Sayfalar

29 Mayıs 2023 Pazartesi

KORKU TÜNELİ ve SEÇİMLER

 

İnternet

                                    KORKU TÜNELİ ve SEÇİMLER

    Bu çalışmam yayınlandığı tarihte Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimleri bitmiş, Millet İttifakı veya Cumhur İttifakı taraflarından bir lider 5 yıllığına ülkemizin; 85–90 milyon insanın mutluluğu, huzuru, güvenliği için elini taşın altına koymuş, büyük özveri isteyen çok önemli bir dönemin tarihe iz bırakan tarafında olacaktır…

   Eğer ki inanmışsak demokrasiye, hak ve adil olana; kim kazanırsa kazansın, ülkemizin tamamı mutsuz değil umutlu olmalıdır. Olmalıdır ama nasıl? Sadece bir tarafın sevinmesine dayalı gergin ve gerilmiş siyasi yarışta böyle bir sonuç ve umut beklentisi olabilir mi?

   Yazı başlığım birincisi; “ Korku Tüneli” olarak tanıtmak, neredeyse kırk yıl önce başkentimiz, Kurtuluş Savaşı’nın göz nuru olan Ankara’dayım. Genç ve çocuk ruhu içinde gezip, dolaştığım Ankara’nın gecesinde de oldum. Gençlik Parkı olarak bilinen yerde Açıkhava Tiyatrosu, aynı zamanda da Lunapark ve onun yanında meşhur sözü hatırlatan; “ Giren de pişman, girmeyen de…” anlayışı üzerine Korku Tüneli olarak tanıtılan her girenin garip duygularla çıktığı kapalı alana bende girmek için bilet aldım.

  Korku Tüneli için ayrılan kapalı alan oldukça büyüktü. Raylar üzerinde sadece bir kişiyi taşıyan küçük ve üzeri açık tren vagonuna dışarıda biniliyor. Binen herkese, hiç binmeyenler imrenerek bakıyor. Bakıyor bakmasına da çıkan herkesin yüzündeki tuhaf şaşkınlığı görenler de bu sefer şaşırıyor…

  Başlangıç zili çalınca binmiş olduğum üzeri açık küçük tren vagonu kapalı alana girdi. Hızla karanlık alanın içinde yol almaya başladık. Zifiri karanlığı bölen tek şey, viraj-dönemeç olan yerlerde haniden bir ışık yanıp, bir iskeletin ve tuhaf çığlık seslerinin sizi selamlaması oluyor. Dönme daha hızlanınca, önceden oraya yerleşen Korku Tüneli çalışanları, insanı daha da korkutmak için sadece iskeletler, acayip sesler gösterip duyurmuyorlar.

    Tren karanlığın içinden kayarken, viraja-dönemeç gelip biraz yavaşladığı vakit, karanlıkta gizlenmiş olan çalışan öyle bir tokat attı ki, artık korkunun neresine saklandım, o vagonun hangi deliğine gizlendim bilmiyorum; çıkana kadar büzülmüş, ruhsal titreme içinde bir tokat daha yememek için neredeyse başımı gövdemin içine gizlemiştim…

   Kırk yıl sonra tebessüm ederek anlatsam da, bir çocuk için, ilk kez girilen yaşanan bir deneyim için, kaba bir öğretici anı yaşadım. Bu korkudan, kırk yıl önceki Başkent Ankara anılarından bugüne gelince, yaşadığımız seçimleri tam manasıyla şölen olarak anmayı, anlatmayı, yorumlamayı ne kadar çok isterdim…

   Bizlerin gelişmiş olan uygar dünyalardan neyimiz eksik? Her fırsatta kadim Millet olduğumuzu anlatıyor bununla onur duyuyoruz. Niçin kadim kültürlere, milletlere yarışır DEMOKRASİ ŞÖLENİ yapmıyor, yapamıyoruz?

   Seçimlerde yarışan tüm ittifak partilerinden arkadaşlarım, tanıdığım insanlar var. Araya politik mesajlar, baskılar ve kurnazlıklar karıştırmadığımız için her alanda, karşılaştığım her mekânda sorunsuz konuşuyor, sohbet ediyoruz…

   Söz konusu ülkemizse, yaşadığımız kent ise: Niçin; Tekirdağ’ın olmayan turizmini, şehir insanının şehirli gibi yaşamadığını, deprem sorununu çözmüş, deniz ve demir yollarını çok iyi kullanan bir şehir haline gelmesi gerektiğini konuşmuyor; konuşamıyoruz…

    21.yüzyıl siyasetinde korkunun yeri kalmamalıdır. Şeffaflığın, adaletin, kayırmacılığın son bulduğu gerçek manada liyakat sisteminin başrolü oynadığı kararları, yasaları istemek, uygulamak hiç de zor değil. Kalıcı olan şey; Mustafa Kemal Atatürk gibi zaferlerin sonunda kazanılmış bir ülke, kurulmuş bir Cumhuriyet olmalıdır…

    Sokrates, Tolstoy, Buda, Balzac, Cervantes, Dostoyevski, Yaşar Kemal, Nazım, Sait Faik, Yahya Kemal, Namık Kemal ve daha binlercesi gibi ülkesine, milletine ve dünyaya bırakılan eserler değil de nedir; kalıcı olan şeyler…

 Güven SERİN 


 



26 Mayıs 2023 Cuma

GÜLÜNÇ,BURUK DOĞUM GÜNÜ KUTLAMALARI

 

İNTERNET

                 GÜLÜNÇ, BURUK DOĞUM GÜNÜ KUTLAMALARI

 

  Tımar edilmemiş ruhların gezegeninde kayıp uygarlıklar gibi kayıp olmuşuz da “Çıplak Kral, Çıplak Halk “ diyenimiz yok…

   İlkokulların tam gün olduğu, bahçelerinde ağaçlar, kuşlar ve oyun oynayan çocukların zamanı İstiklal Marşı gür sesle söylenir; uyum ve ahenk nedir ne değildir karşılığı alnı açık yüreklerin şenlenme birliktelikleri yaşanırdı.

  Uyum ve ahenk dedim de! Senfoni Orkestrası veya Opera sanatları tam manasıyla uyum içinde yapılırsa seyirciyi halden hale, renkten renge taşıyabilir. Bir orkestra şefinin, onlarca müzisyene komut vermesi; çalışma ve yeteneğin en dem salmış halidir…

  Sahilde günlük yürüyüşlerinden birisindeyim. Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan dört beş kişinin oturacağı kamelyada iki genç kız heyecan içinde bir şeyler yapmaktaydılar. Yaklaştıkça ne yaptıklarını anladım. Kızlardan birisinin erkek arkadaşının doğum günü için küçük bir pasta ve onun üzerine diktikleri pasta volkanı ateşlendi. Genç adamda hemen arkadaymış. Hızlı adımlarla beni geçip kutlama yerine, kamelyada onu bekleyen iki genç kızın yanına geldi.

  İşin garipliği, gülünç veya mahcupluğu tam da burada başlıyor. İki genç kıza yaklaşan genç adamın doğum günü aşkına “İyi ki doğdun, iyi ki doğdun” sözcükleri ve pasta volkanı gibi bir anda parladı ve yanıp bitti…

  Birçok doğum günü kutlamasına, yapılan törenlerde İstiklal Marşı söylenmesine tanıklık ettim. Uyum, ahenk yok… İki genç kız henüz Z Kuşağı olmakla birlikte, teknolojiyi en iyi kullanan, özgürlük adımlarını en hızlı atan yaşta olmalarına rağmen, özgün bir kutlama içinde doğup büyümedikleri için; “ İyi ki doğdun” seslerinde, seslenişlerinde ne uyum ne de ahenk vardı. Hatta biraz utangaç, biraz da mahcuptular…

  Öldüremedik şu gururu; gözlerle, bakışlarla yapılan Mobbing-leri, baskıları, yok edemedik ruhlarımızı tonlarca yükle ezen garip sevimsiz içten ve samimi olmayan alışkanlıkları…

  Hâlbuki her türlü argonun olduğu futbol sahalarında özelikle futbol takımını yakından takip eden fanatik derece olanların en güzel yaptığı şey; birlikte marşlar söylemektir. Sesleri öyle bir etki yapar, öyle bir canlılık katar ki, yaşama direnci azalmış birisini bile yaşama geri döndürür…

   Şiirleri yorumlamak şöyle dursun, şarkıları da birkaç sözle mırıldanıyoruz. Marşlarımız çoktan unutuldu. Sıradan bir günde birkaç kişinin kutluma yaptığı doğum gününde bile uyum yoksa utangaçlık, mahcubiyet ve bir şeyler eksikse; nasıl onarılacak bu kayıp parçalar? Nasıl yerine konulacak?

  Bizlerin seslerini, özgüven-lerini, neşeli ruhlarımızı kimler çaldı? Sadece öğretmenlere söz söylemek yeterli mi? Ayıpların, azarlama, kuşku ve korkuların ucu bucağı yoksa sese, desene, renge, ışığa ve uyuma kim bakar?

Güven SERİN  

  


24 Mayıs 2023 Çarşamba

ENVER İKİZLER: SAYIN BAŞKAN

 

ENVER İKİZLER

                             SAYIN BAŞKAN: ENVER İKİZLER

 

  Tekirdağ Uçmakdere’nin öz evladı; Sayın Başkan: Enver İkizler, sen de güle güle…

  Lakabı “Başkan” dı. Belki de her olaya verilecek makul bir cevabı, söyleyecek bir sözü olmasından bu lakabı almıştı; bilinmez…

     Neredeyse 40 yıllık dünya zamanında paylaştığımız gün ve gece sohbetleri, oynadığımız masa oyunlarından geriye kalan hatıra; “Sayın Başkan: Şahsına münhasır bir kişiydi.” Büyük insan kitleleri içinde fark yaratıp iz bırakanlar ne yazık ki az oluyor…

   1976 yılında Karayolları Genel Müdürlüğü’ne işçi olarak girdi. Meşhur Malkaralı Kel Yusuf’un yanında; çıraklık, yağcılık ve muavinlik yaptı. Kel Yusuf sert adam olmasına sertti ama işini sağlam yapar, iyi öğretirdi. Enver İkizler,1979 yılında makine operatörü belgesi alınca artık iş makinesi şoförü ustası olmuştu.

  Tekirdağ’ın hangi yoluna girerseniz girin, Enver İkizler de, greyderi ile o yolun oluşumunda muhakkak bir payı olmuştur. Az konuşur çok iş yapar, dinlemeyi sevdiği gibi dinlenmeyi de severdi.

  Enver İkizler ile olan dostluk, sağlam temelleri ve doğal olanıydı. İlk olarak komşuluk, kıraathane ve oyun arkadaşlığı ve neredeyse ölene kadar atölye ziyaretleri devam etti.

   Bağ budamasını, bahçe bakmasını çok iyi bildiği gibi şarap içmesini, rakıdan da iyi anlamasını öğrenmişti. En fazla çakırkeyif olmasını bilen, içkiyi tam manasıyla örnek bir insan gibi kullanan Enver İkizler, en tatlı anılarını kıraathane de oluşturmuştur. Çakırkeyif halde geldiği kıraathane salonunda tanımadığı, şaka yapmadığı insan yoktu. Efkârlanmış, farklı bir eğlenme, dinlenme biçimi olan kâğıt oyunu için tanıdığı arkadaşlarına bildik o seslenişini yapardı;

“ Sivri kazık,sıkı büz..!” arıyorum.Bu sözü,sahaya çıkacak,oyun oynayacak kişileri, tatlı rekabete,onu yenmeye veya yenilmeme eylemine çok daha heyecan içinde taşır,gün yorgunluğu,yaşam kaygıları; Işıklarlı Orhan ve Osman kardeşlerin işlettiği çayı dillere destan kıraathanede kalırdı.

  Birkaç aydır hastalığının arttığını yine ortak dostlarımızdan öğrendim. Telefon ettim ve konuştuk. Bir yerde dertleştik; vaktin sonuna gelmiş olmanın bilinmez tarafında…

  Söylediği son sözler; “ Güven-cim bu hastalığı da yenersem, bana karada ölüm yok artık!”

  Oysa karada hep ölüm vardır. Randevusuna hiçbir zaman geç kalmayan tek gerçek; ÖLÜMDÜR…

  Zaten bu yüzden yazmıyor muyum? Yaşamı anlamlı kılmak, yaşam kırıntılarından oluşan küçük demet-çikleri, anıları yeryüzünde birkaç yüz yıl fazla yaşasın diye edebi dünyanın sağlam koruyuculuğuna emanet etmek için…

  Ölüm denen şey şaşmaz bir şekilde görevini yaparken, biz ölümlüler henüz kapımızı çalmadan, yaşayan ölüler haline getirdiğimiz dünyamızın; renklerini, seslerini, desenlerini görmemek için akıl almaz şeyler üretiyoruz.

  Cenazede konuştuğum birçok insan, ölümün hissiyatı henüz çok tazeyken dahi bin türlü mazeret sunuyordu yaşamda huzur bulmamak adına…

  Gördüğüm en hakiki toplumsal arıza; önceliğimiz korku ve kaygılardan başka bir şey değil. Korkunç birikimlerin içinde mülkiyetlerin birikimi kadar kaygı ve korkular var. Ne acı şeydir ki Enver İkizler, neredeyse ölene kadar hep çalıştı…

   Bana uğradığı hastalığının henüz ağır olmadığı zamanlarda sorduğum soruya bir akademisyen, hatta bir filozof gibi cevap verdi:

—Başkan, sana bir soru sormak istiyorum. Yaşamın boyunca çalıştın. Gün içinde Karayolları’nda, tatil zamanlarında bağ-bahçe işlerinde, hatta komşuların kömürlerini 5.katlara kadar taşıdın ve alınteriyle kazandın! Aşırı çalışanlara, aşırı biriktirenlere ne tavsiye edersin?

—Güven-cim, söyleyeceğim tek şey var. Bugün geldiğim noktada arabam var kullanamıyorum. Param var harcayamıyoruz. Bir gün yengen bana dedi ki; “Kendini de yıprattın beni de! Dünya gözüyle gezemedik, göremedik…” Bu bana çok koyuyor. Dünya gözüyle gezilmeli, görmeli, yenmeli içilmeli…

   Enver İkizler: SAYIN BAŞKAN, güle güle…

 Güven SERİN 

  

 


22 Mayıs 2023 Pazartesi

YEĞENLERİM DERYA ve GÖKÇAY: SİZLERE MUTLULUKLAR DİLİYORUM

 


 

        YEĞENLERİM DERYA ve GÖKÇAY:

                             SİZLERE MUTLULUKLAR DİLİYORUM

  Yeterince mutlu olamayan, sağlıkta önceliği halkın bütününe yayamayan ülkelerde bu tür dilekler Kaf Dağları ardındaki kurtarıcı Tanrı ve Tanrıçalara seslenmek gibi de olsa 17 Mayıs bir Tekirdağ Kapaklı günü, yeğen Derya ile Gökçay’ın nikâhlarına katıldım.

   Birsen halam ile Mehmet eniştemin en küçük kızları Derya’nın “Sabrın sonu selamettir” felsefesine çok uygun, bir o kadar sade, neşeli ve umut, güzellik taşıyan nikâhında olmak çok güzel ve onur verici bir duyguydu…

   Zaman nehri o kadar çabuk akıp gitmiş ki, Birsen halamın büyük kızı Handan’ın büyük kızı Bahar evlenmiş, hanımefendi ruhuna beyefendi bir eş, Ercan akrabalarımız arasına çoktan karışmış. Oğlu Muhammet hani nasıl derler; “ Kan çeker ya!” öyle bir duygu içinde, büyüme ve yetişme aşamalarında hiçbir anısında hatırasında olmadığım halde; bütünlük ve samimiyet taşıması; yüce bir onur, tarifi olmayan bir sevinç gösterisi içindeyim… Handan’ın küçük kızı, küçük yeğen İklim,serpilmiş, pırıl pırıl bir genç kız olmuş…

  Yeğen Derya ile Gökçay’ın nikâhı ne çok eksik parçayı tamamladı. Yıllardır görmediğim akraba ve komşuları, tanıdıkları; ticari ve siyasi düşüncelerin dışında mutlu zamanlara imza atıldığı anlarda görmek; yazı ve düşünce insanı için büyük ikramiye gibi bir şey…

  Zaman nehrine saygı duymayanlar, görülecek olanı görmeyenler, gidilecek olan yere gitmeyenler benim gibi en kuytu zamanlarda gizliden gizliye onurlu ve edebi acılar içinde yuvarlanıp dururlar…

   Mazeretiniz nedir deseniz; af buyurun, zamanı kullanamamak, bildik insan davranış ve alışkanlıklarına yenilmek derim…

   Biz yine Derya ile Gökçay’ın nikâhına gelelim. Gelinlik her geline yakışır. Damatlık da her damada… Gel gelelim, gelinliği ve damatlığı giyen insanların ruhsal ve bedensel uyumları; nikâh salonuna çok yakışmıştı…

   Bilirsiniz; eş-dost ve bazı akrabalar düğünlerin çok gösterişli olmasını isterler. Böyle alışkanlıklar masal zamanlarına kadar uzanır! Kırk gün, kırk gece düğünler yapıldı, develer, danalar, koyunlar kesilip yemekler yenip içkiler içildi ve eğlenildi diye ne çok öykü vardır; insanın hücrelerine işleyip, insanlığı yönetir olmuş…

  İstanbul Boğazı bir teknede yapılan bir düğünü anlata anlata bitirememişti tanıdıklar. Bir başka düğünü, düğündeki müzisyenleri bilmem kaç ton et ve içkinin verildiğini de ne çok anlatmışlar:

—Görmeliydin belki 500 araç 5 Bin kişi katıldı, diye övünmeleri de dinlemiştim…

  Bir başka tanıdık rahmetli bir ihtiyar adam bir sohbetinde torununu dillere destan bir törenle evlendirdikten sonra gelin hanımın 3 ay sonra boşanmaya gittiğini de dinlemiştim; bir sürü mutlu, gösterişli düğün ve nikâhı dinlerken…

  Derya ile Gökçay’ın mutluluk ve evlenme felsefeleri, düğün dernek, muhteşem gösteri ve yüzlerce, binlerce insan çağırmak, ağırlamak değil de en sade olanı, Kapaklı nikâh salonunu ve tanıdık olan 40–50 aileyi davet etmişlerdi.

   Gelenleri, gelmeyenleri bir kenara yeni kuşak, bugünün gençleri gözleri hiçbir şey görmüyordu. Ne gelmeyenlere küskünlük, ne de bizim nikâhımızda yüzlerce, binlerce insan bulunmadı diye bir yas, bir hüzün içindeydiler. Şarkılardaki gibiydi Derya ile Gökçay; “İki gönül bir olunca…”

  Ne güzel şey, kendi bestenizi yapıp kendi şarkısını söylemek… Yüce bir içtenlik ve beklentiden uzak; onurlu bir geleceğin tapusu elinde olan gençleri kutluyorum; alınlarından öpüyorum; dilerken, mutlulukların en saf ve gösterişsiz olanını…

   Henüz vakit erkenken gülüm; henüz vakit varken; çağrılan yerlere gitmeli, görmeli ve yıllardır görmediğiniz akrabaların, komşuların ellerini sıkmalı ve öpmeli…

  Hakan’a, Hasan’a, Handan’a, Bahar’a, Ercan’a, Cem’e, Gülcin’e, İklim’e, Koray Beye, Ayşe, Emine, Ürküş hanımlara, Birsen halam ve Mehmet eniştem, Muhammet'e en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

    DERYA ile GÖKÇAY; mutluluğunuz, sevinciniz, gençlik devriminiz ve yaşam tercihleriniz daim olsun…

 Güven SERİN


 

 

                          




18 Mayıs 2023 Perşembe

MUCİZE BEKLEMEK

 

İnternet

                                                        MUCİZE BEKLEMEK!

         ( İmtiyazlı Azınlıklar )

  İnsanlığı günümüze kadar getiren şeyler; birer mucize değil de nedir? Savaşlar, kıtlıklar, hastalıklar(toplu ölümler),insanı yarı yolda bırakmak isteyen yüzlerce olay-etken, yine durduramadı; yolculuğa çıkmış, yerçekim kuvvetini yenmiş olan bizlerin atalarını.

   Toprak, su, hava ve güneş-ışık; başlı başına mucize değil de nedir? Bu mucizeleri anlamlı ve kalıcı kılan, toplumları uçsuz bucaksız göçlere zorlayan, inanılmaz dayanıklılık testlerinden geçiren olağanüstü mucizelerin başında da göklerden; Yaratıcı ve Yaradan’dan gelenler, beklenenler değil midir?

   Göklere avuç açan insanların en kırılma, çaresiz anlarında aradıkları en hakiki şeyler; sevgi ve adalet; yani mucize değil midir?

  Masallara, destanlara, mitlere dönüp baktığımızda tüm insanlığın beklediği şey hep aynıdır. Kırılma, yok olma, çaresizliğin en korkunç zamanlarda aradıkları şey: MUCİZE veya MUCİZELER…

  Astronomi, astrolojinin sözünü ettiği öykülere çoktan ulaştı ve geçti. Büyük Ayı, Küçük Ayı ve bildik bütün burçların öyküleri… Astronomi başköşeye oturduğu halde insana anlattığı öyküler devam ediyor. Bitecek gibi de değil…

   Bilim, kimya, fizik, fen, matematik, felsefe, edebiyat; hepsi birer yaradılış destanı, insanın kendi mucizelerdir. Ama bu mucizeleri bilen, anlayan, icat eden insan, yine de sonsuz enerjinin karşısında her daim kendi içinde sakladığı bir arayış, dokunuş, var ediş mucizesini kendisi, kendi sığınma alanı olarak saklar.

   Hal böyle olunca insanı anlamak için bildik hiçbir şey yeterli olmaz. Onun eşsiz derinliği, evrenin derinliği gibi olmasa da, sadece bir el, bir parça sevgi ve adalet; insanı, evrendeki kara deliklerden çıkarıp alır ve dünyaya çağırır.

   O meşhur söz bir yere kadar haklıdır; “Fala inanma, falsız da kalma!” Mucizelere ise inanıp inanmamak insanın elinde bir şey…

   Güvenmeyi, birlikte hareket etmeyi unutmuş, sadece kendi derdini çözmeye odaklanmış ve merkeze kendi taşkın zenginliğini koymuş insanların mucizelere inanması da mümkün değil, mucize yaratması da beklenemez…

   Bana soracak olursanız; Cervantes’in eseri Don Kişot,Balzac’ın eseri Goriot Baba,Victor Hugo’nun eseri Notre Dame’in Kamburu,Haldun Taner’in eseri Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım,Nikos Kazancakis’in eseri Zorba,Theo Angelopoulos’un eseri Sonsuzluk ve Bir Gün,bilim insanların icatları aşılar,Fizik Yasaları,Gözlem Evleri,Laboratuarlar hepsi birer mucizedirler.

   En yoksul zamanlarda bir odaya toplanan yedi sekiz çocuklu ailelerin birbirine sokulup da kül kokan ocaklığın başında kalmaları uyumaları, yaşama tutunmaları da birer mucizedir. Tuz ve yağ bitince yan komşunun kapısını gönüllü çalmak, güz zamanı mısır ayıklayan-soyan kadınların hep bir arada söyledikleri türküler hepsi birer mucizedir. Tıpkı, koyunu bakıp besleyen, yününü kırkıp eğiren, dokuyan, işleyen ellerin mucizesi gibi; hepsinin içinde yaşamda kalmanın yanında dokunan ve oluşan bir sevgi vardır…

  Bu yüzdendir ki, bir şeye kutsiyet yakıştırması yapacaksak; Vatan, Millet sevgilerini el ele vermenin yüksek becerisini de anlayıp, varlığımızı, var olan, çaresiz durumdaki insanlara hissettiren mucizevî şeye de dokunmamız gerekir…

  Bir zamanlar bir film izlemiştim.(Nalın Ağacı) filmin ortalarında sıralanan sözcüklerin her biri bir mucize gibiydi;

“ Sosyal sıralama her zaman yeni ihtiyaçlardan geride kalmaktadır. Sadece bilginin ortak egemenliği ve gelişmesi ile insanlığın başarısından söz edebiliriz. Adalet ve her vatandaşın hakkına saygı göstermek; günlük yaşantımızın değişmez parçası haline geldiğinde, diğerleri perişanken İMTİYAZLI azınlıklar olmayacaktır.İşte o zaman demokratik toplumdan söz edebileceğiz.Ne yazık ki sosyal gelişim çok yavaş olmakta ve bundan korkanlar tarafından engellenmektedir.Ama çoğunlukla insan hakları için bağıranların cesaret ve fedakarlıkları işe yaramamaktadır. Pek çok insan arka planda sessiz kalmakta ve her şeyin kendi kendine düzelmesini beklemektedir. Yalnızca küçük bir yenilikçi grubu, bütün büyük gelişmeler aydınlanmış azınlıklar tarafından getirilmiştir.”

Güven SERİN 

  


16 Mayıs 2023 Salı

TEKİRDAĞLI İKİ KADIN

 

İnternet

                                         TEKİRDAĞLI İKİ KADIN

  

  İzninizle, Tekirdağlı iki kadından söz edeceğim siz değerli okuyuculara. Aralarında 20 yaş fark olan iki kadından…

   Daha genç olan, Tekirdağ'ın en öne çıkan, gözde okullarından mezun oldu. Diğeri ise ilkokulu ancak bitirdi. Erken atıldı yaşam denen durmadan akan zaman nehrinin içine.

   Genç olanı Türkiye'nin öne çıkan en eski üniversitelerin birisinden mezun olmakla kalmadı, yüksek lisans ve daha ötelere uzandı. Bir yabancı dil bitmez, ikincisi de olsun dedi.

  Diğeri, bildik yolun yolcusu olmuş, halkın dilinde rütbelerini kurumlardan değil, yaşamın kendisinden almış… Genç olan Tekirdağlı kadın, iyi huyunun, öğrenmeye ve başarıya olan açlığın ödülü olan işi bulup yuvasını çoktan kurmuş.

  Daha yaşlı olan kadın da öyle; durup bilmeyen koşusu, nota dizilimini bilmese de, evrenin gezegene yayılan ritmini, ahengini her daim yürür, koşar halde ve diğer insanlarla iç içe yaşarken hissetmiş…

   Günümüze uzandığımızda her iki Tekirdağlı kadın, kendi yolunda-yolculuğunda: BAŞARILILAR…

   Onları birbirinden ayıran sadece yaş-nesil farkı, daha eğitimli veya daha eğitimsiz oluşları değil. Onlar, Tekirdağlı iki kadın; aralarında çok ince bir çizgi var. Daha yaşlı, eğitimi az olanın rütbelerini tamamıyla halkın içinde oluşu belirlemiş. Daha genç olanın diplomaları ise kurumlarımız tarafından takdim edilmiş; takdirler içinde…

   Halkın içinde doğup, pişen ve yetişen ilkokul mezunu kadınımızın esnekliği ne psikologlarda, ne de sosyologlarda var. Çalışmanın, doğruluğun erdemi, kazancı yetiyor ona. Ne bir giysi seçenek derdi, ne de yaşamın içinde, uygar dünyanın peşinde koşup, ayak uydurma sancısı var üzerinde.

  En iyi okullarımızdan mezun olmuş daha genç kadının da doğruluğu, çalışkanlığı diplomaları gibi takdir alacak derecede. Dedim ya aralarında bir ince çizgi gizli. Genç kadının esnekliği, mükemmeliyetçiliği düşkün oluşundan dolayı yara almış bir kere. Daha iyisini yapacağım, en kusursuz olanı yaşayacağım düşüncesi ve düşleri onu zorluyor.

  Daha yaşlı olanın ise böyle bir derdi yok. Zaten, yaşamın içinde tökezleyerek, düşüp kalkarak buralara gelmiş. En sevdiği hobilerden birisi, yolcu olduğu yolun hareketi içinde cep telefonuyla konuşmak…

   Daha bu sabah gördüm onu; telefonu kulağında, günün en taze vaktinde, tanıdığı birisiyle her zaman olduğu gibi, bahar heyecanı ve sevgisi içinde konuşuyor. Tekirdağ’ın ünlü çorbacı dükkânına girince kapadı telefonunu. Söyledi her zaman söylediği kelle çorbasını. Üstelik “ Bol sirkeli bol sarımsaklı olsun” dedi.

   Mükemmeliyetçiliğin içinde olan genç kadınsa, bir başına çorbacıya gidip kelle çorbası içmesi düşünülemez. Hor görür böyle şeyleri kendisine. Halktan kopuk olduğundan, sokağı, caddeyi sevmediğinden değil; mükemmeliyetçiliğin yakasına yapışıp onu bırakmadığından…

   Tekirdağlı iki kadın; iki değer… Çalışkan mı çalışkanlar… Hani bir laf var ya; “ Her eve lazım olan” değerlerimizden…

   Ne güzel şey, yaşadığın şehrin insanlarını bilmek ve onları evrensel bir zekânın ve güneşimizin izdüşümü içinde izlemek, anlatmak ve tanıtmak…

 Güven SERİN 

 

 

  


13 Mayıs 2023 Cumartesi

YAŞAMIYORUZ Kİ İHTİYARLAYALIM!

 

İnternet

                         YAŞAMIYORUZ Kİ İHTİYARLAYALIM!

  Çoktandır görmediğim kendisi söylemese dışarıdan bakınca 60–65 yaş gösteren,80 yaşını geçen tanıdığım atölyeye uğradı. Bilirsiniz, sevdiğimiz insanlarla bildik sözcükleri söylemeyi severiz. Ben de Mehmet Bey’e onu görür görmez;

“Mehmet Bey! Maşallahınız var! Hiç ihtiyarlamıyorsun!” sözünü söyledikten sonra Mehmet Bey; “ Çayları seslen bakalım, ihtiyarlık üzerine sana bir fıkra anlatacağım.”

  Çaylar söylendi. Aydın Bey’in iyi dem salmış çayları yudumlanırken Mehmet Bey başladı anlatmaya:

—Vaktiyle nüktedanlığı ile bilinen, tanınan bir Ermeni’yi arkadaşı görünce:

-Artin ağa! Maşallah, hiç ihtiyarlamıyorsun? Dedikten sonra hiç yaşlanmadığı söylenen Ermeni cevap vermiş:

—Yaşamıyoruz ki ihtiyarlayalım!

 Böyle açıklamaya ne cevap verilir. Durumdan şikâyet edenlere ah bire “ Nankör, haddini bilmez!” denen zamanlardan geçiyoruz. Bilimsel açıklama, inceleme, algılama yollarıyla değil, duygusal, siyasi davranışlarla karşı karşıya geldiğimiz günümüz insanı ağır yaşlanıyor gibi görünürken, erken ölümlerin haddi hesabı yok…

  Mehmet Bey’e genç kalmanın sırları nelerdir? Sorusu üzerine, çok mühim, belki de birçok insanın bilip de uygulamaya koyamadığı stresten söz etti. Sorunları büyütmeyip, birçoğunu da unutma gibi deneyimle yok ettiğini uzunca anlattı.

  Mehmet Bey konuştukça, seksen yaşını geçen cildinde en ufak bir kırışık dahi yokken, yeni izlediğim belgeseli, köstebek farelerinin uzun ömürlerini inceleyen bilim insanlarının sözlerini de hatırlamadan edemedim.

   Yerin altında yaşayan, yeryüzü diye bir şey bilmeyen köstebek fareleri otuz yıl yaşıyorlarmış. Diğer farelerin kısacık ömrü yanında muhteşem bir ömür! Sırları nelermiş acaba? Çıplak, çırılçıplak tüysüz bedenleriyle sosyal bir hayat sürmeleri ve en önemlisi stres denen şeyi bilmiyor, böyle bir uyarı sinir sistemleri yokmuş!

  Her şeyi ama her şeyi kendine dert edinen, hatta durumdan kendine vazife çıkartan insanlarımızın işsiz sıkıntılarına, o sıkıntıları sürekli büyütüp yaymaya çalışmalarına hiçbir şey yapamam! Fakat geçenlerde yolda gördüğüm, görgü ve bilisine güvendiğim eski bir tanıdık ile ayaküstü sohbetimizde ikide birde ağzının kaydığını görünce:

—Sana ne oldu?

—Sorma! Sürekli onu bunu, ötekini berikini tartışacağım diye, her şeyi kendime dert ettiğim için sağlığım bozuldu!

  Sözcükleri insan denen canlının ne kadar hassas olduğunu, gamsız dünyaları olanların da “Dünya yansa…” yolculuklarına devam edeceklerini bilsek de, Hoca Nasrettin’in “ Bu işin ortası yok mu?” sözcüklerini hatırlamayı, hatırlatmayı borç biliyorum…

  Gerçekler ortada. Geçim sıkıntısı çeken milyonlar var. Hastane kuyrukları, hapishane dolulukları, adliye sıkıntıları, dünya standartları gerisinde kalan gelirlerimiz; hepsi gerçek. Fakat bizlerin aldığı veya almadığı tedbirler de gerçek… Yaşamı, sadece şikâyet, yıkıcılık üzerine kurmak yerine, bir sürü olumsuzluk içinde bizim ürettiğimiz, yücelttiğimiz, yaşattığımız olumlu değer nedir?

  Uçak yolculuğu başlamadan önce hostesler başımıza gelecek olaylar karşısında bilgi verirler. Dünya standartları böyle! Kemer şöyle bağlanır, böyle çıkartılır! Oksijen sorunu yaşarsanız, ilk önce kendi maskenizi, sonra yanınızda varsa çocuğunuzun maskesini takın, diye uyarıları çok önemsiyorum.

   Kendimizi var etmek, yaşatmak, dik tutmak; irade, felsefe, edebi, ekonomik denge ve bilimsel düşünceyle tamam oluyor.

Güven SERİN 


11 Mayıs 2023 Perşembe

PEŞİN HÜKÜM (VURUN ABALIYA)

 


Kamera; Nasip Bey

                                        PEŞİN HÜKÜM: VURUN ABALIYA!

 ( Sahildeki Gitarcı-Bayrampaşalı )

 İnsanın tam manasıyla insana ulaşması, kendine varması kaç yıl sürer acaba? Kıt kanaat eğitim yöntemlerimiz, doğru ve anlaşılır bilginin çok uzağında durmamız veya kalmamız; her zaman öfkeli, yanlı ve sorunlu ruh yapıları içinde buz dağları içine sıkışmış vaziyette bırakıyor biz saygın, onurlu insan ve insancıkları…

   Sahildeki Gitarcı alt başlığı için müzisyenlerden özür diliyorum. Çünkü birkaç yıldır orada, elindeki gitarıyla müzik yaptığını sanan kişinin uzaktan yakından müzikle, müzik aletiyle ilgisi dahi yok!

  Her gün hemen hemen aynı saate, vazifesine çok bağlı bir insan gibi gelip, yarım günlük süresini sadece gitarın tellerine dokunarak, hiçbir nota, ritm, ezgi bilmeden geçirip giden kişiye oradan geçenler de alışmış durumda.

   Yeteneği olmadığı için ona para veren de pek yok. Niçin vermiyorlar diye onun da dertlenmeye niyeti yok. Tıpkı gitarın tellerinden hiçbir mana çıkmayan ses ve soluk-donuk, gizemli bakışlar içinde görevini çok iyi yapmış, işine çok önem veren bir insan olarak geldiği yöne; şehrimizin batısına doğru gidiyor.

    Gizliden gizliye, hatta iyiden iyiye onunla ilgili bir yazı yazıp; “Kimdir Bu Adam?” deyip, hiçbir müzik bilgisi olmayanın halkı kandırmaya mı çalıştığını ve daha bir sürü soru sözcükleriyle onu sorgulamayı düşündüm!

  Sonra! Bu iş böyle mi yapılır? Diye sordum kendi özüme. Yine bildik yerde; Yalı Bölgesi dediğim yerde Nasip Bey’in getirdiği çayı içiyordum. Tam da o saatte, gitarı boynuna asmış, kendince işini tamamlamış adam geçiyordu. Sabahtan geldiği yere; evine dönüyor olmalıydı.

  Ardından seslendim. Belli ki ona seslenen olmuyor. Korkuyla karışık şaşırmış halde durdu ve bana baktı.

—Çay içer misin, deyince: - İçerim ağabey, dedi.

  Nasip Bey’i telefonla ararken:

—Benim çayım kâğıt bardağa konsun ağabey, hatırlatmasını yaptı.

  Yan taraftaki boş banka oturmasını rica ettim.Gitar çalma,müzikle uğraşma üzerine kısa bir sohbet üzerine,en saf,en dobra çocuk masumiyeti içinde o korku ve gizem dolu yüz şöyle cevap verdi:

—Ağabey, ben şizofren hastasıyım. Aynı zamanda uyuşturucu tedavisi gördüm. Annem, babam ve doktorum bir şeyle meşgul olmamı istediler. Ben de hiç bilmesem de gitar çalmayı, evime katkı sağlamayı istedim.

—Onun için mi her gün sahile geliyorsun?

—Evet ağabey. Eve katkı yapmak istiyorum.

—Sana da iyi mi geliyor böyle meşgul olmak?

—Çok iyi oluyor. Ne kadar kazandığımın önemi yok. Ailem de bana destek oluyorlar.

   Bu konuşmayı yaptıktan sonra çayını bitirmeden yoluna koyulmak istedi. Belli ki, kendine iş edindiği birkaç saatlik gitar telleriyle meşgul oluşu; onu faydalı, sakin bir insan halleri içine sokuyor. Onunla fotoğraf çekilmeyi rica ettim. Sanırsınız ki kimse onunla bugüne kadar fotoğraf çekilmemiş. Yine aynı korku dolu, gizemli bakışlar…

   Sonra, her gün yaptığı gibi, gitarı boynuna asılı vaziyette ve işini yapmış, beyin nöronlarında hükmeden kargaşayı, birkaç saatlik sahil havası, meşguliyeti, onun algısıyla; iş yorgunluğu içinde evine, yuvasına dönmek için yola koyuldu.

