Sayfalar

30 Aralık 2017 Cumartesi

BU DA MI GOL DEĞİL BE!





BU DA MI GOL DEĞİL BE!
----------------------------------

 Bazı yaşamlar; doğuştan başlar ofsayt düşmeye. Yazgının şansızlığı, bir başka gizemin, değerlendirilme biçiminin gereği mi? Bilinmez…

  Klasik laf, inançtır; bazı insanlar da doğuştan şanslı… Tam manada hiçbirine katılmadığımı anlatmak isterim. Bütün ömre yayılan sosyolojik, psikolojik bir araştırma var mıdır? Yapılmış mıdır? Bilinmez… Şansın, şans denen şeyin, eşitliği maddiyat olduğu için, bunun getirisinin uzun vadede ki biçimleri; elle tutulur bir şey midir? Yoksa büyük bir kayıp, hiçlik, doymazlığı tetikleyen bir can sıkıcı gidişat mı?

 Ofsayt Osman, doğuştan şansız olan; yani yazgının onu terk ettiği birisini anlatır. Aslında, doğuştan sanatçı olan birisi tarafından; Sadri Alışık… Tıpkı Ayhan Işık, Kemal Sunal, Levent Kırca, İlyas Salman, Müjdat Gezen ve niceleri gibi.

 Buna, bu yeteneklere sadece şans demek ayıp olur. Evrimin adaleti; milyonlar içine serptiği farklılıklardan birisi; birileri…

  Ofsayt Osman, yeteneğini yönetmen Osman Seden ile kesişen yollarına da borçludur dersek yalan olmaz. İyi bir yönetmen, iyi sanatı ve sanatçıyı, bakışlarından, sesinden, ritminden; daha sahneye çıkmadan, sanatın kokusundan anlayacağı da bellidir.

  Bu filmin başlangıcı; yani doğuşu; yarım yüzyılı geçti. Yıl 1965;bir başka doğuşun, yükselişin duyulduğu. Alkış aldığı zamanlar. Beşiktaş Futbol Takımı, Ofsayt Osman filmi çekildiği yıl şampiyon oldu. Gol kralı da Güven Önüt…

  Ofsayt Osman, her daim ofsaytta kalırken, hiç gol yüzü görmemişken, Güven Önüt, Türk Futbol tarihine,” Gol Kral”ı olarak geçer. Üstelik bu futbolcuya, takıma gönül vermiş yazgının babam olacağını belirlediği kişi de, oğlu olursa ismini Güven koyacağım demiş;365 gün öncesinden.

 Ofsayt Osman, yitik, yenik ve ezik bir adamın hikâyesidir. Aynı zamanda Türk sinemasının, sanatçıların hatıralarına dokunma, anma, onları anıların boyunduruğundan çıkarma-kurtarma anın başlangıcıdır da…

  Edebiyatın derin analizlerinde, burada aranan bütün cevapların karşılığı mevcuttur. İçinde, her türlü düş ve gerçeğin karması; kavuşum örnekleri doludur. Üstelik ağzına kadar! Çoğu zaman önem verilmeyen düşünce sanatı, düşlerin, izlenimlerin, mayasını yeryüzü ve gökyüzünden aldı sezginin karşılığı; her harfi insana, insanlığa aitken, çok az kimse önemser.

 Ofsayt Osman, yazgısında olanlara bir İrlandalı yazar çıkıp şu sözleri söylese;

“ Hep denedin
  Hep yenildin,
  Olsun!
  Gene dene!
  Gene yenil!
  Daha iyi yenil!”


  Siktir oradan, denir; siktir; defol; fazla aklın varsa kendine sakla! Sanki bu tepkiler Samuel Beckett’i yıldıracak! Daha da sarılır kaleme ve sözcüklere…

 Yeni yılınızı;hoşlukla,huzurla ve bonkörce tüketin;sevgili dostlarım;nice nice zamanlara...

Güven Serin 

29 Aralık 2017 Cuma

KENDİ KENDİNE GÜLENE!



                                           



KENDİ KENDİNE GÜLENE!
----------------------------------


  Biliyorum, bu sözü herkes ezbere biliyor; deli derler… Belki de gülmenin bile lüks sayıldığı bu diyarda, ayda, yılda bir soylu kıkırdama yaşama, özsuyuna muhtaç bir bitki gibi yaşama bağlıyor insanı.

  Kıkırdamamın ana sebebi; Leman Dergisinin çizeri Can Barslan’ın Terelelli çizgisidir. Yöremizde de sıklıkla tanık olduğumuz yamaç paraşüt görüntüsü ve küçük bir diyalog bu kadar mı etkiler insanı?

  İşin içinde mizah; yani aklın tesiri, cüretkârlığı olunca evet böyle olur; engelleyemezsiniz deliliğin belirtisi sayılan kendi kendinize gülmeyi; gülümsemeyi. Üstelik biraz ötemde birkaç masada insanlar var. Engelleyemediğim, ısrarla kendimi sıktıkça güldüğüm bu çizgiye karikatür sanatı diyorlar.

  Barbarların hiç hazzetmediği şey… Binlerce yıllık hikâyenin özetidir aslında bu anlatım. Birkaç söz; binlerce yılın yükünü, gücünü veya güçsüzlüğünü anlatır mı hiç? İş, karikatür olunca; işin içine karikatürist girince anlatıyor işte!

  Yamaç Paraşütü iki amaçlı yapıldığına şahit oldum. Tekirdağ yamaçlarında da öyle; Babadağ da yapılan yamaç paraşüt atlayışlarında da öyle… Birisi, spor, coşku, aksiyon, yüksek heyecan amaçlı olurken, diğeri ticari bir gereksinimden kaynaklanıyor.

  Bu işe aynı zamanda Tandem Atlayış diyorlar. Yani hiçbir deneyimi olmayan, ama parası, arzusu, heyecanı olan her kişi, bu haktan yararlana biliyor. Babadağ’a yolunuz düşerse; bunu çok daha iyi anlarsınız; yüzlerce, binlerce atlayış; neredeyse hepsi ticari…

 Can Barslan da bu konuya dokunmuş. Bir acemi, usta bir yamaç paraşütçüyle uçma denemesinde; göklerden aşağı doğru süzülüyor. Usta paraşütçü onun fotoğrafını çekmek için çaba harcıyor. Yani bildiğimiz anlamda öz çekim yapmak istiyor.

 Buraya kadar her şey normal görünüyor. Çünkü atlayan bütün acemilerin en büyük isteğidir, özçekim, video ve fotoğraf çekimleri. Çünkü bu büyük kutlamayı, nasıl kanıtlayacak? Kendisi için yapıyor yapmasına da; eş, dost, düşman da görsün; yerçekimine, korkulara nasıl meydan okuduğunu…

 Bizim karikatürist de bunu yakalamış; usta paraşütçü öz çekim yapmak için gülümsemesini isterken; önde oturan acemi paraşütçünün yüzü asık; çok asık… Niye mi? Kendi kendine konuşuyor; kulak verelim;

  “ Berber değdirir,tellak değdirir!Büyük şehirden,stresten kaç gel…Burada boncuk gibi kucağa otur..Hayır,bir de selfi falan…Bi yayılırsa eş dost hısım diline düş,YAMAÇ OĞLANI olmuşsun diye.”

 Bizim aceminin terlemesini, neşesizliğini anladınız mı? Bir ömür, eril-erkek argosuna sığınıp, her daim, yapmak, koymak, etmek fiilleriyle büyüyen, bizi büyüleyen sözcük seçimlerimiz, bizi gün gelince nasıl da hokkanın altına sokuyor.

  Aklımız, fikrimiz, apış da kalmışsa; her daim orasının güdüleriyle namus, onur, saygınlık arama peşinde ömürler tükettiysek; işte böyle bir anda, en güzel zamanda bile; çelişkinin kucağında tepinip durmak, erkekliği kaybetmekle eş değermiş gibi bitmeyen kâbusun içine düşeriz…

 Güven Serin 
 





28 Aralık 2017 Perşembe

USTALARA SAYGI-BİZİM AİLE



Alkışlarla;kıyamet gibi...



Önünüzde eğilerek...

Muhsin Ertuğrul Sahnesi;ısrarla gidilmesi;düşünülmeli...


USTALARA SAYGI-BİZİM AİLE
----------------------------------------


  İBB Şehir Tiyatroları Muhsin Ertuğrul Sahnesi; Ustalara Saygı düşüncesiyle Bizim Aile oyununu sahneliyor.

  Yorumcuların “kült eser” dediği; Sadık Şendil’in yazdığı 1970’li yıllarda ki sinema sahnesine de gitmemize; hatırlamamıza katkı sağladı. Bir ailenin, birlikte yaşamanın; birlik olmanın, aynı zorlukların büyük bir fedakârlık içerisinde çözüme kavuşacağını; yaşamı anlamlı kılan şeyin; birlikteliğin; birlik olmaktan beslendiğini anlatan bir oyun; eser…

  İBB Şehir Tiyatroları Muhsin Ertuğrul Sahnesi, uyarlamasını Sinem Bayraktar’ın yaptığı bu oyunu tekrar anıların, özlemlerin ve gerekli olan yaşam algıların bir araya getirme becerisiyle sahneliyor.

  Tiyatro sahnesi; film sahnesi gibi değil! Geri alamazsın o anı; hakkını vermek, sesini, nefesini, iradeni; oyunculuğunu göstermenin en canlı; can alıcı gösterimidir. Bir fethi işidir. Bir hikâyeyi veya oyunu; tanrısal becerilerin bir araya gelişi gibi; önce topraktan, çamurdan yola çıkılıp sonra da RUH üfleme sanatı gibi bir şey; yol, yolculuk…

  Muhsin Ertuğrul Sahnesinin rahat koltuklarında İBB Şehir Tiyatrolarının bu oyuna katkı veren tüm emekçilerin büyülü heyecanı içinde izledim oyunu. İzlerken, herkes gibi bende; Münir Özkul’u, Adile Naşit’i, Tarık Akan’ı, Halit Akçatepe’yi hatırladım.

  Bu hatıralar; onları iç dünyamızdan izleyici koltuğuna davet etmek; insan bütünlüğü ve mucizesinden; hissiyat devriminden başka bir şey değil. Oyun oynandı; oyuncular tek tek alkışlandı. Anne babayı canlandıran oyuncular; Funda Postacı Kıpçak ve Nevzat Baykarktar; hak ettikleri alkışı alırken; en son; sahne kapanmadan büyük sürpriz!

  Bütün oyuncuların arkasında büyük bir bez afiş salınıverdi. Afişte kimler yoktu ki? Bu işe gönül vermiş, bu eseri büyülü bir hale getirmiş; Kaf Dağlarının masalları gibi ölümsüzlük müjdesine tanıklık etmiş sanatçıların fotoğrafları; hepsi bir arada;

Münir Özkul, Adile Naşit, Tarık Akan, Halit Akçatepe, Şener Şen, Ayşen Gruda…

  İşte tam da o zaman; kıyamet gibi; ALKIŞ… Ben bu alkışta kaldım! Neyin alkışıydı bu sesler? Sanata, sanatçıya olan özlemin; vefanın mı? Öyleyse eğer; Münir Özkul’un yılların yatak yalnızlığına kaç kişi tanıklık ediyor?

  Tiyatronun kendisinden çok, sahne kapanırken salınıveren afişe; sanat ve sanatçıya duyulan özlemin, belki de kendi sessizliğimizin, hareketsizliğimizi de tufanı; alkışla; vicdani, akli dünyamızın çaresiz, koşulsuz ve engelsiz dışa vurumudur; kim bilir…

Güven Serin 






27 Aralık 2017 Çarşamba

GÜZ ZAMANI



Yer, Namık Kemal Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi. Baskı Resim Sergisinden. Sanatçı Ali Doğan'ın GÜZ isimli çalışması... Sığırcık kuşu; bu kadar mı yakın, tanıdık gelir insana. Oysa çocukluğum onları dut ağaçlarından kovalamakla geçti.
Düşmanlar dost,dostlar düşman;dönüşümün kaçınılmaz açıklaması mı? Değil;doğayı daha iyi anlatan ilim insanlarının büyük emekler harcayarak ortaya koydukları çalışmalar;belgeseller;gözümüzün,irademizin yanında gönlümüze dokundu.
Güz zamanı;bir çalışma;sığırcık kuşu,kış zamanına akan,gün döngüsüne yaklaşan soğuklar için acele eden bir kuşun öyküsü;tanıdık,bildik ve koloniler halinde dolaşan,göç eden o masalımsı sığırcık kuşunun....
Güven Serin


KOMŞU LOKMASI




KOMŞU LOKMASI
----------------------------

  Mahallelerle birlikte onlarda tarih olmak üzere! Kısmen yaşatanlar; ite-kaka götürmeye çalışanlar var elbet.

  Değişim, kaçınılmaz görünse de, insana katkı sağlayan değerli gelenekleri, değişimle birlikte yerle bir etmek de gerekmez. Modasal ve zoraki değişimler en çok altyapısı olmayan toplumları kemiriyor. Zannedersiniz ki evinizi, mahallenizi, şehrinizi fareler basmış…

  Komşu lokmaları tam da aç zamanlara denk gelir. Nasıl ki hakiki simit için hiçbir zaman tok olmuyorsa insan; komşu lokmaları için de hiçbir zaman tok sayılmazsınız… Midenizde ona ayıracağınız bir yer muhakkak vardır.

  Çok hızla kaybedilen değerler; gelenek ve görenekler; sosyal yaşamın sıcak, sevgi dolu muhtaçlıkları şimdi kendi avare kültürünü oluştururken, öteden beri aradığımız ‘ÖZGÜRLÜK’ yani salma, hiç kimsenin karışmasını istemeyeceğimiz; yaşam ve yaşamlar başladı.

  Bu tür hürriyetleri, sancılı doğum bile sayılmayacak büyük insan kayıplarını, illa hürriyetine kavuşturacaksak; iş, eğitim, kültürel kazanım; yani insanların her koşullarda kendi kendilerine yetme becerileriyle donatılma bilinç ve iradeleriyle olacağını düşünüyorum.

  Köyden kaçtık; ama köy yumurtası, tereyağından kaçamadık. Mahallelerden koptuk da insanlık arayışımızdan, yalnızlığı körükleyen korkunç can sıkılarından kaçamadık. Nasıl hürriyet bu?

  Hürriyetin tam da ipe çekilmiş halini; Hürriyet Mahallesinde görmeniz mümkündür. Kaç arkadaşımdan işitiyorum; apartmanda birbirimizi tanımıyoruz. Doğru dürüst kimse birbiriyle selam bile vermiyor!

  İstanbul’da yaşayan bir kadının şu düşüncelerine tanık olmuştum. Burada oldukça rahatım. Ben Anadolu’da doğmuş, yetişmiş birisi olarak; bu büyük şehirde istediğim gibi yaşıyorum. Karışan, görüşen yok!

 Gelelim komşu lokmasına. Sıcak ve sade hamurun kızarmış haline bir de katılan susamlar eklenince, beyaz peynir eşliğinde ne büyük doyumsuz lezzettir o lokmalar.

  Komşu lokmaların hangi komşudan geldiğini ayıracak kadar lezzetin algısına, hissiyatına tutunmuştum. Bu olsa olsa; Ferhunde Yengeden! Bu lokmalar ise Sütannemden gelmiştir. Bunlar annemin lokmaları. Bunlar da ninemin yaptıkları…

  Komşu lokmaları, kimi hamurundan, kimi pişmesinden, kimiyse susamlı oluşundan; bu oluşumlara katılan hünerli ellerin marifetlerinden ayrılır; en lezzetli olanlar için bir daha isteme cesareti gösterilirdi.

 Velahsıl; komşu lokmalarını tekrar yaşatmak, bu yaşamın güzel anlarına bir komşu kapısını çalmak gibi bir şeyle başlamak; sessiz, neşesiz ve hatta bütün makyajlı halleriyle yetersiz apartman veya sitelerde bile bir şeyleri başlata bilir.

Güven Serin 

22 Aralık 2017 Cuma

FOTOĞRAFLARI SEVMEM!

FOTOĞRAFLARI SEVMEM
----------------------------------------

  Doğan Hızlan’ın 25 Şubat 2006 yılında yapmış olduğu bir çalışmanın içinde; Selim İleri öykülerinden bir alıntı da sorguluyor fotoğrafı. Düşüncenin aldığı almak istediği yol; aynı zamanda yükü hafifletmek üzerine de bir tercih…

  Yakın zaman önce bir arkadaşım bu konuyu bir başka açıdan dile getirmişti. Elinde bulunan bütün fotoğrafları yaktığını söyleyince; ne diyeceğimi bilemedim. Sadece fotoğrafları mı? Hayır! Anne babasından kalan bütün eşyaları da vermiş…

  Savunması da; bütün bu yüklerden kurtuldum, diye… Elbette bu konunun, ayrı bir psikolojik ve sosyolojik karşılığı olacağı bellidir.

  Gelelim fotoğraf konusuna. Yazar, fotoğrafları niçin sevmediğini anlatıyor. Hayalimizi çaldığını, zaman ve insanın donuk hale getirdiğini dile getirir.

 Söz, yazarın ve şairin bakışına, çözümleme etkisine geçince, anlam kazanıyor. İster istemez önemsenecek çok önemli bir değere dönüşüyor;

“ Donuk görüntü size geçmiş zamanı, sönmüş bir anı geri getirmişçesine yalan söyler. O an geri gelmez, asla. Fotoğraf merhametsizdir. Fotoğrafsız yaşadığımı söyleyebilirim. Pek çok fotoğrafı yırttım attım.”

  Ve bütün bu yazılanları bir başka dip not, yine aynı yazarın manifestosu sayılan felsefesini çıkarmak mümkün;

  “ Hangi acılardan, sınavlardan geçtiğini onlar da hissedecekler.”

Güven Serin 



21 Aralık 2017 Perşembe

GÜN DÖNÜMÜ




GÜN DÖNÜMÜ
----------------------------

  En uzun gün ve gece; Kuzey Yarımkürede 21 Aralıkla beraber gün döngüsü yaşanmaya başlar. Kış geldiğini hatırlatır; dünya yol alırken o büyü boşlukta ki yörüngesinde. Oğlaktan Yengece, ekinokslardan ekinokslara doğru…

  Şimdi; bizim yarım küremizde gün döngüsü yaşanırken; Zemheri günleri de gelip çattı. Kırk yıl öncesinin Zemheri günleri yok artık. En azından bizim yaşadığımız Trakya bölgesinde…

  Kar yolları kapatmıyor! Elektrikler sıklıkla kesilmiyor! Ninelerimiz sobalar üzerinde torunları üşümesin diye sular ısıtmıyor. Döngü her yıl aynı yolu izlerken; insan döngüsü, akıl almaz değişimlerle; modadan modalara; hissiyatlardan hissiyatlara; kıtlık ile bolluk arasında; gün dönümleri gibi dönümlere tanıklık ediyor.

 Gün dönümü dedik ya; bundan sonra günler uzamaya başlayacak; tekrar ve tekrar olan bir tekrarın ışıklı şarkılarını söyleyecek görünmez periler. Ganoslarda ki Karatavuklar, çobanaldatanlar, keklikler daha kuytu köşelere çekilecekler. Yazdan kalma tohumların daha bir önemi olacak yaşamak adına…

 Gön döngüsü yaşanıyor; ey ahali! Her gün, birkaç saniye derken, birkaç dakika uzayacak gün ışığından söz ediyorum. Sevinelim mi; yoksa üzülelim mi? Işığı duyup da üzülen var mı ki? Belki, kuytuluklarda kalmaya mecbur olanların haricinde!

  Sırf gün dönümlerinde bile bayram şenlikleri, festival çığlıkları atabilir insan. Coşkuların selleri doğanın besleyici mineralleri gibi; o kadar çok çeşitli ki…
Güven Serin 

20 Aralık 2017 Çarşamba

BİR AVUÇ YEŞİLLİK...


Albercht Dürer


              Niçin paylaşıyorum? Bir avuç yeşillik... Oysa,şatoları,yalıları,büyük gururu,kibri gündem edindiği düşünülemez! Onlar gibi korunur değil;korumasız... Doğanın bütün hallerine tanık.

  Onu korkusuz kılan nedir? Döngünün kusursuz işleyeceğini biliyorlar...Bir tek canlı bilmiyor; Ademoğlu,Havva Kızı Mercimeğin peşine takılmış;dürtüleri,kızışmaları ve vahşet kokan mübarek savaşları bitmeyen,bitecek gibi görünmeyen canlı...

Güven Serin 

DÜNYANIN KULAKLARI NE ZAMAN AÇILACAK PATRON?






              DÜNYANIN KULAKLARI NE ZAMAN AÇILACAK PATRON?


 Ne garip bir yolculuk bizimkisi! İnsana dair ne çok şey birikti; öteden beri… Birikenler kimi yakıldı, yok edildi; kimileriyse unutuldu ıssızlığın nemli, küflü ortamlarında.

  İnsan, mucizenin yolcusu, gizemin başkahramanı, sözcük icat ettiği gibi, yer çekimine de meydan okumayı başaran canlı…

  Kurtuluş, var olma adına ne totemler, büyüler, adaklar, dualar ve yolculuklara çıkıldı. Durmuş da değil insan! Bir taraftan Mars Kolonisi! Bir taraftan, uzayı büküp, boyutlar ötesi düşünceleri; katiyen vazgeçilmedi.

  Yakın zaman sonra; belki de ölümsüzlüğün anahtarını eline geçirecek olan yine insan! Beynin korunması önemli olan! Bütün bilgi, düşünce, kavramlar onun içinde; nerede korunduğu, hangi bedeni kullandığının bir önemi kalmayacak; bir çeyrek yüzyıl sonra…

  Halinden, tavırlarından kaba bir adama benzeyen birisi sesleniyor, yanında ki diğerine;

“ Patron; dünyanın kulakları ne zaman açılacak?” Dünyanın demekle, insanları mı kastediyor? Yoksa bizi bu maviliğe sıkıştırmış, evrimin büyük oyunu, büyük sahnesini mi sorguluyor?


  Barbar görünüşlü, kaba-saba giyimli adam konuşmasına devam ediyor. Aynı anda yağmur da usulcana yağmaya başlıyor;

  “ Yağmur yağarken insanın kalbi acı çeker”

  Kaba-sabalığın bütün söyledikleri içime dokunuyor. Duyularım hepsini önemseyip, işleme koyuyor. Niçin yağmur? Niçin, ıslaklık çoğalırken acı çekmek? Tam olarak anlam veremiyorum…

  Bizimkisi, hiçbir şeye aldırış etmez görüntüsüyle, filozoflara meydan okuyacak kadar derin, manidar ama bir o kadar da kafamı karıştırmaya devam ediyor.

 Yanında ki genç adama; Patron, diye seslendikten sonra konuşmaya devam etti;

“ Taşların, çiçeklerin, yağmurun söylediklerini bir bilseydik! Belki bağırıyorlardır, bağırıyorlar da bizler işitmiyoruzdur. Nah işte, tıpkı bağırdığımız halde, onların da bizi duymadığı gibi. Dünyanın kulakları ne zaman açılacak patron? Ne zaman gözlerimiz açılacak da göreceğiz? Taşlar, çiçekler, yağmur ve insanlar, kucaklarımız ne zaman açılıp birbirimize sarılacağız?

  Sen ne dersin patron? Bu konuda, kitaplar ne söylüyor?”

  Ne çok soru, ne çok akıl karışıklığı değil mi? Hazır kalıplar konuşmak varken! Hiçbir şeye aitlik hissetmeyip, her şeyi kendi öfkemiz, kazancımızla, en adil olmayı bile kendi galibiyetimizle süslemeyi öğrenmişsek; bu kadar çok edebiyat, felsefe ürküte bilir bizleri…

 Ne yapacağız o zaman? Bolca beğeneceğiz birbirimizi! En kötü haldeyken bile; “ Seni iyi gördüm dostum!” söylemleriyle kandıracağız, tıbbı, kaderin mahkûmu olan kişi ve kişileri.

 Birileri var ki hiç susmayacak! Gerçek yazarlar ve şairler! Onlar, taşların, çiçeklerin, yağmurun, kuşların dilini, düşüncesini merak ettiği gibi; düşlere, ruhlara, en ulaşılmaza bile uzanmaya cesaret gösterecekler.

  Tıpkı, Nikos Kazancakis’in Zorba’sı gibi; adaleti, sevgiyi, ne korkusuz irdelemeleri edebiyatın koynunda yapacaklar; o güvenli yerde. Nice kıyımlara uğrasa da, bir kez çıktı mı söz edebi yola, yolculuğa; engellenemez bir hal alır.

  Yazanın, düşünenin kendisi ölmüş, öldürülmüş, yok edilmiş de olsa; yepyeni bir var oluş başlar; tam da Zorba’nın, edebiyat ve sinema diliyle haykırması; taşın, yağmurun, çiçeğin konuşmasından destek almak, insan anlamsızlığını, hazımsızlığını, doymazlığını anlaşılır kılmak adına; doğanın kendisine yönelmesi gibi…


Güven Serin  

19 Aralık 2017 Salı

HAFİF ATIŞTIRMALIKLAR





 HAFİF ATIŞTIRMALIKLAR
----------------------------------------

Ne çok şey var insana dair! Sağlık, giyim, eğitim, yeme içme ve özel hayatımız; çoktan bizim elimizden çıkıp, başka ellerle bir arada yürümeye, yaşamaya yazgılı hale geldi.

  Her gün kaderden, ölümden söz eden birisi bile hastalanınca hemen kaderine razı olmayıp, yaşamak için ne büyük servetler harcıyor sağlık adına. Son noktaya gelip de, her şeyini; bütün malını mülkünü vermeye hazır hale gelenleri de bu sayfanın içine koyabiliriz.

 Velhasıl dostlar; yaşamak güzel şey! Değerli… Biricik… Paha biçilmez… Ama nasıl yaşamak? Ruhsal ve bedensel dengelerin ritmi, sesi, rengi ve renkleri tam olarak nasıl olacak? Bütün bunları kimler belirliyor?

  Uygar dünyanın vazgeçilmezleridir meslekler. Tıp Dünyası, Sanat,Spor,Felsefe,Hukuk, Ekonomi, Siyaset, Eğitim, İnanç, Yiyecek, Giyim ve Eğlence; insanların yaşamlarını belirleyen en önemli süreçler ve belirleyici etkenlerdendirler. Neredeyse tüm yaşamımız, kancımız, kaybedişlerimiz bu dünyaların merkezinde veya yamaçlarında döner.

  Sözü uzatmadan hafif atıştırmalıklara geçeceğim. İsterseniz bu öğretilere soğuk meze veya çerez de diyebilirsiniz. Belki de anne, anneanne kurabiyesi, komşu lokması da demeniz mümkündür.

  Söz, dünyaca ünlü doktorumuz Mehmet Öze’de. Kendi yaşamını; geri kalan zamanını sesli düşünerek, aynı zamanda ilimden de destek alacağını duyurarak yapıyor. Belki de yaşlılık hastalığını böyle kovacağını veya oyalayacağını düşünüyor. Haksiz da sayılmaz!

 Örneğin; “ Bundan sonra daha fazla balık tüketeceğim.” Diyor. Daha çok zihin oyunu oynamaktan, zihin egzersizi yapmaktan söz ediyor. Sanırım, fiziksel dayanıklılığı düşünmekten çok zihninin dayanıklılığından korkuyor. Yani; unutma hastalığından; Alzheimer’den çekindiğinin, korkularının karşılığı olarak yapacaklarını sıralıyor.

