DÜNYANIN KULAKLARI NE ZAMAN
AÇILACAK PATRON?
Ne garip bir yolculuk
bizimkisi! İnsana dair ne çok şey birikti; öteden beri… Birikenler kimi
yakıldı, yok edildi; kimileriyse unutuldu ıssızlığın nemli, küflü ortamlarında.
İnsan, mucizenin yolcusu,
gizemin başkahramanı, sözcük icat ettiği gibi, yer çekimine de meydan okumayı
başaran canlı…
Kurtuluş, var olma
adına ne totemler, büyüler, adaklar, dualar ve yolculuklara çıkıldı. Durmuş da
değil insan! Bir taraftan Mars Kolonisi! Bir taraftan, uzayı büküp, boyutlar
ötesi düşünceleri; katiyen vazgeçilmedi.
Yakın zaman sonra;
belki de ölümsüzlüğün anahtarını eline geçirecek olan yine insan! Beynin
korunması önemli olan! Bütün bilgi, düşünce, kavramlar onun içinde; nerede
korunduğu, hangi bedeni kullandığının bir önemi kalmayacak; bir çeyrek yüzyıl
sonra…
Halinden,
tavırlarından kaba bir adama benzeyen birisi sesleniyor, yanında ki diğerine;
“ Patron; dünyanın kulakları ne zaman açılacak?” Dünyanın
demekle, insanları mı kastediyor? Yoksa bizi bu maviliğe sıkıştırmış, evrimin
büyük oyunu, büyük sahnesini mi sorguluyor?
Barbar görünüşlü,
kaba-saba giyimli adam konuşmasına devam ediyor. Aynı anda yağmur da usulcana
yağmaya başlıyor;
“ Yağmur yağarken
insanın kalbi acı çeker”
Kaba-sabalığın bütün
söyledikleri içime dokunuyor. Duyularım hepsini önemseyip, işleme koyuyor.
Niçin yağmur? Niçin, ıslaklık çoğalırken acı çekmek? Tam olarak anlam
veremiyorum…
Bizimkisi, hiçbir
şeye aldırış etmez görüntüsüyle, filozoflara meydan okuyacak kadar derin,
manidar ama bir o kadar da kafamı karıştırmaya devam ediyor.
Yanında ki genç adama;
Patron, diye seslendikten sonra konuşmaya devam etti;
“ Taşların, çiçeklerin, yağmurun söylediklerini bir
bilseydik! Belki bağırıyorlardır, bağırıyorlar da bizler işitmiyoruzdur. Nah işte,
tıpkı bağırdığımız halde, onların da bizi duymadığı gibi. Dünyanın kulakları ne
zaman açılacak patron? Ne zaman gözlerimiz açılacak da göreceğiz? Taşlar,
çiçekler, yağmur ve insanlar, kucaklarımız ne zaman açılıp birbirimize
sarılacağız?
Sen ne dersin
patron? Bu konuda, kitaplar ne söylüyor?”
Ne çok soru, ne çok
akıl karışıklığı değil mi? Hazır kalıplar konuşmak varken! Hiçbir şeye aitlik hissetmeyip,
her şeyi kendi öfkemiz, kazancımızla, en adil olmayı bile kendi galibiyetimizle
süslemeyi öğrenmişsek; bu kadar çok edebiyat, felsefe ürküte bilir bizleri…
Ne yapacağız o zaman?
Bolca beğeneceğiz birbirimizi! En kötü haldeyken bile; “ Seni iyi gördüm
dostum!” söylemleriyle kandıracağız, tıbbı, kaderin mahkûmu olan kişi ve
kişileri.
Birileri var ki hiç
susmayacak! Gerçek yazarlar ve şairler! Onlar, taşların, çiçeklerin, yağmurun,
kuşların dilini, düşüncesini merak ettiği gibi; düşlere, ruhlara, en ulaşılmaza
bile uzanmaya cesaret gösterecekler.
Tıpkı, Nikos
Kazancakis’in Zorba’sı gibi; adaleti, sevgiyi, ne korkusuz irdelemeleri
edebiyatın koynunda yapacaklar; o güvenli yerde. Nice kıyımlara uğrasa da, bir
kez çıktı mı söz edebi yola, yolculuğa; engellenemez bir hal alır.
Yazanın, düşünenin
kendisi ölmüş, öldürülmüş, yok edilmiş de olsa; yepyeni bir var oluş başlar;
tam da Zorba’nın, edebiyat ve sinema diliyle haykırması; taşın, yağmurun,
çiçeğin konuşmasından destek almak, insan anlamsızlığını, hazımsızlığını,
doymazlığını anlaşılır kılmak adına; doğanın kendisine yönelmesi gibi…
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder