Sayfalar

28 Şubat 2013 Perşembe

EY TALİH-O FORTUNA


Kamera; Güven   Moda-İstanbul

 Müziktir unutmaya karşı duran,sevgiye şarkı
sözleriyle su,yiyecek taşıyan. Müziktir,
okşayan,dinleyen,söyleyen ve coşturan...

EY TALİH- O FORTUNA

  Günümüzde, her an siyasi uygulamaların insan kaderine başkaldırı biçimine dönüştüğü ve insanlık dışı kazaların, cinayetlerin hüküm sürdüğü bu anlarda bizi kurtaracak şeylerden bazıları; çalışmak, öğrenmek, fikir sahibi olmak, derinlere bıraktığımız atalarımızın asaletini tekrar yüzeye çıkarmanın yanında müzik diyorum. Müzik, her an, hüzünler içinde, sevinçler içinde her an, yokluğuna tahammül edemeyeceğimiz dost, sevgili gibi yanı başımızda olmalı. Ancak, bu kargaşanın, bilgi kirliliğinin, muhteşem yalan saltolar içinden çıkabiliriz.

  Bu makalemde sözü tamamıyla müziğe, insan ruhuna seslenen, insan ruhuyla birlikte insanı evrenin uçsuz bucaksız bütün yaşam hazinelerine sürükleyen şeye teslim olmuşluğum, en yüksek duygularıyla

  Sizleri Carmina Burana’nın şiirini besteleyen Carl Orff’un büyük eserini, yönetmen Andre Rieu’nun eşliğinde büyük insani yolculuğa çağırıyorum;

Ey talih
Ay gibi
Değişken-sin
Hep büyüyen,
Ve küçülen;
Tiksindirici hayat
Önce zulme-der,
Sonra teselli eder,
Zihin görüşüne göre;
Fakirlik
Ve kudreti
Buz gibi eritir.
Talih, canavar
Ve boş,
Sen çark-ı felek,
Sen kötüsün
Servet geçicidir
Ve daima kaybolur,
Görgülü
Örtülü
Bana da zarar veriyorsun;
Şimdi oyun süresince
Çıplak sırtımı
Senin kötülüğüne teslim ediyorum.

Talih, sağlıkta,
Ve erdemde,
Bana karşıdır,
Güdülen,
Ve sindirilen,
Daima esarette.
O halde şu saatte
Gecikmeksizin
Titreyen tellere vurun;
Mademki kader
Güçlü kimseyi yere çalıyor,
Herkes benimle birlikte ağlasın.


 Bazen susmak, şiirin, şarkının, çalgı aletlerindeki davulların, zillerin, kemanların, çellolarının büyüsüne sığınmak yaşamın kurtuluş anı gibidir; ölüm kol gezerken, yaşam yine hiçlik dediğimiz, kötü talih dediğimiz bir anda belki son bir kez daha bizim elimize dokunur; son bir kez daha…
 Güven Serin


27 Şubat 2013 Çarşamba

MUSTAFA NECATİ


Kamera; Seferihisar  - İzmir

Dinginliğin güzel adresi; zeytinlerin,mandalina ağaçlarının
arkeolojinin, insan üretkenliğinin,denizin insan olan
insana "gel" dediği yer...

MUSTAFA NECATİ

  Bu milletin övüneceği çok şey var. Övünmenin yanında öz eleştiri yapacağı upuzun bir tarihi var. Ne olursa olsun, nasıl yaşanmışsa yaşansın, ister yaslı, ister kutlu olsun; geçmişimizi yok saymak, ona ilgisiz kalmak, aklın, bilimin işi değildir. Tarihine sahip çıkmasan, tarihine sahip çıkarlar ve bize ait olmayanları da tarihimiz gibi bize kabul ettirirler.

  Mustafa Necati, geçmişiyle övüneceğimiz en önemli insanlardan birisidir. Yılların pasını, karanlığını aydınlatan, onurlandıran bir insan; Kuva-yı Milliyeci’dir o… Öğretmendir… Gazetecidir… Avukattır… Milletvekilidir… Bakandır…

  Mustafa Necati, ölmeden önce Milli Eğitim Bakanı görevindeydi. Yene kurulmuş Cumhuriyetin en heyecanlı, en bilgili genç insanlarından sadece birisiydi. Hatta en iyilerinden birisiydi. Daha 35 yaşında, içi içine sığmayan, kendini milletine çoktan adamış muhteşem bir idealisttir Necati.

  Onun ardından kimler ağlamadı ki, 35 yaşında ölen bakanı için Atatürk’te ağlıyordu; aydınlanma yolculuğunda genç bir idealisti, önemli bir beyni kaybettiğine ağlıyordu; tıpkı yüzyıllarca savaştan savaşa, cepheden cepheye, muhacirlikten muhacirliğe koşmuş halkım; halklar gibi…

  Mustafa Necati İzmir’in işgalinden sonra İstanbul’a geldi. Halide Nusret (zorlutuna) lerin Feneryolu’ndaki köşklerinde Kuva’yı Milliye’nin çekirdeğini kurdular. Daha sonra “ İzmir'e Doğru” gazetesini Vasıf ve Esat’ın desteğini de alarak çıkardılar.

  Necati, yazılarında, büyük devletlerin ihtiras ve çıkarlarının dünya barışının, nasıl tehlikeye attıklarını dile getirmekten bir gün geri kalmadı. Yazdı, konuştu ve direndi; gidilen yolun kendisi esaretin en hakikisiydi. Aydınlar bu esarete, bu boyun eğişe sessiz kalamazdı ve kalmadılar.

  Mustafa Necati, 18 Nisan 1920’de Saruhan (Manisa) Milletvekili seçildi. Kastamonu İstiklal Mahkemesinde görev yaptı. Necati, ikinci dönemde İzmir Milletvekili seçildi. Muallimler Birliğinin kurucu başkanıdır. Lozan Antlaşmasının “tazminat”la ilgili maddesine karşı çıkan insanıdır.

 Mustafa Necati'nin asıl mucizesi Milli Eğitim Bakanı olduğunda çıktı ortaya. Talim ve Terbiye Kurulunu kurdu. Bakanlığı örgütledi. Dil, Güzel Sanatlar, Sağlık, Yayın, İstatistik, Müze, Teftiş Kurulu yaşama geçirildi. Bütün bu örgütlerin başına çok değerli insanları getirdi. Bu insanlardan bazıları;

Nafi Atay (Kansu), Mehmet Emin (Erişirgil) Rıdvan Nafiz (Edgür), Namık İsmail, İsmail Hakkı (Tonguç), Faik Reşit (Unat), Hilmi Ziya (Ülken)

 2 Ocak 1929 günü Mustafa Necati daha 35 yaşında bu dünyadan ayrılış töreni yapılıyordu. Büyük bir kalabalık eşliğinde ağlayanlar arasında Atatürk'te vardı. İsmet Paşa'nın bu acılı, hisli günde tarihi konuşması şöyle bitiyordu;

 “ İnkılaplar ölürken kalanlardan ve yeni yetenlerden bir tek dileği vardır; cansız bileklerinde sallanan vazife bayrağının kavranıp daha yüksekte dalgalandırılması dır.

  Necati aziz Necati, dileğin yerine getirilecektir.”  

  Acaba bugün, Mustafa Necati’ye verilen söz tutulmuş mudur? O tarihi konuşmadan sonra, cansız bileklerinde sallanan bayrak alınıp daha yükseğe taşındı taşınmasına ama ya sonra? Yavrularımızı robot insanlara çevirmiş olmanın farkına ne zaman varacağız? Oyun oynamadan, gönüllü fikirlere gönül vermeden alınacak yolun, uygarlık yolunda bizi ne kadar ileriye getireceğini sanıyoruz? Bu büyük eğitim kargaşası, büyük koşturma ve büyük harcama işine döndü; yavrularımız ezilir, büzülürken büyük kazanç ve kâr peşinde olanların elleri para saymaktan dolayı mutlu oluyordur; kösnül, hayvani bir mutluluk…

 Güven Serin






25 Şubat 2013 Pazartesi

DOSTUM PİYER LOTİ


İstanbul   Ali ile Güven'in çeyrek yüzyılı aşmış dostluğu.
Dostluklar güzeldir küçük şeylerden besleniyorsa.
Güzeldir dostluğun denizine dalıp hatıralar ile
günü bir araya getirmişliğin gülümsemeleri; güzeldir.

DOSTUM PİYER LOTİ

  Dost, seslenişini yaşamın içinde, bu zamanda samimi olup çok güvendiğimiz insanlar için kullanırız. Ama bazen, dünyanın sürpriz ve gizemli halleri gibi insan da, kendi gizeminde bir şeyler keşfeder; yüz yıl öncesinin yaşanmışlıkları, tarihe büyük bir miras gibi kalmış sözleri, aradaki zaman kavramını yok eder ve bu yok ediş, bedenden çok ruha sarılan bir dostluk andı gibidir.

  Piyer Loti, Fransız deniz subayıdır. Bu ülkeye, Osmanlı'nın son zamanlarında sıkça gelip gitmiş ve bu gelmelerde, bu ülkede yaşayan Türk insanını, kendini bu ülkeye adamış insanları bir insanın yapabileceği en yüksek dostlukla sevmiştir. İspatı ise, son nefese kadar; yani 71 yaşına kadar, ülkemiz için yoğun uğraşlar veren bir hayatın sahibi olmuştur.

  Piyer Loti isimli takma adı, gerçek adının önüne geçmiş, Türk ve Türk halkı sevdalısı olma sebebinden dolayı Kilise tarafından aforoz edilmekle karşı karşıya kalmış, ama yılmamış, Türklüğün meşru hakları için elinden geleni son nefese kadar yapmış bir dosttur Piyer Loti.

  Tarih, dostu, düşmanı anlattığı gibi, insan ruhunun bedeniyle nasıl bir uğraş içine girip, rezalet ile metanet, soysuzluk ile asalet arasında seçim yapmış olan insanları, hikâyeleri de anlatır bize.

 Piyer (Pierre) Loti… Asıl adı Louis-Marie-Julien Viaud. Loti ismi Hintli nedimeler tarafından verilmiştir. Ve gerçek isminin önüne çıkmış, sanki hiç yaşamamış, yaşanmamış zamanların, mitolojinin kahramanı gibi onu sevenlerin benliğine kazınmıştır bu isim. LOTİ, Hint deniz adalarında yetişen ve kendisini saklayan nadir bir çiçeğin adıdır. Gerçekten de bu isim, çok nadir bulunan bir insana; Louis’e büyük bir armağandır.

  İstanbul sevdalıları Piyer Loti tepesini bilirler. Orada esen çam kokulu rüzgârı, dingin hayat sessezliğini ve Loti’nin hikâyesindeki aşk serüvenini de hatırlayanlar vardır. Ama Loti’in esas aşkı; “hasta adam” olarak bilinen Osmanlı’nın nasıl bir sonla yok olacağıdır. Böyle bir halkın, yok olması, yok edilmeye çalışılması onu çileden çıkarıyor, elinden gelen bütün tepkileri göstermeye, sesini duyurmaya çalışıyordu. 

 Piyer Loti bir cümlesinde şöyle sesleniyor;

“ Vatanları için feleğin çilelerini bağırlarına basarak kahramanca dövüşen Türklerin ortaya koydukları ulvi manzara karşısında benim yapabildiğim nedir? Hiçtir!.. Fakat gözlerimi kaparken huzur ve gururumdur. Selam sana ey milletlerin en yücesi!..”

  Tarihe merak salmak, tarihin sayfalarını tarafsız gözlerin, ellerin yardımıyla okumak işte böyle bir gerçeğin insanca tarafıdır. İyi bir tarih okuyucusu en büyük insan rezilliğini, yani peşin hükümlü bütün sarayları, kaleleri, surları yıkar; yok eder. Tarih böyle bir şeydir işte; hoşgörüyü, gerçeği, insanlığı, dostluğu çıkarır ortaya.

  Piyer Loti yetmiş yaşına geldiğinde hasta yatağında bile Balkan Harbi ve etrafımızda dönen entrikalara şiddetle karşı çıkıyor, edebi dünyasındaki şöhreti Türk ulusu için kullanıyor ve bu yüzden ölüm tehditleri dahi alıyordu. Hasta yatağında en yakın arkadaşı Klod Farer’e şu tarihi sözü söyler;

 “ Benim yolumda yürüyeceksin… Bu asil milleti tek başına kalsan da bütün bir kin ve gazap dünyasına karşı müdafaa edeceksin…”

  Bu asil milleti kim bilir kaç kez yerle bir etmeye çalıştılar; büyük yaratıcı, evrenin yaşam sırlarını büyük eser olan insanlığa armağan etmiş tabiat; bu halkı bir türlü yok etmeye razı olmadı. Sadece büyük yaratıcı mı, Piyer Loti gibi Türk sevdalıları, bugüne bile meydan okuyan bir onur, yüksek erdem ve korkusuzca bizim haklarımızı, vicdan, adalet ve tarihi bilgiler ışığında savunmuştur.

 Piyer Loti’yi hasta yatağında iki Türk, Müfide Ferit ve Hüseyin Ragıp Bey, Fransa’da ki evinde ziyaret ettiler. Hasta Loti misafirleri karşılama görevini en yakın arkadaşı Klod Farer’e verdi. Loti’nin engin denize bakan kendilerini adeta Osmanlı müzesinde sandılar. Evin içinde cami vardı, mihrap vardı, yatak ve misafir salonları aynen, asil, zengin, ananelerine bağlı bir Osmanlı aristokratının konağı gibiydi. Özel hizmetini gören kadın, yalnızca kıyafetiyle değil, terbiye ve tarzı ile de TÜRK’tü.

 Loti misafirlerini oğlunun kolunda karşıladı. Ve onlara şu sözleri söyledi;

Sizin yüzünüzde, giyiminizde, hal ve tavrınızda o güzel İstanbul'u yine yaşıyorum. Beni minnettar ettiniz.”

 İnsan sevgisi yoktan var edilemez. Sevgiye sebep olan nedenlerin de sevgi, saygı ve onurlu davranışlarla vücut bulması gerekir. Tarih, tarafsız gözlerle, temiz vicdanlarla bakıldığında bütün milletleri yargılar. Ama bu yargılamaların insanlık kefesine, saflık, temizlik, merhamet kefesine bakıldığında Türk insanının temiz ve saf vicdanıyla da karşı karşıya gelirsiniz. Her millette hilebazlar, reziller, vatanı satmaya, milletini yok etmeye kalkışanlar olduğu gibi, bu aziz milletin de bin bir toprak ile yoğurduğu bu büyük miras içinde böyleleri her zaman çıkmaya devam edecektir.

 Tarihe, bizden önce yaşamışların bıraktıkları izlere, sözlere her zaman ihtiyacımız olacaktır; çok hassas zamanlar yaşadığımız bu zamanlar tekrar tarihe en hakiki vicdanımız ile önem vermemizin gerektiğine inanıyorum.

 Güven Serin



 

   


21 Şubat 2013 Perşembe

KUDRET


Kamera; Güven  



KUDRET

  Günün çeşitli saatlerinde olmak üzere, özellikle sabah saatlerinde bir ses yankılanıyor sokağımızın arka bahçesinde; “Kudret” diye. Bir kadın sesi, öyle ihtişamlı, öyle güçlü sesleniyor ki, seslendiği Kudret isimli canlının onu duymaması mümkün değil.

  Çok uzun zamandır bu sesi ve Kudret’i merak ediyorum. Sesi aramak için bahçenin olduğu balkona gittiğimde ne Kudret diye çağrılan canlı, ne de ona seslenen kadın var ortada. Hangi binadan, hangi yönden sesleniyor onu da bilmiyorum. Bahçelerin olduğu yerde, birkaç kez seslenen güçlü bir ses; Kudret geliyor olmalı ki, birkaç seslenişten sonra ses kesiliyor ve büyük sükûnet yeniden Kumrulara kalıyor.

 Günler, haftalar ve aylar Kudret’i merak etmekle geçti. Kimdi bu Kudret? İn mi, cin mi? Bir çocuk, bir köpek, yoksa bir kedi miydi?

  Kudret ismi, güç demek; bu güce inanmış kadın, günün sabah saatlerinde Kudret'e  güçlü, güce yakışır sesiyle seslendi durdu. O seslendikçe ben yattığım yerden fırlayıp dışarı çıkıncaya kadar, bir masalın içindeki periler gibi kayboldular; sanki Kudret ismi çağrılmamış, o kudretli kadının sesi bahçenin olduğu yerde karga seslerinin bile üzerine çıkmamıştı.

 Kudret’i düşüne düşüne geçen hayatım, en sonunda Kudret’i göreceğim güne kadar geldi. Nihayet Kudret’i tanıma şansına kavuştum. Meğersem Kudret bir kediymiş. Ama öyle sıradan bir kedi değil, gerçekten de ismine yakışır bir kedi. Hatta ona kedi demek bile yanlış, o bir leopar, o bir çita; bilinen kedilerden çok öte, besili, güçlü ve iri. Kudret’in kafa yapısı da oldukça farklı; ona bakan, ister istemez saygı gösterir; sanki antik zamanların kudretli gladyatörü gibi.

  Meğersem Kudret, ismi gibi gücün temsilcisi, kedi kılığında bir aslanmış da haberim yokmuş. Kudret ile ilk tanıştığımda, yani onu ilk görme şansını yakaladığım gün, yine beslenme saatiydi. Kudret'e yakışır bir şekilde seslenen kadın, evinin balkonundan altta bulunan viran evin kiremitlere et ve kemik parçaları atmış. Kudret’le birlikte beş altı kedi daha var. Diğer kediler muhtemelen Kudret’in haremi ve çocuklarıydı. Çünkü hepsi o büyük gücün çok yakınında ve ondan arta kalanlarla büyük bir minnet duygusu gösterisi içindeydiler.

  Kudret’i olağanüstü bir manzara izler gibi izledim. Çalımını, o büyük alımlı dolaşımını, ondan izinsiz bir şeyler yapmak isteyen kedilere haddini bildiren pati vuruşlarını, yuvarlak başını, güçlü çenesini, besili sırtını, kül rengi tüylerini, beyaz ağırlıklı güçlü ayaklarını, kahraman bir savaşçıyı izler gibi izledim; demek Kudret bir kedi, yok, bir aslan parçasıymış…

  Biliyorum, ilerleyen zaman Kudreti de eskitecek, güçten kuvvetten düşürecek. Ama o zamana ilerleyen Kudret, son ana kadar gücünü, kuvvetini göstermeye çalışacak. Bu hep böyle olmuştur. Güçlü, kuvvetli, hiç yenilmez, hiç aldanmaz, hiç kaybetmez insanlar arasında da böyledir; son ana kadar büyük gösteriyi, büyük çalımı tanrısal bir gösteri içinde yapmak isterler; sanki zaman onları hiç eskitmeyecek gibi, sanki sonsuza adanmış ölümsüz bir beden taşıyorlarmış gibi etraflarına yüksek duygularla bakarlar.

 Kudret'e, o muhteşem hayvana bakarken, kudretin, büyük gücün karşısında derin saygıyı ve bir o kadar büyük gücün, en büyük zarafeti, adaleti de anlamasıyla gücün daha bir güç olacağını irdeledim; güç, ihtişam iyidir, hoştur ama aynı zamanda sarhoş edicidir; paylaşılırsa, gücün, güçsüzlüğü, yokluğu da anlaşılır ve bunlara yatırım yapılırsa, eskimenin de, güç ve takatten düşmenin de kendi yaşam kültürü oluşur, diye düşünmeden edemedim…

 Balkona çıkmış güçlü bir siyasetçi gibi büyük gücü tanımanın büyük sevinciyle Kudret'e son kez baktım; tartışılmasız o bölgenin, bahçenin, sokağın, hatta mahallenin lideri oydu. Ta ki, onu taşıyan güçlü ayaklar, parlak postu, bakımlı bedeni pes edene kadar.

    Güven Serin


19 Şubat 2013 Salı

KARDELENLERİN KRALLIĞI

Kamera; Güven Ganoslar

Çocukluğumda Kardelen ismini bilmezdik; yeşil 
ile beyazlığın soğuk ile ışığın bu güzel çiçeklerine
bizler "kokuçka" derdik. 

Kamera; Tamer Kaptan

Uçmakdere Köyü'nden eşeği,köpeği ile dolaşmaya çıkmış
Türkan ağabey.

Kamera; Güven
Ganoslar büyük yürüyüşü ve karın saflığı,dingin 
görselliğinde dinlenme anı; dostlarım, Yunus usta ve
Erdem.

Kamera; Erdem
Uçmakdere-Ganoslar

Ben bu yürüyüşlere bayılıyorum;tabiata,büyük evrene
adanmışlık içinde.

Kamera; Güven  Uçmakdere Köyü

Taş ve ahşap kendi krallıklarında insanlığa 
mahzun gözlerle bakıyorlar; taşı,ahşabı ve tarihi
anlamaktan geri kalmış insanlığa...



KARDELENLERİN KRALLIĞI

  Eğer tabiatın koynundan çıkmış olduğunuzu unutmadıysanız, doğanın aşkı ile kutsanmışlığı kabul ettiyseniz, doğa tüm sesleriyle sizi çağırmaya başlar. Duymayan kulağınız duyar, görmeyen gözünüz görür olur.

  2013 yılının ilk doğa yürüyüşü Uçmakdere istikametine yapıldı. Çoktandır çıkmak istediğimiz dağlar, Ganosların bir bölümü köyü bir daire gibi çevirmiş durumda. Gizemli, ahşap ve taş evlerin hâla yaşam ile ölüm arasında ince bir çizgi içinde kaldığı yere geldik. Gün aydınlıktı aydınlık olmasına ama kapalı bir hava soğuk bir gün.

 Doğa yürüyüşü bu sefer bize ilk kez katılan Erdem arkadaşımız ile birlikte, Tamer Kaptan ve Yunus Usta ile dört kişilik gezi ekibi, birbirine uyumlu insanlardan oluştu. Şikâyeti unutmuş, doğayı, doğanın farklı bakışını, seslerini, görüntülerini merak eden dört insanın sekiz gözüyle seyreyledik dağların vadilerini, yüksek tepelerini.

  Gezinin planı ve yönü yıllar öncesinin bir düşüydü. Ganosların bitmez sevdası, yüzlerce tepesi, vadisi, yaylası söz konusu olunca, bu yere ancak şimdi sıra geldi. Zorlu yürüyüşü sevenler için, farklılığa nezaketle yapmak isteyenlere ait muhteşem bir yürüyüşün hikâyesi, bir güne, dopdolu bir güne sığdı.

  Aracımızı Uçmakdere Köyünün doğu yönüne bıraktık. Aynı istikametten çok zorlu bir tırmanma ile izleyeceğimiz yola çıktık. Büyük yürüyüş soluk soluğa başladı. Meşeler, kışı hatırlatıyordu. Kışın kurumuş kahverengi yaprakları, cansızmış gibi gözlerimizin önünden aşağılara süzülüyorlardı. Karşı Ganos tepelerinde ise beyazlık, saf bir görüntü içinde, kahverengi dallara tutunmuş buz kütleleriyle, yere uzanmış beyaz karlarla kendi saygınlığını gözler önüne sermiş.

 Neredeyse rakımın on metresinden başlayıp ağır ağır tırmandıkça, yüze, iki yüze, derken yedi yüzlere kadar ilerledik. Köyün doğu yönünden güney yönüne, sonra güney batıya ve kuzey batıya; beyazlığın merkezine kadar yürüdük.

  Bu zorlu yürüyüşte üç kez mola verdik. Üç molada da, Yunus ustanın marifetli elleri kuru odunlarla anında ateş hazırladı. Yukarılarda rüzgâr soğuk ile arınmayı davet ediyordu. Bu arınma töreninde üşüyen ellerimizi ateşin hiç kirlenmeyen yüzüyle onurlandırdık.

  Birinci ateşte sabah kahvaltımızı yaptık. Yunus ustanın kendi yaptığı şarap ile doğaya bizi zarif uygarlığına davet etti diye teşekkürlerimizi sunduk. İkinci ateş, tam manasıyla yorulan bedenlerimize bir dinlence ikramıydı. Bu ikramı enerji adına elma ile ödüllendirdik. Üçüncü ateş zamanı ise öğle yemeği vaktini gösteren 13,15 civarı gerçekleşti. Yine Yunus ustanın marifetiyle çarçabuk yanan ateş, közlenen biberler ve tam kıvamında pişen sucuklar, açıkmış yorgun bedenlerimize, yaşama hakkını sundu.

  Ganos dağları, vadileri avcı kaynıyordu. Avcılar yörede oldukça fazlalaşan domuz avına çıkmışlardı. Bu diyar öyle bir diyar ki, can derdine düşen domuzlardan hiçbirini bulamamışlar. Çünkü öyle arazi oluşumları var ki, insanın girmesi mümkün değil. Böyle zamanda av durumundaki domuzlar, avcılardan kaçmanın, kurtulmanın en güzel yeri olan derin vadi içlerini seçiyorlar. Avcılar boşu boşuna gezip durdular.

  Ganosların güneye bakan tepelerinde, kuytu yerlerinde yeşil otları gördük. Dağ sümbülleri, çiğdemler baharın kokusunu çoktan duymuşlar. Sarı renkleriyle direniyorlar bitmeyen yaşam, ölüm ve yaşam töreni için.

  Rakım arttıkça, yönümüz de kuzeye doğru yöneldikçe bizi şaşırtan, daha önce hiç bu kadar görmediğim krallığın merkezini gördüm. Burası kardelenlerin uygarlık merkezi olmalı. Ağaçların altı, yamaçlar tam manası ile beyaz, nazik, zarif kardelenler ile süslenmiş. İnanılmaz güzel bir manzara.

 Yürüyüşümüz arttıkça bir süre sonra bir inanılmaz daha çıktı karşımıza; bembeyaz kar örtüsü ve ağaçlardan yılbaşı süsü gibi sarkan buzlar; beş on dakikada bu kadar değişimin olabileceğinin büyük şaşırtmacasını yaptı. Artık yürüyen ayaklarımız karları çıtırdatıyor, beyazlığın, saf beyazlığın insana huzur veren ikna büyüsü içinde yürümenin, fotoğraf ve video çekmenin ustalığı için yarıştık.

  Aynı günde, biraz farlı rakımlarda, terledik, üşüdük, şaşırdık, huzurdan huzura dönüştük. Büyük ağaçların, neredeyse yüzyıllanmış yosun tabakalarının gizli mağaralarına eğilip baktık.

  Büyük yolculuk esnasında beslediğimiz bir köpek, avcıların köpeği ile dost olduk. Daha genç bir yavru olmasına rağmen oldukça heyecanlı ve meraklıydı. Uçmakdere Köyü içinden eşeğiyle dolaşmaya çıkmış yaşlı adamla sohbet etmekten öte fotoğraf çektirdik. Eşeğin uysallığına, insan denen canlının emrindeki duruşunun kabullenişine baktıktan sonra yolculuğumuz, köye yaklaşmanın heyecanı, akan büyük şırıltılı derelerin berrak süzülüşleriyle bitti.

 Özlediğimiz köy kahvesinde çaylarımız içildi, günün masraflarının matematiksel bilmecesi çözüldü ve şehri Tekirdağ'a hareket ettik; betonun, trafiğin ve oldukça meşgul olan insanların olduğu büyük uygarlığa doğru…

 Güven Serin






HAYATIN ŞAŞMAZ GERÇEKLERİ


Kamera;Güven Selçuk



HAYATIN ŞAŞMAZ GERÇEKLERİ

  Hayatın şaşmaz gerçekleri vardır; siz ne yaparsanız yapın, insanın algıladığı yaşam hangi hüznü ve sevinci yaşıyorsa yaşasın, hayatın vazgeçilmezliği içinde şaşmaz gerçekleri, kendi döngüsünü sürekli tekrarlar. Bu tekrar, o canlıya verilen ömrün son nefesine kadar, bilinen şaşmazlık içinde sürüp gider.

  Şubat ayının ılıman-lığı içinde baharı koklayan hayvanlar, kendi büyük kıpırtılarına başladılar bile. Kuşların eşlerini ikna için kur yapışları, yuvalarını gözden geçirmelerinin zamanı başlıyor. Kedi ve köpeklerin şaşmaz mücadelesi başladı bile. Dişisinin peşinden koşan erkek köpek ve kediler, bir sürü rakibi alt etmek ve dişisinin sunacağı o tatlı rüyayı hak etmek zorunda. Bütün bu koşuşturma hayvanlar için, nesillerinin devamı anlamına geliyor; yani üreme; milyon yıllık büyük tekrar…

  Hayvanların büyük uyumu, tekrarlanan şaşmaz gösterilerle devam ederken, insanların da şaşmaz tekrarları vardır. Kolordu Caddesinde neredeyse her gün tekrarlanan tavla oyunu ve seyircilerin taraftar heyecanı kıskandıracak kadar cazibe oluşturuyor. Tavla oyuncularının zar sesleri, pulların tavlaya çarpışı, az ötede dinlenen, çoğunlukta uyuyan beyaz büyük köpeği hiçbir şekilde rahatsız etmiyor. Caddenin hemen kıyısı, her iki yakası onun yeri sayılır; oradaki balıkçalar da, gelen geçen de beyaz köpeğe çoktan alışmış. Beyaz büyük köpek, neredeyse bulduğu her fırsatta en sevdiği işi yapıyor; uyuyor yani; büyük bir şaşmazlık içinde uykuyu, doğan her günün ilerleyen saatlerinde tekrarlıyor.

  Bir tekrarı da ben yapıyorum. Her akşam Testereciler fırınına uğrayıp taze, hatta sıcak ekmeklerini alıyorum. Özellikle ekmeklerden birisinin soğuk olmasına dikkat ediyorum. Sıcak ekmeğin mideyi yorduğunu, iyi gelmediğini biliyorum. Ama vazgeçemediğim şaşmazlık içinde tekrarladığım şey, sıcak ekmeğin azcık, ucundan kırıp, kıtırdata kıtırdata yiyerek evin yolunda ilerlemek; bu da benim şaşmazlığı, elimin kolumun dolu oluşunun, döngünün üremesine yaptığım büyük hizmet olmalı.

 İnsanların alış veriş merakı, sigaraya düşkünlüğü, tanıdık birini yakaladı mı, bir anda anlatabildiği kadar derdi anlatıp, sonra da ayrılırken ; “kendine iyi bak” demesi, hep hayatın şaşmaz gerçeklerinden bazılarıdır.

  Alışveriş merakı dedim de, şaşmaz merakımız olan, özellikle kadınlarımızın bıkıp usanmadan evlerinin içini eşyalarla doldurmaları, vazgeçilmez gerçeklerden birisidir. Yakın zaman önce açılan, adına “Bedavacı” unvanını koyan iş yeri, sabahları kuyruğa girmiş insanlarla doluyor. Ne alırsan 3,5 TL olduğu için, insanlar gözleri karamış olarak gelip, evinde olmayan veya varsa bile ikinciyi, üçüncü eşyayı alıp gidiyorlar. Bir çamaşır sepeti veya Pazar arabası kadınların aldıktan sonra en çok tebessüm ettikleri, bir savaş kahramanı gibi oradan ayrıldıkları gerçeklerden birisidir.

  Esas olan, bıkıp usanmadan tekrarlanan başka gerçekler de var; evlerimizin dış boyası eksik, çatı akıyor veya deprem tehlikesi olan bir bölgede yaşıyor oluşumuz vız gelir bizlere; bir ucuzluk varsa, evlerimiz ağzına kadar eşya ile dolu bile olsa, yedekte bulunsun düşüncesiyle inanılmaz tekrarları yaparız; tıpkı, yemeden, içmeden, sağlıktan, eğitimden, eğlenceden kesip de yapmaya çalıştığımız küçük birikimlerin, kıyamadığımız çocuğumuz veya torunumuz tarafından muhteşem bir kıyma hareketiyle yok edildiği gibi; bunlar hep, ama hep tekrarlanan hayat gerçeklerimizdir; biz kokar bu gerçekler.

  Bir başka gerçeklerimiz de televizyon ve gazete dünyamızdan geliyor. Kaza, terör, cinayet, şiddet olayları hep başköşededir ama sanat, müzik, eğitim, sağlık, felsefe, spor haberleri, özellikle futbolun dışındaki spor haberlerini ara ki bulasın! Belli ki, tekrarlanan vazgeçilmez gerçeklerimizden birisi de, artık gına geldiğimiz kan, korku, kavga, ölüm haberlerini hep ön sıraya koyacaksın; koyacaksın ki insanlar sürekli kendi hallerini şükürler etsinler.

  En ilgimi çeken ve bir türlü tam çözemediğim muhteşem gerçeklerimizden birisi de, insanların acıma, merhamet ve adalet duygularının sislerin içinde kaybolup, şekil değiştirmeye başladığına tanıklık yapmamdır. Tanık olduğumuz bütün insanlık dışı haberlere etkisiz tepkileri yaptıktan sonra, şükürler olsun bu günümüze deyip vaziyeti kurtarma gösterimiz bence en büyük, en inanılmaz ve en zavallı olanındır.

  Belki de ben yanılıyorumdur, hayat, kurnazların, hilebazların, korkuyu iyi ayarlayıp kayıpları en aza indirenlerin en kazançlı duruma geçecekleri yerdir. Duygulu, nazik, zarif, bilgili ve korkusuz insanların ise, kaybetmeye mahkum oldukları büyük gösterinin yapıldığı biricik yerde, hassaslığın, felsefenin muhteşem derinliğinin büyük acılarını yaşıyordur; kim bilir…

  Güven Serin
  

16 Şubat 2013 Cumartesi

İNSAN YANIMIZ


Enez-Edirne
Tarih,ziyaret ve fark etme,etmediklerini.

"Zihnim,dişi yanımın açığa çıkışına direniyor; düştüğüm
boşlukta içgüdülerime ve iç sesime tutundum" diyor,
sözcüklerin yazıya dönüşme sanatına tutunan kadın.






İNSAN YANIMIZ

  Bir kadın, yaşamın büyük fırtınalarını, insan zihninin kâbuslar arasında sıkışıp parça parça olmasını düşüncenin yazmaya dönüşmesiyle çözmüş bir kadın şöyle sesleniyor;

 “ Zihnim, dişi yanımın açığa çıkışına direniyor: düştüğüm boşlukta içgüdülerime ve iç sesime tutundum” diyor…

  Bir başka kadın, bir genç kız; haftada bir uğradığımız Sekiz Kardeşler çay evine gelmiş bekliyor. Gün yeni ağırmış, günlük spor çalışmalarımız sona ermişti. Uzun zamandır birlikte olduğumuz dostlar ile çay, sohbet ve açma keyfinde buluştuk. Buğday tenli genç kız, iş bulma umuduyla çay evine uğramış. Umutları var; gözlerinde pes etmişliğin büyük çöküntüsü yok. Zekânın insan tarafı öne çıkmış ve oldukça güzel ve zarif bir çiçek gibi, onu kurtaracak meşguliyetin bir an önce başlaması için iş yeri sahibini görüşmek ümidiyle bekliyor.

 İş için geldim, diyor buğday renkli kız; ama ihtiyaçtan, yani maddi durumum için değil; okulumu dondurdum. Bazı sıkıntılarım var. Bu sıkıntılarımı aşmak için çalışmalıyım, meşguliyetin sihirli kollarına atılmalıyız, diyor genç kız.

  Yazar Günseli Önal’da “Sınırsız Tutku” romanı hakkında Tülay Dilek ile söyleyişi yapıyor. Söyleyişi insan denen canlının insan yanına seslendiği gibi, insanın kaderini, kader seçeneklerini değiştirecek bir etki, heyecan ve insanın neler yapabileceğinin büyük gösterisine dönüşmüş.

  Tülay Dilek soruyor yazarımız Günseli Önal’a; “ İçsel yolculuk yapmak ve bilinçaltınızı yabancılara açabilmek için nasıl bir hazırlık süresi içine girdiniz?

­Sınırsız Tutku kitabı yazmayı düşündüğüm ve hazırlığını yaptığım bir çalışma değildi. Kırklı yaşlarımın sonuna yaklaşıyordum. Çok zor, hep mücadele ile geçen bir hayat yaşamıştım. Geldiğim noktada içimden bir şey yapmak gelmiyordu, hiçbir şeyden haz alamıyordum, motivasyonumu yitirmiştim. Ne kadar ilerlemeye çalışıyor olsam da, aynı yerde dönüp duruyordum sanki. Daha ilerisi yoktu artık. O güne kadar yürüdüğüm yolun sonuna gelmiş, hayat mücadelesinin içinde kalmamı sağlayan itkiyi kaybetmeye başlamıştım. Akıntıya karşı yüzüyor gibiydim ve yorulmuştum. Hayatımı aynı şekilde devam etmek zorundaydım. Yönümü kaybetmiştim, boşluktaydım ve bir şeye tutunmaya ihtiyacım vardı.

 “Bu boşlukta neye tutundunuz?”

  İç sesimi dinleyerek içgüdülerime tutundum. Ne olduğumun ve yeryüzünde neyi yaşamak için bulunduğumun farkına varmanın yolunun, ailemin ve toplumun cinsel organından dolayı hissettirdiği utancı, suçluluk duygusunu ve korkuyu aşamadan geçtiğini algılıyordum içten içe. Yaşadığım her şey, utancımın kaynağına inmeye hazırlamıştı beni. Daha fazla ilerleyemeyeceği-mi görmüştüm. Bir mola verip zamanda geriye doğru yürüme ve başladığım yere dönme isteği uyanmıştı içimde. Yaşarken görmediğim, görmek de istemediğim her şey bilinç altımdaydı. Arzuladığım sonuçlara ulaşabilmek için hep ileriye doğru yürüdüğüm yolun paraleli gibiydi bilinçaltım.

  Ağlayarak başlamıştım yazmaya. Karanlıkta kalan yanımı merak ediyordum. Neyi kaçırdığımı, yaşamadığımı görecektim. Duygularımla yüzleşme ve dışa vurma ihtiyacım, beni aşıyordu artık. Zamanı geriye çevirmek için tek yapmam gereken U dönüşü idi. Gazeteciliğe ara verip yazmak için bilgisayarımın başına geçtiğimde, aklımda hiç olmadığı halde “Korkutan Güzellik” diye bir başlık atmış ve ağlamaya başlamıştım, ama yazmaya devam ettim.

 Günseli Önal röportaj yaptığı Tülay Dilek’e bunları anlatıyordu; insanın insan yanının, içgüdülerinin, her şey bittiği bir anda bir U dönüşü yapıp zamanın gerisine gidebileceğini, büyük gururlu insanın en çökmüş zamanda bile ayağa kalkıp, insan yanımızı da yanımıza alıp yeniden, yepyeni bir hayata başlayacağımızı da anlatıyordu; bizi de yüzleşmeye, insan yanımızı aramaya davet ederek…

  Sekiz Kardeşlere gelen genç kız da okulunu insan yanını aramak için dondurmuştu belki! Belki, her şeyin bitti dendiği, kendiyle çok erken savaşmaya başladığı bir anda, bir U dönüşü yapıp, çalışmanın, hareketin, meşguliyetin insana, insanca “hadi yeniden başla” demesinin içgüdüsel sesini duydu; kim bilir…

 Güven Serin



5 Şubat 2013 Salı

SANATIN SESİ


Kamera; Güven  Kanlıca



SANATIN SESİ

  Yine, bir dünya şehri olan İstanbul’dayım. Yine kavuşmanın heyecanı içinde, şehri Tekirdağ’a oldukça yakın bu güzelliğin, bu bilinmezliğin, muhteşem çelişkilerin ve derinliği olan sanatın, mimarinin, geçmişin içinde…

  Barış Manço’nın 14. ölüm yıldönümü anma töreninde, güneşin günle, rüzgârın aydınlıkla, sevgiyle buluştuğu, bir vapur insanın bir tek insanda, sanatın sesi olan Barış Manço sanatında buluşmanın o nazik, o zarif, o yükseliş anında olmanın büyük onurunu yaşadım.