  Tekrar edersek; daha çok balık! Daha çok zihin eksersizi, Hatta arada bir saatimizin diğer kola takılması bile bedeni, zihni etkiliyormuş. Saçlarımızı farklı elle taramamız dahi bu işin içinde. Stres kovucu nefeslerden de söz ediyor.

  Günde en az bir kere; kapıyı kapatıp, ışıkları azaltacak ve yedi saniye; yavaş yavaş nefes alıp vereceğiz.

 Son sözü; göbek büyüdükçe beynin küçülmesi üzerine! Daha çok diyet yapmayı hatırlatıyor. Beynin en önemli dostlarından da söz etmeden geçemiyor; PİKAN CEVİZİ!

  Sanırım, kısa zamanda Pikan Cevizi yok satacağı gibi; fiyatta da kim bilir ne hale gelecek?  Pikan cevizi bulamazsanız, deniztarağı, o da yoksa Mürver meyvesi…

 Afiyetler olsun; dostlar… Yürümeyi unutmamak lazım! Çok önemli! Ve bir de insanın kurdu olan diğer insanları; bulunmaz nimetlerdir; hele bir kaybolmaya görsünler…

  Zülfü Livaneli ise, yaşamı boyunca yaptığı seyahatlerin yeterli olduğuna, artık fazla seyahat etmeme üzerine atıştırmalık sunuyor. Bu yıl, ülkemizde daha fazla kalacak; çünkü ona göre insan, her yerde insan…


  Ressam Günseli Kato ise; bütün olumsuzluklarla mücadele edeceğim; yani direneceğim; özgürlük için vatanı asla terk etmeyeceğim, üzerine atıştırmalık sunuyor. İnsan sayısı arttıkça, hele düşünen, iradesine yön veren, yöneten insanların renkleri, desenleri, çeşitli üretimleri de ne çok artıyor.

Güven Serin 

18 Aralık 2017 Pazartesi

İPEK ACAR SEVGİLİSİYLE MUTLU...




İPEK ACAR KEMANCI SEVGİLİSİYLE MUTLU
-------------------------------------------------------------

  Şarkılar söyleniyor, yaşama dair mutlu insan gösterileri yapılıyor; eski eşi Kayahan Acar’ın besteleri, kemancı sevgilisinin desteği eşliğinde.

  Sadece kemancı sevgili mi? Hayır! Kayahan Acar’ın kızı Beste Acar’da Kayahan Acar’ın eski karısı İpek Acar’ı dinlemeye, ayrıca destek olmaya gelenlerden birisi.

  Kayahan öleli neredeyse üç yıl oldu. Elbette yas zamanı bitti. Ne kadar sürer ki; genç bir insanın eski eşi için yas tutması? Bunu kim bilebilir? Kim belirler; insanın psikolojik, fiziksel ve sosyolojik arayışlarından başka?

  İnsan üzerine çalışanlar, düşünenler bilirler; insanın ihtiyaçlar listesinde ki insan ihtiyaçlarını! Sadece barınma, karnını doyurma olmadığını birçok insan bilir.

  Buna rağmen kim bilir kaç insan; Kayahan’ı seven, sayan ve hatırlayan muhafazakâr düşünce; bu kadar çabuk unutulur mu? Hemen sevgili bulunur mu? Diye ne kafa yoruyorlardır; boşluğun içinde hiçbir dolu bilgi zahmetine girmeden.

  Şöyle düşünsek veya düşünme hakkını elde tutsak? Belki de Kayahan Acar, sanatçı ve olgun bir yaş döneminde olması nedeniyle genç eşinden böyle bir söz aldı. Ardımdan yas tutmayacaksın! Neşenden, huzurundan ödün vermeyeceksin! Demişse; İpek Acar da onu yerine getiriyor olabilir mi?

  Tam tersini düşünsek; Kayahan ölmeden önce, genç eşine yaklaşıp fısıldasa; Seni, benden sonra kimsenin kollarında düşünemem! Bana söz ver; benden sonra başkası olmayacak!

 Hiçbirisi doğanın yasalarına, hatta gelişmiş insan anlayışına uygun değil. Doğada da böyle bir yas ve yasa yok. Dağ başında veya vadilerin derinliklerinde ki manastırlarda bile; doğanın acayip kıpırtılarını bulmak mümkünken…

  Bir de; İpek Acar gençliğinin tadını çıkartmak istiyorsa; zenginliğinin, önemli bir bestecinin, sanatçının eski eşi olmakla bile erdemli, saygın ve huzurlu yaşayacağının bilincine vardıysa; bize ne demek düşer?

Güven Serin  

16 Aralık 2017 Cumartesi

BEBEĞİN ÇAĞRISI




BEBEĞİN ÇAĞRISI
------------------------------

  Bir bebek ağlıyor yağmurlu bir Japonya gününde. Burası viran bir yer ve bebeğin çağrısı; kurtuluş, yaşamak üzerine…

  Oysa o anda; Akira Kurosawa’nın sineması işbaşında. Ortada bir cinayet vardır ve bir sürü anlatıcı. Aranan gerçek bir türlü çıkmaz ortaya. Şimdinin ve belki de yarının aranacak gerçekleri, arananlar gibi; her daim soylu mazeretler ve suskunlukların kandırmaya adanmış insan kültürleri…

 Akira Kurosawa’nın Rashoman filminde mahkeme bir sürü tanığı dinler. Fakat doğruyu söyleyen kimdir? Aranan şey gerçek olandı! Fakat iyi olan mı gerçek olan? Yoksa evrimin, tabiatın insanla bütünleşen bu süreçlerde, iyinin olmadığının, olmayacağının sorgulaması mı?

 Kafa karışıklıkları, izleyici ile sinemanın çözümsüz bütünleşme hali yaşanırken; aktörler gibi seyirciyi de etkileyen bir tek gerçek var; bebeğin ağlama sesi! Yani çağrısı. Bebek, yaşamak için ağlıyor; sesleniyor…

  Ve o ses; yepyeni bir zamanın da kavuşumu haline dönüşüyor. Dürtülerimizin, genlerimizin derli toplu hale geldiği şeye; neslin devamı olan şefkate, merhamete ve insan kültürünün devamı olan yürüyüşe dönüşüyor.

  Bütün sorgular, arayışlar susuveriyor. Bir tek şey var; yaşatmak; yaşamak için…

Güven Serin 






15 Aralık 2017 Cuma

DALTABAN WİLLS



DALTABAN WİLLS

  
  İrlanda edebiyatının içerisine süzüldükçe, bizim yaşadığımız çevrenin, hitabet biçimlerimizin birbirine benzerliği karşısında şaşıp kalıyorum. Dil üreticileri, dünyanın her yanında ortak anlayışa uygun sıfatlar, isimler, öyküler, destanlar yaratmış; hepsi insanlığın ortak malı…

 Çocuk zamanlarımda, sıkça duyardım bu tür argo seslenişleri; Daltaban veya Daly'arak, şunu yapmış, bunu yapmış; en büyük ceza sayılırdı bu sıfatlar o kişi adına. İsmiyle değil de bu tür sıfatlarla alırlardı kendi paylarına düşenleri.

  Çocuk düşüncem bir yana; bugüne kadar dahi tam olarak anlamına bakmamıştım. Mesela; dalyarak, tam olarak ne anlama geliyor? Birisi, arkamdan seslense; huylanıp kötü kötü bakmam an meselesi. Oysa anlamına, Türkçe karşılığını öğrendiğimde görüyorum ki; Budalalığı yüzünden her zaman densizlik yapmaya hazır bir insandan söz ediyoruz.

 İnanılmaz bir avantaj! Budalasanız; efendi, beyefendi değilseniz; her şeyi sindiren bir toplum var. Diyecekler ki; yapar bu; daly'arağın ta kendisidir…

 Sosyolojik bakışın, edebi ve dil karşılıkları tam bir süzülme başarısının kazancı olarak doğmuşlar. İrlanda insanı dünyanın bir ucunda gibi görünse de; aynı dil yaratıcılığıyla seslenip durmuşuz; hatta dedem bana kızınca daha öteye taşırdı; “ Kerhanecinin oğlu; Deyyus!” derdi…

  Anlamını bilmeden ne büyük anlam zenginliği ve başarısı yaratırdı bu sözcükler… Geçen zamanla birlikte, şehrimizin sözcükleri de kısır bir döngüye doğru ilerliyor. Dana, lakaplı kendi halinde, kendi densizlikleriyle insanlar arasında ayrı bir ilgi odağı olan, her daim peşinde dört beş köpeğin dolaştığı adam; kırk yıl önce yaşadığımız yerde olsa; lakabı dana değil de, daly'arak olurdu.

 Bütün meseleyi bir tek sözcükte anlatıyor. Densizlik onun hakkıdır, çünkü budalalık hakkıyla ayrı bir insanlık kaybı yaşıyor oluşunun karşılığı, karı ve kazancıdır onun için…

Güven Serin

14 Aralık 2017 Perşembe

KİTAP DELİSİ(BİBLİOMAN)




KİTAP DELİSİ (BİBLİOMAN)
----------------------

  Doğan Hızlan’ın kitap dünyasına, okuma kültürüne hediye ettiği çalışmalarından sadece birisi… Bir kitap delisinden söz eder çalışmasında. Okuyunca sizin de şaşıracağınız, hatta vay be! Diyeceğiniz bir haber aktarımı…

  Kitap deyince akla gelir o meşhur söz; “ Sakın kimseye kitap vermeyin, ben kütüphanemi dostlarımdan aldığım kitaplarla kurdum.”

  Kitap aşkını görüyor musunuz? Siz asıl, şimdi yazacaklarımı bir anlayın! Staven Blumberg isminde bir kitap delisi. 1991 yılında yakayı ele vermiş. Yirmi yıla yakın kaçış; yani kanunları alt etmiş.

  Bugüne kadar 23 Bin 600 kitap çalmış. Değeri, 10 milyon dolar… Amerika’da 45 eyaletin hırsızlık dosyaları onun ismiyle anılıyor.

  Gerçek bir kitap delisi; sanırım kırılmayacak bir rekora imza atarken, bu delilik ona pahalıya patlıyor. Kitap deyince; kitap seçme geliyor aklıma. İnsanı azmedeceği, özümseyeceği, güne, yaşamın içine olumlu, üretken eyleme dönüştüreceği bilgilerin kitaplarını seçmek de ayrı bir kitap kültürü…

Güven Serin

13 Aralık 2017 Çarşamba

Wagner ~ Tannhäuser Overture





  Wagner'in beğenilen bu eserini yaratması;edebiyata olan düşkünlüğünün de karşılığıdır. Masallara,aşklara,mitolojiye...Edebiyat;nice insan tarafından hafife alındı durdu. Birkaç iyi söze,bazen kızarak;" bana edebiyat yapma!" diye hakarete bile dönüştürüldü. Oysa;ne büyülü ve gerçek şeydir...Onu sırtlamak ayrı bir çaba,sevgi birikim işidir...



Güven Serin 

KÜFÜRBAZLIK ÖRTÜ MÜ?

BİZDE Kİ KÜFÜRBAZLIK BİR ÖRTÜ MÜ?
---------------------------------------------

  İster istemez düşünmeden edemiyorum; sürekli dilinde aynı argo sözcükler ve her daim erkekliğin yüce katlarında dolaşırken, başka bir şeyler mi gizlenir diye? Öyle ya; şeyinden derdi olmayan, oturuşmuş bir ruh yapısı-karakteri olan insanın, iki de bir, bir başka insanın anası, babası, bacısıyla uğraşması neden?

  Bu küfürbazların bir de öteki yüzleri var. Bir görseniz! Bir resmi yerde bir iş için, aradıkları, dayı amca; bir tanıdık için nasıl el pençe divan durduklarını; Kemal Sunal ile Şener Şen filmlerine rakip olacak kadar şaşırtır insanı.

  Bir sıkışmaya görsünler; öyle mahcup, öyle kul-köle; “ mokunu yiyem ağam!” sonucuna kadar ulaşabilirler.

 Küfürbazların yarışması yapılsa ülkemizin dereceye gireceğini tahmin ediyorum. Bir küfürbaz fıkrasını Bedri Rahmi’nin kaleminden, yıllar önce; 1953’de Cumhuriyette çıktığı hali buraya taşıyorum;

  Romanyalı bir arabacı, memleketin en büyük papazını kralın taç giyme törenine yetiştirmekle görevlendirilmiş. Yol uzun ve bir sürü aksilikler çıkar. İşin garibi, bizim arabacı küfürsüz araba yolculuğu yapamazmış.

  Bir başka önemli olay da; başpapazın önünde katiyen küfür etmek yasaktır. Tabi ki bu önemli yolculuk, istenen hızda gitmez. Her türlü aksilik çıkar. Başpapaz kralın taç giyme törenine yetişememe gibi bir durumla karşı karşıyadır.

  Başpapaz arabacıya, atların niçin isteksiz yürüdüklerini sorar. Arabacı da, atların küfürler duyarak şahlandığını, buna alışık olduğun anlatır.

  Başpapaz; “ Aman, istediğin gibi küfür et. Yeter ki beni zamanında törene getir.”

  Arabacı rahatlamıştır. Basar küfrü; atlar şahlanır. Kırbaç şaklar ve tören yerine zamanında gelirler. Arabacının küfürleri ise hep azizler üzerineymiş. Yokuşların dikliğine göre aşağı yukarı bütün azizlerin ismini hatırlatmış…

  Menzili maksuda geldiklerinde başpapaz gayet memnun! Arabacıya bolca bahşiş verir. Sonra kulağına eğilir; “ Azizlerden iki tanesini unuttun evladım. Bari onları da belle.” Mübareklerin isimlerini arabacıya söylemiş.

 Güven Serin 



12 Aralık 2017 Salı

ŞÖYLE BİR SORUN KENDİNİZE?





                                           ŞÖYLE BİR SORUN KENDİNİZE?


  Akıp giden yaşamlar; sürekli yer değiştiren insanlar ve toplumsal dönüşümler… Daha kırk yıl öncesinin Türkiye’si tarım nüfusuna, köyle ağırlıklı yaşamlara sahipken; nasıl olduysa oluk gibi şehirlere akan kırsal kesimler, kasabalar; şimdi kent ağırlıklı bir topluluğa dönüştük.

  Dönüştük dönüşmesine de; neredeyse güzel olan her şeyi birden bırakıp, terk etmenin ağır, sancılı ve belki de onarılamaz sosyolojik kırılma ve hastalıklara da sahip olduk. Büyük yalnızlık… Beslenme bozuklukları yanında, ruhsal açıdan, rekorlar kıran hap kullanma alışkanlıklarının da başkenti olduk.

  Büyük göçün, birden şehirlere yığılmanın kökeni, onları şehirlere iten asıl sebepler tam olarak araştırıldı mı? Bu alanda üniversitelerin araştırmaları yeterli mi? Gerçek bir araştırma yapılsa, bu göçün sebeplerinden en önemlilerinden birisi kadınların düşünceleri ve istekleri gün yüzüne çıkacaktır.

  Tarlada, ahırda, bahçede, evin her alanında olan kadın; binlerce yıllık sıkışmışlığı, ağır yükleri, şehre göç etmeyi, ettirme düşüncelerini de tetiklemeyi başardı. Onun elide, sıcak sudan soğuk suya girmemeli! Onun da yüksek topukları, kendi yaşamı için kendi kararlarının hürriyeti olmalıydı!

  İşte bu göç dalgalarının en büyük tetikleyicisi; “Köyde kalırsan evlenemezsin!” Korkusu, köy yalnızlığını, şehir sosyalliğine, huzuruna, rahatlığına adayan milyonlarca insanın büyük göçü tamamlandı.

  Tamam, oldu mu her şey? Yoksa tamam olacağı yerde; yarım ve çeyrek yaşamların garip karşılığı, ürünleri; hatta ürünsüzlükleri mi desek! Et dışarıdan! Saman da öyle! Organik tarım düşüncesi de; batıdan! Zaten, organik yaşayan bir ülkeydik. Şimdi; çoban bile dışarıdan arar olduk.

 Yaşamı, sadece kentli olmaya, memurluğa, hazır tüketime, birkaç katlı apartman dünyasına ve havalı araç sahibi olmakla eşanlamlı tutmanın garip ziyanlıkları; görünmez, bilinmez gibi yapsak da; şehirlerin sessizliğinde, gece ıssızlığında, festivallerin, bayramların, düğünlerin, hatta ölüm törenlerinin bile etkisizliğinde o büyük insan eksikliğini bulmamız mümkündür…

 Gaipten değil; katiyen! Edebi dünyanın içerisinden bir insan çıksa; Turgenyev, her tarafı duman sarmış bir görünmezlik içerisinden, ismini, adresini, hatta sahnelediği karakterlerin ismini bile verip, şu soruları sorsa;

  “ Bir işe girişeceğiniz zaman şöyle sorun kendinize; ‘Sözcüğün tam anlamıyla, uygarlığa mı hizmet ediyorum ben? Uygarlığa özgü fikirlerden birini mi uyguluyorum? Emeğim günümüzde ülkemiz için tek yararlı, verimli yöntem olan Avrupa’ya özgü eğitici özellikler taşıyor mu? Bu sorulara ‘evet’ cevabını verebiliyorsanız cesurca devam edin. Doğru yoldasınız ve iyi bir iş yapıyorsunuz demektir! Tanrıya şükürler olsun! Artık yalnız değilsiniz! Boşa kürek çekmeyeceksiniz!”

  Habertrak gazetesinin Sığdaki Derinlikler Köşesinden yıllardır sesleniyorum. Sanki yarın siyasete atılacakmış veya yüksek bir maaş alan birisiymiş gibi! Hâlbuki bütün mesele; sevdiğim bir işi yapmak, yani var etmekten öte; aynı zamanda kendimi diri tuttuğum gibi, yaşadığım yere olan bağlılığımı da anlatma gayretinden başka bir şey değil.

 Buna rağmen; şöyle bir baktığımda; Bir arpa boyu yol aldığımı da görmediğimi sanmayın! Çünkü yukarıda ki soruları soran insan sayısı; sanki bilinmeyen bir el tarafından büyülenmiş insanlarımızı, düşünme, yaşadıkları yeri gerçek manada sevmeme gibi bur karaktere büründürmüş.

 Herkes; yani 200 bin insan nerede? Olmayan tiyatro binaları için ses yok! Opera, bale; lüks sayılıyor muhtemelen. Denizi olduğu halde, deniz kültürünün olmayışı, kimseyi düşündürmüyor. Her gün limanından kalkacak bir vapurun, İstanbul’a, İzmir’e, Çanakkale’ye gideceğinin hayalleri bil kurulmuyor.


 İşin garibi; kurmuş olduğum yazı atölyesi, artık çevremdekilere garip gelmiyor. Belki de bu da bir yol alma; bir başlangıç temeli atmadır; yaşarken değil de; birçok yazarın, şairin yazgısı gibi; ölümden sonra başlayacak bir düşünce, şehir sevdası, geçmişine, geleceğine ama aynı zamanda bugüne da uygar düşünce telaşları, coşkusu ve öğretileri içerisinde bakma arzusunu tetikleyen insanlardan birisi olacağız…

Güven Serin 

11 Aralık 2017 Pazartesi

PARA İÇİN HER ŞEYİ YAPARDIK!





PARA İÇİN HER ŞEYİ YAPARDIK
---------------------------------------------

  Sessizliğin Bakışı ve Öldürme Eylemi; birbirine destek veren iki belgesel; yarım yüzyıl önceki yaşamları; Endonezya’da işlenen bir milyon insanın öldürülmelerini anlatıyor.

  Komünistleri yok edeceğiz derken, bir devletin gangsterlere teslim oluşu,işbirliği yapması ve halen,o katillerin devlet tarafından korunmasını;bu iki belgeselle,insan hayatının,zalimlerin eline geçince ne kadar değersiz oluşunu;içiniz burkularak izleyeceksiniz.

  İnsanı anlamak, anlatmak için, ölümlerin, öldürülünlerin, işlenen büyük cinayetlerin ve eziyetlerin sayısı da yetmiyor. İnsan böyle bir varlık. Yıllar önce Almanya’da çalışan bir Türk işçi, Adana’ya, doğduğu yere tatile gelmiş, hastalanmıştı. Alman Hükümeti, sırf o işçi için; bir tek insan için özel bir uçak yollamıştı.

  Bir taraftan yaşatma eylemi, bulunan aşılar, üretilen nice eşya, ilaç, araç gereç; insanın ellerine, bedenine iyi gelecek en güzel kremler, kokular; bir taraftan;

  “ Öldürdüğümüz insanların kanını içmeseydik kafayı yerdik!” Katillerle yapılan belgeselde, öyle rahatlar ki, bu işin onları ünlü yapacağını, seslerinin daha fazla duyurulacağından dolayı da sevinç içindeler.

  Artık yaşlanmış, bir parça vicdan tınılarını dinleyenlerin yorumları ise ürpertici bir gerçeğe dokunuyor;

  “ Ölmek istemeyen insanları öldürüyorduk! Bizim öldürüş şeklimiz neşeliydi! Para için her şeyi yapıyorduk!”

  Korkunç, vahşet; Bir milyondan fazla insan; işkence ederek ölüme gönderiliyor ve dünyanın bir ucunda; bir tek insan için her şey yapılabiliyor… Hangi ses? Hangi film-belgesel? Tam olarak bu cinayetleri anlatmaya yeter ve insanlığa panzehir olarak sunulur?

  Bu evrenin bilinen tek yaşayan gezegeni; yaşam için ne kadar çok öldürüyor? Bu işe bir anlam yüklemek, bunu bir kavrama teslim etmek; beni teslimiyetsiz, dermansız bıraksa da; insanın korkunçluğunun en kötüsünün daha bitmediğini de biliyorum.

  Bu ölümlere, cinayetlere, bulunacak etiket, ifade biçimleri ortada; cehalet, çıkar ve ideolojik nedenler. Dünyayı yönetin bu kadar çok eğitimli insan, bu vahşet sahnelerini izlerken; kurgu ve yönetmen kılığında ne çok sırıttıkları, ne çok ölümle de alakalı olmalı…

 Bütün mesele, şeytansı bir zekâ, esas tehlike en bilgiç, en hasta ve en zeki olanlarda gizli! Onlar için kıyamet gibi figüran-piyon; her yerde; katiyen, şaşmaz bir şekilde göreve hazırlar…

https://www.politikfilm.org/belgesel/1339-the-look-of-silence-sessizligin-bakisi–2014-filmi-izle.html


 Güven Serin 




HİÇBİR ŞEYDEN KORKMUYORUM




                               " Hiçbir şey beklemiyorum,hiçbir şeyden korkmuyorum,
                            özgürüm." 



Yaşayan bir efsane...Onu yaşama davet etmek
sadece ve sadece düşler ülkesine gitme
cesareti bulan edebi düşünce sahiplerine aittir.


HİÇBİR ŞEYDEN KORKMUYORUM
---------------------------------------------

  Bir mezar; Ege Denizinin ortasında bir adada; kale burcunun hemen altında, kalenin bedeni gibi, mezar ucunda ki taşa bırakılan bir not;

  “ Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”

Bu ıssız yerin, soğuk taşı, artık toprak olmuş mezarın ev sahibi; aynı zamanda en büyük iksirin formülünü mü kazımak istemiş? Yitik uygarlıkların nice kültürü yitirdiği gibi; hiç olmazsa beklentileri en aza, en sanatsal, edebi olana doğrultarak, bir sükûnet, dinginlik ve aynı zamanda uçsuz bir hürriyetin buluşu bu basit sözcüklerde mi gizli?

  Nobel’i bir puanla kaçıran; belki de bu kaçışa, mezar taşında ki sözle yanıt arayıp bulan; “ Hiçbir şey beklemiyorum!” insandır Nikos KAZANCAKİS. Onun gözünden baktığınızda, iki milletin; Türkler ve Yunanlıların birbirine ne kadar muhtaç olduğunu, iyiliğin ve kötülüğün her an her yerde değişebileceğini; bütün bildik kalıpları, önyargıları yerle bir eden bir düşüncenin ipine tutunmanız mümkündür.


  Beklentilerimiz sıfır hacim, sıfır rakımda olamaz elbet. Sınırlarını belirleyen ise yüksek kültürün yere inmiş, kök salmış, göklerden süzülmüş halidir.

  Bu yüzden düşündürücüdür; eğitimle ilgili bir yazı hazırlamak istediğimde okul okul dolaştığım halde; hiçbir yönetici cevap alamadım; gazete yazarı olduğum için! Korkuları yok mudur; koltuklarından, kazançlarından, rütbelerinden yana?

 Sırf bu nedenden ötürü; Namık Kemal Üniversitesini, kaybolan yaşlı ağaçlarımız sebebiyle aradığımda, oradan oraya telefon bağlantıları sonrası; hiçbir cevaba, kaygıya ulaşamamış olmam?

 Bunun için değil midir; Tekirdağ Kültür ve Turizm Müdürlüğünün, kültürden ve turizmden yana neredeyse en fakir bir şehir haline gelmemizi sorgulayan yazılarımı, sorularımı cevapsız bırakmaları?

 Yine, en yakın arkadaşım bile, devlet dairesi, belediye çalışanıysa, yanımda anlattığı muhabbete çekine çekine yön vermesi, sürekli sansür koyması ve ara sıra; “ Bunları yazmasın değil mi?” uyarılarıyla beni kamçılayıp, düşündürdükleri belliyken…

 Ne büyük korkular ve ne anlaşılmaz ipotekler koyuyoruz kendi ruhumuza. Oysa hiçbir sorgulama, irdeleme, cevap arama; hoyratlığa teslim edilmez zorunda değil. Hakaret etmeden, lanetli şantajlara sarılmadan da, iyiye, güzele ulaşmak; esas olan hürriyeti, gelişmeyi el birliğiyle sağlamak mümkünken…

  Heraklion-Girit’de taş mezarın içinde yatan, taşa kazınmış sözcüklerin yazarı; sanırsınız ki toprak olup gitmiştir. Tam da bu gitme anında başlar, sanatın görevi. Hayatta ona iyiliği dokunan şeylerden; gezi ve düşlerden söz eder.

  Gezi ve düşler; ne büyük buluş… Abidin Dino’nun ağrılı, sancılı hastalığı sırasında, ölüm için söylediği söz; “ ölüm mü, ne büyük buluş!”

  Düşler, geziler; edebiyat da öyle bir kurtarıcıdır. Onu hafife aldıkça, hafiflemez, ayrıca daha da ağırlaşırsınız. Kokmaya başlarsınız…

  Yazarın, ruhunda iz bırakan birkaç insan; “ Homeros, Buddha, Bergson, Nietzche ve Zorba”dır.

 Hafife alacaksanız; kabalığımızı, cin olmadan insan çarpmalarımızı! Bol gösterişli fiyakaları, bilgiden, tecrübeden beslenmeyen büyük ve öldürücü gururu değil.
  Canımız yanınca atı geçen, miskin hallerimizi ciddiye alıp, bu şehrin olmayan, kaybolan, kaybolmuş bütün hikâyelerine, kültürlerine borçlu olduğumuzun ağırlığını taşıyalım; ağır insan olmayı düşünecek kadar hafife alınmış yaşamların değerli esintisinin de farkın varmış olarak…

 Hiçbir şey beklemeyen yazar; belki de bir oyun oynadı; hem kendine, hem bize. Düşlerin yaratıcısı değil midir; iyi yazarlar ve şairler?

