Kamera; Güven - Tekirdağ
YALIN AYAK
Tekirdağ sahili on
günden bu yana Bursa plakalı bir motokaravanı ağırlıyor. Kırmızı beyaz
renklerde, ülkeni, hatta dünyayı gezmek için tasarlanıp üretilmiş motokaravan…
Sahili; kentimizi
sevmiş olmalı içinde yaşayan, şehir şehir, kasaba kasaba gezen; ormanın taze
kokularını, mevsimlerin sayısız ara rengini bilen iki insan. Bir adam ve bir
kadın… Yaşamın özüne tutunmuşlar; harekete… Yaşamın, yaşama dair bütün var
oluşların özü; hareket…
Can Yücel’in
dizelere dökülen nice uygarlıkların hikâyesini anlatan sözcükler gibi çıplak
ayaklarıyla karavana binen insanların yaşam gerçeğinin sadece bir bölümünü
Mutlukent Çay Bahçesinde çayımı içerken görüyorum. Onları da buraya çeken şey;
denizin hemen kıyısında, çimenler, çiçeklerle süslenmiş, çay ve kahve
kokularıyla ama her şeyden önce bu köşeye sığınmış insanlarla, çocuklarla,
yaşlılarla, gençlerle yakın olmak; güvende olduklarını bilmek…
Karavan kültürüne
adanmış insanların aradığı en hakiki şey budur dostlarım; güven… Onların beden
ve ruhsal bütünlüklerine olan düşkünlüğü, bütün canlıların tıpkısıdır. Onların
bizden önde olmasının en büyük güzelliği ise; hareketin görgüsü, görselliği ve
döllenmesi içinde olmalarındandır.
Bir selam, bir yudum
su, çay onların hazinesidir. Hâlbuki günde beş kez yıkanıp, en değerli
parfümleri sunan; yetmiş çeşit kahvaltı olan seçenekli mekânlara sığınan ince
insanın hareketsizliği, yüzüne, ruhuna pençe pençe vurur; her vuruş pençesinin
derin izlerini onların gülerken, kahkaha atarken, ağladıklarını, can
yaktıklarını her an her yerde görebilirsiniz.
Bu ne demektir
dostlarım? Varlığın taşkınlığı, elimizdeki nesnelerin, değerleri kullanamayış
olmamızın şaşkınlığıdır. Şaşırmışlıktır, insanın güleceği yerde ağlamasını,
ağlayacağı, saygın bir hüzün duyacağı yerde duyarsız oluşunu tetikleyen şey…
Yukarıda şairin
dizelerinden söz etmiş ama onları dile getirmemiştim. Çünkü kırmızı beyaz
karavana oradaki telaşa bakıyordum. Çıplak ayaklı adamın, kadının tıpkı evimize
girerken ayakkabılarını çıkartıp, çorapsız ayaklarıyla ince bir tülün ardındaki
küçük evlerine; saraylarına, şatolarına girişine baka kaldım…
Onlar oradan;
Mutlukent ile Danışma Bürosunun yanına yanaştıkları, şimdilik yurt edindikleri
yerden gidecekler diye ödüm kopuyor… Oysa ne seslerini duydum, ne
hikâyelerini dinledim.
Onlar da şairin
dizelerinde ki gibi Atilla gibi Tuna’yı geçmişlerdir diye düşünüyorum. Hanibal
gibi Alpleri… Sezar’ın Rubikan nehrini geçtiği gibi, Meriç’i, Tuna’yı, Arda’yı,
Aras’ı, Dicle’yi geçtiklerini hayal ediyorum. İskender gibi tüm dünyayı hayal
ettiler.
Çıplak ayaklarıyla
karavana binen iki insan; iki büyük umut; iki dünyalı… Onlara sorulacak en kötü
soru; nerelisin? Olacaktır. İnanın bana; onlar çoktan dünyalı… Öteden beri…
İnsanlığı geren, strese sokan şey değil midir; nereli olduğu? Nereli
olmadığının çilesini çekmez bir sürü yağız delikanlı…
Atilla Tunayı geçti
Hanibal Alpleri
Sezar da Rubikon nehrini geçti
Bense kendi kendimi geçtim
Ardımdaki bütün gülleri yakıp
İnsanın bitmeyen ve
bitmeyecek uğraşı, yönelişi ve yolculuğudur kendinle uğraşmak. Ne büyük
gerçektir ki; çıplaklık ister… Henüz en hakiki sanatçımız bile günlüğünü çıplak
yazamazken, çıplak bedenler ayıplar, namuslar arasında ezilirken, çıplak
düşüncelere ulaşamadık.
Hiç olmazsa, sahile
park etmiş karavanların çoğalmasını isteyelim. Onlara binen, onlarla çıplak
doğanın, makyajsız hallerini bile gezen, gören çıplak ayaklı, çıplak ruhlu
insanların varlığını bilip, çıplak düşlere tutunarak, köhnemişliğimizi, çatışma
ve bol çelişkiler içinde olan dünyamızı şenlendirelim; hiç olmazsa…