Sayfalar

11 Aralık 2017 Pazartesi

HİÇBİR ŞEYDEN KORKMUYORUM




                               " Hiçbir şey beklemiyorum,hiçbir şeyden korkmuyorum,
                            özgürüm." 



Yaşayan bir efsane...Onu yaşama davet etmek
sadece ve sadece düşler ülkesine gitme
cesareti bulan edebi düşünce sahiplerine aittir.


HİÇBİR ŞEYDEN KORKMUYORUM
---------------------------------------------

  Bir mezar; Ege Denizinin ortasında bir adada; kale burcunun hemen altında, kalenin bedeni gibi, mezar ucunda ki taşa bırakılan bir not;

  “ Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”

Bu ıssız yerin, soğuk taşı, artık toprak olmuş mezarın ev sahibi; aynı zamanda en büyük iksirin formülünü mü kazımak istemiş? Yitik uygarlıkların nice kültürü yitirdiği gibi; hiç olmazsa beklentileri en aza, en sanatsal, edebi olana doğrultarak, bir sükûnet, dinginlik ve aynı zamanda uçsuz bir hürriyetin buluşu bu basit sözcüklerde mi gizli?

  Nobel’i bir puanla kaçıran; belki de bu kaçışa, mezar taşında ki sözle yanıt arayıp bulan; “ Hiçbir şey beklemiyorum!” insandır Nikos KAZANCAKİS. Onun gözünden baktığınızda, iki milletin; Türkler ve Yunanlıların birbirine ne kadar muhtaç olduğunu, iyiliğin ve kötülüğün her an her yerde değişebileceğini; bütün bildik kalıpları, önyargıları yerle bir eden bir düşüncenin ipine tutunmanız mümkündür.


  Beklentilerimiz sıfır hacim, sıfır rakımda olamaz elbet. Sınırlarını belirleyen ise yüksek kültürün yere inmiş, kök salmış, göklerden süzülmüş halidir.

  Bu yüzden düşündürücüdür; eğitimle ilgili bir yazı hazırlamak istediğimde okul okul dolaştığım halde; hiçbir yönetici cevap alamadım; gazete yazarı olduğum için! Korkuları yok mudur; koltuklarından, kazançlarından, rütbelerinden yana?

 Sırf bu nedenden ötürü; Namık Kemal Üniversitesini, kaybolan yaşlı ağaçlarımız sebebiyle aradığımda, oradan oraya telefon bağlantıları sonrası; hiçbir cevaba, kaygıya ulaşamamış olmam?

 Bunun için değil midir; Tekirdağ Kültür ve Turizm Müdürlüğünün, kültürden ve turizmden yana neredeyse en fakir bir şehir haline gelmemizi sorgulayan yazılarımı, sorularımı cevapsız bırakmaları?

 Yine, en yakın arkadaşım bile, devlet dairesi, belediye çalışanıysa, yanımda anlattığı muhabbete çekine çekine yön vermesi, sürekli sansür koyması ve ara sıra; “ Bunları yazmasın değil mi?” uyarılarıyla beni kamçılayıp, düşündürdükleri belliyken…

 Ne büyük korkular ve ne anlaşılmaz ipotekler koyuyoruz kendi ruhumuza. Oysa hiçbir sorgulama, irdeleme, cevap arama; hoyratlığa teslim edilmez zorunda değil. Hakaret etmeden, lanetli şantajlara sarılmadan da, iyiye, güzele ulaşmak; esas olan hürriyeti, gelişmeyi el birliğiyle sağlamak mümkünken…

  Heraklion-Girit’de taş mezarın içinde yatan, taşa kazınmış sözcüklerin yazarı; sanırsınız ki toprak olup gitmiştir. Tam da bu gitme anında başlar, sanatın görevi. Hayatta ona iyiliği dokunan şeylerden; gezi ve düşlerden söz eder.

  Gezi ve düşler; ne büyük buluş… Abidin Dino’nun ağrılı, sancılı hastalığı sırasında, ölüm için söylediği söz; “ ölüm mü, ne büyük buluş!”

  Düşler, geziler; edebiyat da öyle bir kurtarıcıdır. Onu hafife aldıkça, hafiflemez, ayrıca daha da ağırlaşırsınız. Kokmaya başlarsınız…

  Yazarın, ruhunda iz bırakan birkaç insan; “ Homeros, Buddha, Bergson, Nietzche ve Zorba”dır.

 Hafife alacaksanız; kabalığımızı, cin olmadan insan çarpmalarımızı! Bol gösterişli fiyakaları, bilgiden, tecrübeden beslenmeyen büyük ve öldürücü gururu değil.
  Canımız yanınca atı geçen, miskin hallerimizi ciddiye alıp, bu şehrin olmayan, kaybolan, kaybolmuş bütün hikâyelerine, kültürlerine borçlu olduğumuzun ağırlığını taşıyalım; ağır insan olmayı düşünecek kadar hafife alınmış yaşamların değerli esintisinin de farkın varmış olarak…

 Hiçbir şey beklemeyen yazar; belki de bir oyun oynadı; hem kendine, hem bize. Düşlerin yaratıcısı değil midir; iyi yazarlar ve şairler?

  Aynı zamanda koskoca Homeros, Buddha, Nietzche ve Bergson insanın arkadaşıysa; ayağınızı denk alacaksınız! Sizi öyle bir yere çeker ki; bir bakmışsınız, tüy gibi olmuşsunuz. Kanatlara ihtiyaç duymadan uçmayı, ayaklarınız olmadan yürümeyi, gözleriniz olmadan görmeyi, kulaklarınız olmadan duymayı çözmüş olursunuz.

 Ne çok, uzak şeyler; bizim insanımıza! Her şey güllük gülistanlıkmış gibi, caddeleri, sokakları araçlarla dolduran, marşa basıp, dünyanın bir ucuna gideceğini sanan, gizli bir el tarafından prangalarına sağlamca bağlanan insanlarımız; üstelik bütün düğümleri kendimiz atıyoruz; ne yaman bir görüntü…

 Güven Serin 


2 yorum:

  1. Çok güzel bir yazı. Birkaç kez derinlemesine okundukça, her okuma farklı yönlere sürüklüyor insanı.
    "Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm." diyebilmek... Kaç kişi böyle haykırabilir günümüzde...?
    Düğümleri bağlanan insanlar ancak düğümler çok sıkınca çözmek istediklerinde anlıyorlar tutsak olduklarını...

    YanıtlaSil


  2. Kesinlikle Makbule Hanım;ne çok düğüm atılmaya başlanıyor;doğumla,coğrafyayla ile birlikte...Teşekkürler...

    YanıtlaSil