  Aynı zamanda koskoca Homeros, Buddha, Nietzche ve Bergson insanın arkadaşıysa; ayağınızı denk alacaksınız! Sizi öyle bir yere çeker ki; bir bakmışsınız, tüy gibi olmuşsunuz. Kanatlara ihtiyaç duymadan uçmayı, ayaklarınız olmadan yürümeyi, gözleriniz olmadan görmeyi, kulaklarınız olmadan duymayı çözmüş olursunuz.

 Ne çok, uzak şeyler; bizim insanımıza! Her şey güllük gülistanlıkmış gibi, caddeleri, sokakları araçlarla dolduran, marşa basıp, dünyanın bir ucuna gideceğini sanan, gizli bir el tarafından prangalarına sağlamca bağlanan insanlarımız; üstelik bütün düğümleri kendimiz atıyoruz; ne yaman bir görüntü…

 Güven Serin 


9 Aralık 2017 Cumartesi

YAŞAYAN ANILAR


YAŞAYAN ANILAR
------------------------------

  Adı üstünde; anı! Geçmişte kalan yaşanmışlıklar değil midir? Öyledir elbet. Öyleyse? Anlatayım; beyin hücrelerimiz; yani nöronlar, bütün yaşanmışlıkları depolamak; hatırlamak için insan yolculuğuna çıkmıştır.

 İşte bu hatırlama, düşünceyi, icatları, insan psikolojisi, sosyolojisini; insanı tanımladığı gibi, insanın gördüğü her şeyi da tanımlayıp çeşitli kavramlara dönüştürür. Tam da burada; bütün tabiat önem kazanır; şiirsel, masalımsı sahiplenmelerle birlikte, ilmi, ticari sahiplenmeler ardı ardına gelir.

  Bir taraf yıkmayı yaratıcılık görürken, diğer taraf; var etmeyi, var olanı, koruyup kollamayı; büyük bir içtenlikle onla birlikte yaşamak ister çok kısa olan zavallı insan ömrünü.

  Yaşayan anılar; bu güne kadar doğal gözlemlerim, deneylerim sonucu ortaya konmuş, birçok gerçeğe dayalı bir ifade, sahiplenme biçimidir. Yani, anıları öldürmemektir… Öldürmek, fiilinden, unutmak anlamını çıkartmıyorum. İkide birde ortaya döküp, her döküşte, anıları anı olmaktan çıkartıp, mitolojik bir kahramana dönüştürme gayretlerinin boşa gitmesinden söz ediyorum.

 Hani, Homeros olsak; her birimiz bu düşüncelerle, Sokrat’ın felsefesiyle yıkanmış değiliz; o yüzden, anıların yaşatılması, edebi, sosyoloji ve sevginin işidir. Yerli yerinde depolanırlar; en kıymetli bütün hazineler gibi; arıların, arı kovanını sürekli temiz tuttukları gibi temiz tutulurlar.

 Bunu yapan kimdir? İnsandır! Anıları oluşturma becerisine sahip ve onları, gayretsiz, sanatsız, savunmasız bırakamayan; sanatıni, ilmin, halk sosyolojisinin bildik bütün marifetleriyle donatan insandan söz ediyorum.

 Yaşayan anıyı daha ilk duyuşunuzda bile anlayabilirsiniz! Çünkü o telaşsızdır. Reklâmsız, kuşkusuz; tabiatın, felsefenin; evrenin ta kendisidir. Coşması gerektiği zamanlar; yeni evrenler oluşturmak için coşar ve sonra; ağır ağır süzülmeye bırakır kendini. Yanardağın lavlarının tabiata teslim oluşu gibi; önce en küçük eğrelti otlarına ve sonra; ormana, ormanın o harika hayvanlarına, böceklerine dönüşür.

 Yaşayan anının korkusu yoktur; hatırlanacak diye. İkide birde sipariş gibi sürülmez; piyasa malı değildir; katiyen…

  İçinde o kadar çok şeyler barındırır ki; bir yeraltı ırmağının sessiz, duru akışı, coşkun bir Meriç nehri…

  Balkanların masalımsı siluetinin yanında, Kaz-İda Dağlarının çam kokularından Sarı Kız efsanesine kadar; her şey, yaşayan anılarının içinde; Homeros, Dante, Cervantes, Yunus, Mevlana, Pir Sultan; daha niceleri; bilirler yaşamanın ölümsüz olanının, anılara katkı yapmaktan geçeceğine; döngünün böyle sürüp, böyle kan dolaşımı yapacağına; baştan beri inanmış ve adanmışlardır…

 Güven Serin 



8 Aralık 2017 Cuma

GÜNEŞ




GÜNEŞ

Gün başladı, telaş büyük!
Martılar şen…
Güneş var.
Gök uçsuz ve zorlu…
İnsan sığ ve çelişkili…

Gün başladı, telaş büyük!
Martılar şen…
Güneş var.

Güven Serin 

EFENDİLİKTEN İSTİFA EDİYORUM

EFENDİLİKTEN İSTİFA EDİYORUM
-------------------------------------------

  Çoktandır görüşmediğim neredeyse çeyrek yüzyıldan bu yana tanıdığım arkadaşımı gördüm; sulara yakın olan denizin kıyısında. Cigara üstüne cigara yakıyordu; her zamankinden daha fazla…

  Buyur etmeye bayılır. Bonkörlüğüne de diyecek yok;varsa cebinde parası; Çingene kültürü gibi, günün ve gecenin safhası sürülecektir demek…

  Kısa bir hal hatır sorma… Belli ki canı sıkkın… Böyle zamanlarda uzun sessizlikleri, bu sessiz anlara saygı gösterdiği için daha da çok severim arkadaşımı. Halden anlar; laf olsun diye konuşmak yerine, masanın, ortamın ruhuna odaklanıp; sezgisel bir güzellikle, düşünceye, sessizliğe saygı duyar.

  Sanki bir mırıltı, fısıltı bile değil duyar gibi oldum; “ Efendilikten istifa ediyorum” anlamakla anlamamak arasında gidip geldim. Bir kez daha yineleyince doğru anladığımı fark ettim.

  Niçin? Dedikten sonra, aslında alacağım cevabı biliyordum. Nice efendinin başına gelen onun da gelmiş, gelmeye devam ediyor…

  Bilirsiniz, efendilik; yani övgüler arttıkça, mahkûmiyet de baştan esarete dönüşür; çocukluktan bu yana. Her şeyi sana yaptırmaya, senden beklemeye başlar; bizim soylu insanlarımız. Sen büyüksünden, sen olgunsuna, sen dürüstsünden, sen anlayışlısına kadar; nice şan, şöhret ve mahkûmiyet sözcüğü…

  Övgü almak, insanın yaradılışında olan dengeli yaşaması, kırmak, yok etmek yerine var edici olmanın yanlışlığı var mı? Elbette yok! Yok, olmasına yok da; en başından beri; başını değerli ve istikrarlı bulan leylekler gibi başına nice şey üşüşür insanın.

  Öyle ya; sen hoşsundur. İstikrarlı, her türlü mevsime, şarta-şurta göğüs gerensindir… Senin moralinin bitmediği gibi paran da bitmez; hasta da olmazsın; olmamalısın; çünkü sen efendisin yahu…

 İşte, masasına oturduğu efendi de böyle bir insan. Şunun malıymış, bunun tapusu, paftasıymış; filanca şu kadar kazanmış; neredeyse tüm yaşamını bunlardan bu tür gürültü, şamatalardan uzak bırakmayı, bir zanaatkâr gibi sağladı.

 Zanaatkâr olmak yeterli mi efendiye düşkün olanlardan kaçmaya? Hiç sanmam! Zanaatkârlar hiçbir devirde boş kalmaz. Daima inşa edecekleri yapılar; onaracakları ruhlar vardır. Onlar bütün bunlardan korkarlar mı? Hayır; son ana kadar çalışmayı; bu manada, terlemeyi severler; yazgıları böyledir.

 Fakat onlar da insandır; biyolojik yapıları, ihtiyarlayan bedenleri, yorulan ruhları vardır. Biraz; bir parça, bir kırıntı anlaşılmak isterler; nice kuru nutuktan çok öte; doğanın doğallığına düşkün oldukları için; bir parça doğal, içten bir şey beklerler.


 Bizim efendi de böyle beklenti içinde yarım yüzyıl geçirmiş. Şimdi, yorgun; bir parça bıkkın… Ve istifa ediyor efendilikten… Bilmiyor ki; istifa dilekçesini kabul edecek kurum, kuruluş yok; yazgısı böyle…

Güven Serin 

7 Aralık 2017 Perşembe

KAYNANA,GELİNE KARŞI...

KAYNANA, GELİNE KARŞI…
--------------------------------

  Bu tür ilişkilerde, psikolojik durum çok önemlidir. Birisi oğlunu kaptırdım, oğlum boyun eğdi derdine düşmüş, diğeri; “size ne oluyor? Bu bizim hayatımız! Kocam, yalnız benimdir!” inancıyla, oya işler gibi işler gün ve gecenin içine yayılan sosyolojik örtüyü.

  Oturduğum mekânda akşam vakti. Gün, henüz gecenin içinde eriyip gitmemiş… Yan taraftaki masaya; üç aile geldi. Üç masa birleştirildi özenle. Denizin hemen dibinde; deniz ise sakin bir çizgide… Yunuslar, kıyıların temizlenişine, şenlik havasında dolanıyorlar; Tekirdağ sahilinde…

  Üç aile; üçü de birbirlerine akraba… Baba, anne; kızları, oğulları; elbette, damat ve gelinleri… Büyük ittifakın hemen yakınındayım. Büyük ayrılığın, destansı pusuların, alt etme oyunlarının da çok yakınında; her söylemleri; masama, çaydan önce geliyor.

  Anne ile kızı; çoktan gelinlerine cephe almışlar. Gelin; anasın gözü bir güzellikte; onların bu halini biliyor. Tuzak çok basit; çocuklarını aşırı korumacılık anlayışıyla; babaanne ve halaya yakın olmalarını engelliyor.

  Oğul; işi, akşamüstü sakinliğine bağlamış. Bir parça saf, biraz kentli; güya yorgun ve ağrıları var… Sigara üstüne sigara…

  Savaş, kaçınılmaz! Geçici anlaşmaların hiçbirinin kalıcılığı yok. Çünkü anlaşma maddelerinde saygıya, sosyolojiye, psikolojiye dair hiçbir şey yok…

  Gelin masadan kalkıp çocuklarının peşine düşünce; kaynana ve kızı; veriyor veriştiriyor… Gelin, zafer kazanmışçasına; o masada, onların evinde fazla kalmayacak oluşunun soğuk; kutupsal püskürmeleriyle; ağrılarını tetikliyor; muhtemelen, hastalanıp erken gidecekler…

  En tarafsız olan damat! Suya sabuna dokunmadan; gecenin sefasını sürüyor. Ta ki, onun annesi ve babası da o masaya geleceği güne kadar…

 Masada karlı çıkan birisi yok. Sevgi çoktan terk etmiş o aileleri. Bireyselliğin tek çözüm olduğuna inanmışlar. Bir de taşlama sanatının sakinliğinin, çekilmez oluşunun farkında bile değiller.

  İster istemez kayınpeder ne yapıyor bu durumda? Bu soru geliyor aklınıza! Oğlunun yaptığını, suya sabuna dokunmadan, birlikte oldukları zamanın keyfini çıkartmaya çalışıyor…

  Sosyoloji, psikoloji, edebiyat; ne büyük gayretleri vardır insanı törpülemek adına. İnsan bu ilimlere bir arkasını dönebilse; ne kirli ittifaklar yıkılacak; bir bilebilse şu zavallı ömrü, debelenerek geçmeden…

 Güven Serin 


6 Aralık 2017 Çarşamba

SESSİZLİĞİN BAKIŞI






SESSİZLİĞİN BAKIŞI
----------------------------------

  Bu çalışmayı-belgeseli izlediğinizde, insan unutkanlıklarıyla bir kez daha tanışmak-şaşırmak mümkün.21.yüzyıl düşüncesi; ister uzay çağı, ister insan ömürlerini birkaç kat daha attırdığı gerçeğini açığa çıkartsın! Bir şey asla değişmiyor! İnsanın, insanlıktan çıkması için uygun şartları hazırladığınız zaman; hangi yüzyılın insanı olursa olsun;

  Öldürme Eylemi başlıyor.

  Bu belgesel de bunu anlatıyor; canavarlaşmış bir tür! Komünizmin, dini düşünce adı altında, dinlere en fazla zarar veren, verecek olan vahşilikten bile öte bir vahşetle nasıl yol aldığını, yakın zamanlarda bile ne büyük felaketlerin yaşandığını tanıklık edeceksiniz.

  Kan içmezsek, kafayı yerdik, sözlerinin nasıl bir avunma, teselli; ne büyük bir korkunçluk içerisinde yaşandığının canlı örnekleri…

  İzlediğiniz şey; belgesel, sinema olmaktan çıkıyor; canlı bir tanık haline geliyorsunuz. Geride kalansa şu sözler; cani rolüne soyunmuş, elleri ve mideleri, insan kanıyla bulanmış canavarların;

  “ Onların inancı yoktu! Amerika bize, komünistlerden nefret etmeyi öğretti! Öldürdüğümüz insanlarının kanını içiyorduk. İçmeseydik kafayı yerdik.”

http://unutulmazfilmler.co/the-look-of-silence.html


 Güven Serin 



4 Aralık 2017 Pazartesi

SIRT TERLERİYLE SİNEMA (AİLE ARASINDA)


ALKIŞLARLA...



Ellerim acıyana kadar;eğilerek önünüzde...


SIRT TERLERİYLE SİNEMA(AİLE ARASINDA)
----------------------------------------------

  Bu başlık, tam da yerinde oldu. Bir Tekirdağ gününü, farklı bir esintiyle kaplayacak rüzgâr henüz esmemiş, güne yayılarak tadını çıkartacağım mekân veya mekânlar belirsiz bir şekilde; iyi havalarda şenliğe inenler gibi sahile indim.

  Ölen nice gelenek-göreneğe rağmen kendi geleneğimi yaratmakla savaş vermenin bidolu koltuk altı gazeteleriyle yine o bildik çağrının peşine düştüm. Sizlerin böyle bir huyu-suyu var mıdır; bilinmez? Benim var! Koşulsuz her gidişin veya yürüyüşün; mistik, kültürel, sosyolojik karşılığını; öteden beri bilir ve karşılaşmanın edebi, felsefi mutluluğunu yaşıyorum.

  Usul usul baktım çevreme; gazetenin seyahat, magazin, haber sayfalarında gezinirken. Aklım yine Balkan Turlarında! Bir türlü ısınamadığım, güven sağlayamadığım tur şirketlerini tek tek inceledim. Sanki yarın gidecekmiş gibi; hiçbirini beğenmedim. Otobüsle gidecek olanlar hariç…

 Gazetelerin vazgeçilmezliği, her an durup, katlayıp, tekrar tekrar okuyacağınız, hatta bir heykeltıraş, ressam gibi atölyenizde çalışacağınız imkânları yaratıyor oluşudur. Geçmişi, yıllar öteye giden gazetelerin en güzel tarafı da burada gizlidir. Bir ormana giriyorsunuz; her sayfayı araladıkça, tepelere tırmanıp, vadilere inip, hiç ummadığınız bir sağlık, sanat, ekonomi veya siyasi, hatta bilim haberiyle; birden “vay be!” deme imkânıyla birlikte; ormanın içinde ki ayak basılmamış yerlere doğru yola koyuluyorsunuz…

  Biliyorum; içinde bulunduğum Tekirdağ günü de öyle olacak! Sakinim… Telaşsızım… Çay, gazete aylaklığı… Etraf, güneşin ısıttığı insan şölenleri gibi; çocuklar yan tarafta ki parkın tadını çıkartıyorlar. Büyükler ise; boşluğa bakıp, hoşluk içerisinde; tuhaf bir durum!

 Aradığım istikamet, ruhsal ve sanatsal çağrı yaklaşık iki saat sonra geldi. Tanrım! O gün hiç palanımda olmadığı halde; çağrı, sinemaydı! Gülse Birsel’in yazdığı, Ozan Açıktan’ın yönettiği, Necati Çalışkan’ın yapımcılığını üstlendiği bir sanat olayına yürüdüm.

 Sahil, ara çapraz yollar derken; kuyruğumu araç trafiğinden zorlukla kurtara kurtara; sinema salonlarının olduğu iş merkezine gittim. Oluk oluk insan akıyor. Hâlbuki her hızlanış, ayrı bir kayıptır doğada ki karşılığına göre. İmbik; küçük süzülüşlerdir kültüre, estetiğe, insana yakışan…

  Niçin koştum bu filme? Hissettim! Yorumları, sezgilerimi dinledim; tamam dedim! Tıpkı, Gökçeada bir kış vakti gidip, yalnızlığımla yüzleşeceğim derken; insan deryasına bulanmam; Güney Kurtalan Ekspres ile çıktığım demiryolculuğunun 17 saatinin masala dönüşmesi gibi bir hissediş…

  Kusura kalmasın kimse; düşleri, hayalleri olmayanların anlayamayacağı bir lüks… Be adam; gittin de ne oldu? İnsana dair hissiyat kanallarım salise salise, dakika dakika çalıştı. Hangi dersin özetini anlatayım? Gitmeli ve izlenmeli!

 Üç isim ver deseniz; bu şaheseri anlatmaya; on üç isim veririm vermesine ama; ilk üçe yazacağım isimler de şunlardır; Engin Günaydın, Demet Evgar,Ayta Sözeri…

  Bir şeyi unutmadın mı ağabey? Seslenişini duydum. Elbette, sırt terlerimden söz etmedim; söz edeyim. Yaklaşık 1,5 km yürümeden sonra Mart kızışmasının hayvanları gibi kızışan bedenim; bir de sinema kuyruğuna demir attım. Tahminen yirmi dakika da kuyrukta beklerken; ensemden, omurlarımın tamamını geçerek, başka bir kuyruk olayına; kuyruk sokumuna kadar inen terleri saygıyla dinledim.

 Ne muhteşem şeyler; yeraltının en kaynayan yerinden çıkıp, yeryüzüne hayat vermeyi çoktan beceren, elementler gibi; varsın süzülsünler dedim; onların da görevi bu… Tıpkı sanatın, insanın nice bilinmezlikten gelip, başka bir bilinmezliğe giderken, görev şaşkınlığı yaşaması; dürtü ve kalıplar arasında sıkışıp, inim inim inlemesi gibi bir şey…

 Güven Serin