  Barış Manço öleli tam tamına 14 yıl oldu. 14 koca yıl, insan denen canlının önünden akıp gitti. Kaybolmayan şey, Barış’ın şarkıları, şarkılarına sinmiş ezgileri, felsefesi; tam da halkın sesi, hakkın, düşünmenin, kendine gelmenin ve öze varmanın sesi; işte bir kez daha, günü, geceyi, rüzgârı, sevmeyi, birlikteliği hissederken, bir kez daha bir araya geldik; bir vapur insan…

  Boğazın vapurları ve o vapurlara arkadaşlık eden martıları her zaman şımarık, her zaman coşku içinde olurlar; bilirim ama Barış’ı anma töreninde çok daha başka şımarırlar; çocuğun masum şımarmasında, yaşlının mahcup gülümsemesinde olduğu gibi çok daha başka, çok daha insancıl…

  Bu yıl, güneşin güne büyük cesaret verişinden mi, Barış’ın daha da özlenmesinden mi bilinmez, katılım inanılmaz çokluktaydı. Tam manasıyla vapur ağzına kadar dolmuştu. Sık sık uyarılar bu yüzden yapıldı; “ lütfen aynı yerde toplanmayalım, vapur sol tarafa yatıyor, daha yaşamak istiyoruz” gibi, nazik uyarılar, Barış’ın müziğiyle, ezgileriyle, nefesiyle boğazın akan berrak sularıyla birlikte karıştı zamanın akıntısı içine.

  Vapur çığlıkları martı çığlıklarına karışırken, adalar sisler içinden uyanırken, insanlar yaşam denen büyük mucizenin içine tekrar girmenin adımlarını atarken, Barış Manço Vapuru yine Moda’dan kalktı. Önce Kadıköy’e, sonra Kabataş’a uğrayıp bekleyen insanları aldı. Herkes heyecan içindeydi; sanki bir arada olmanın büyük gücünü keşfetmiştik. Vapurda diğer yıllardan kalmış bir sürü tanıdık yüz; ismini bile bilmediğim yüzlerce insan bir tek insana, sanatın sesine koşmanın heyecanıyla seyrettim doyumsuz, büyük manzarayı.

 Vapura binemeyenler, vapuru uzaktan izleyenler de aynı vapurdaki insanlar gibi duygusallığın insaniyeti içinde bakıyorlardı bize. Gönülden yükselen büyük çığlığın insan ellerini sallıyorlardı işitilen vapur düdüğünün geçit töreninde.

  Kanlıca mezarlığı yine rüzgarın, çamların, çeşit çeşit çiçeklerin eşliğinde ölümleri selamlayan yaşam doluluğuyla karşıladı bizi. Büyük yokuşu, büyük insan topluluklarıyla yürüdüm. Her insanın yanında geçerken, insanların Barış’a yürüyüşlerinin parlamış gözlerini, çarpan kalplerini de fark ettim.

  Gördüğüm en güzel manzaralardan birisiydi bu buluşmanın kültürleşmiş olanı; her yıl artan oranda yenilenen biçimi. Bu manzarayı, bu büyük töreni yaşatacak olan; Barışın’ felsefesindeki esas ulaşılan amacın kendisiydi; yani bu törene katılan 7’den, 77’ye olan insanlar.

 Başka hiçbir törendi bu kadar çok insan çeşidi, yaş farklılığı yoktur. Barış Manço’nun narin, müzik dolu bedeni durduğunda, daha doğmamış çocuklar bile bu törendeydi; Barış'ı  o güzel sesi, tükenmeyen sanatı anmanın, hatırlamanın, onun şarkılarıyla bütünleşmenin içindeydiler. İşte budur, yaşamın devamı olan; dededen babaya, anneye; anneden, çocuğa geçen sevgidir, diğer sevgiyi, o muhteşem sanatı yaşatacak olan…

 Gördüm ki bir insan en güzel sanatıyla anılır ve yaşam içinde yaşadığı fark edilir. Barış, nesilden nesle sanatıyla, ezgileriyle, halkın içinden çıkarıp tekrar bize sunduğu şu şarkılarıyla yaşayacak;

 Bana yolun seç diyorlar, bozuk yolu seçer miyim; eğri eğri, doğru doğru…

 Bir dilim ekmeği bölüşürüm senle. Suyu aynı tastan yudumlarım seninle. Eğer kalbin kırıksa dost yüzünden. Bir selam sana gönül dağlarından. Gel, sende katıl bizle. Dolaş bahçemizde gönlünce. Uzat korkma elini. Bak beş parmağım var benimde.

 Yaz dostum, güzel sevmeyene adam denir mi? Yaz dostum, selam almayana yiğit denir mi? Yaz dostum, boşa geçmiş ömre yaşam denir mi?

 İşte böyle dostlar; şarkılar, ezgiler, müzik sesleri, bir insanın felsefesiyle, diğer insanlara ve onlardan diğerlerine akacak bir ırmağa dönüşmüş durumda. Her dönüşümün kendi yaşam hakkı vardı; bu yaşam hakkı içinde yeniden var edilen ölümlüler dirilirler. Bu yaşam hakkı içinde yine o büyük onarım başlar; bizi, miskinlikten, pişkinlikten, duyarsızlıktan kurtaran büyük onarım…

 Güven Serin