispatlamalıyız…

  Tekirdağ’dan, Yunanistan'a, Makedonya’ya, Sirbistan’a, Macaristan'a, Polonya’ya uzanan YAŞAM KORİDORUNU öncü bir gönüllük içinde yaşama, yeniden armağan etmeliyiz…

Güven Serin