   Onu uzun zamandın tanıyan Nasip Bey, bu durumu öğrenince tıpkı benim gibi:

—Peşin hüküm vermişiz! Biz onu işe yaramaz, halkı kandırmaya çalışan birisi sanmıştık…

   Doktorlara, hasta adamın ailesine; faydaya, kazanmaya, anlayışa, bilime ve gizemli insan ruhuna verdikleri desteği, yaptıkları katkı için teşekkürü borç biliyorum…

   Vurmadan önce Abalıya, belki bir değil, birkaç kez düşünmelidir derim! Kim bilir ne masum insanlar, insancıklar, böyle kayboluyor, kaybediyoruz; üstelik onların bedenleriyle birlikte ruhlarına; vura vura, kıra kıra…

 Güven SERİN 

 

 

 


9 Mayıs 2023 Salı

GANOSLAR TEKİRDAĞ İÇİN FIRSAT-ŞANS

 

Kamera; Güven Ganoslar Diyarı

Kamera; Güven

Ganoslar Diyarı
Yunus Usta,Ben,Lokman Bey

Kamera; Güven Ganoslar

Yunus Usta,Lokman Bey,Özkan Hoca
Yunus Usta,Özkan Hoca,Lokman Bey
Kamera; Güven Ganoslar Diyarı

Ganoslar Diyarı Gündüz Kampı
Çoban Ateşi

             GANOSLAR-IŞIKLAR, TEKİRDAĞ İÇİN FIRSAT-ŞANS

   7 Mayıs günü Tekirdağ’ın güney batısına doğru; Ganoslar diyarına yola çıktık. Yöreyi avucunun için gibi bilen Yunus Çakır, doğada olmak, insan sosyalliği ve kültürel yaşamına inanmış olan diğer arkadaşlarım; Lokman Turan ve Özkan Papatya, bildik yolun yolcusu olmak, bir günlüğüne de olsa sıkıcı şehir gününü, farklı ve masalımsı bir Ganos gününe çevirmek için yine dağlardayız.

  Aynı arkadaşlarla bir yıl önce Ganoslar’ın kuzey tarafını; Semetli Köyü-Mahallesi kır ve dağlarında “Şafak Yürüyüşü” yapmış, günün diğer günlerden ayrılması için yürümüştük.

   Ganoslarla içli dışlı oluşumun üzerinden geçen yıllar, bu alanda kendi tecrübe ve dönüşüm bilinci ve tercihlerine de sahip olmamızı sağladı. Bildik ticari, zoraki yürüyüş, kamp olgusundan öte, gönüllü ve kalbimize, günlük yaşama daha çok şey ( Duygu, etkinlik, tecrübe, marifet) katmak için üç yöntem geliştirdik.

   Ganoslara; kır, doğa sevgi ve saygısı olan, bizimle gelmek, yürümek isteyen her yaşta insanın gelmesi adına:

Gece Kampı

Şafak Yürüyüşü

Gündüz Kampı

Olarak üç ayrı doğa buluşması, etkinliğini kültürel hale getirdik. Yıllar yılları izledi ve gördük ki dağlara, vadilere, doğanın en özgün yerlerine harcanan her emek, fazlasıyla geri dönüyor.

Nasıl mı?

   İnsan ruhunu ve sosyal yaşamını zenginleştirmenin yanında, doğa ve insan arasındaki; kırılgan, kaba, anlaşılmaz konularını da bilgelikle süslüyor…

  İster gündüz kampı, ister gece kampı yaptığımız yerlerde, bizden önce kamp yapmaya gelenlerin bıraktıkları rezillikleri-pislikleri (poşetler, şişeler, kaplar) görünce tüm samimiyetimle söylemek isterim ki söyleyecek, yazacak, onları taraf edecek sözcük bulamıyorum.

  İnsan denen canlı; neşe, huzur bulmaya, arkadaşları, eşi, dostu ile piknik yapmaya geldiği yerlere nasıl kıyar? Ne korkunç bir tercih, kabalık ve yaşama kıçını dönme biçimi…

  Gündüz kampı için Ganoslar bölgesi tam manasıyla ideal yerlere sahip. Sadece gündüz kampı için mi? Hayır! Gece kampı ve yürüyüş yolları, patikaları adına seçenek zengini bir yer.

  Ganoslar bölgesine geldiğimde, uçsuz bucaksız görünen dağların ışığın her dakikasında değişme biçimlerine, mitolojik hissiyatın yanında, insan denen canlının kalbine düşen zarafete her zaman hayran kaldım…

   İç içe geçmiş tepeleri, vadileri, çok yakın gibi görünen zirveleri, inanılmaz bir serüven, deneyim kazandırdığı gibi, ormanlık alanları yöre için tekrar ekoloji, ekosistem adına alınan yolun önemini de gösteriyor.

   Bölgeye her gidişimde bakarken, yürürken sanki bastığım yere, manzaraya kıyamayacak derece duygulara kapılıyorum.

   Burası Tekirdağ için, bölgemiz ve ülkemiz için: FIRSAT ve ŞANS… Yürüyüş yolları, hatta bulunup tespit edilecek ANTİK YOLLAR, balon turizmi, at turizmi, deniz turizmi için tam manasıyla bakir alanlar…

  Buraları titizlikle korumamız gerekirken, bağcılık, şarapçılık, Hora Feneri, Kral Yolu ve Gelibolu ile Tekirdağ arasında kurulacak, ortak yapılacak yürüyüş, balon, tekne turları, turizmi için de ayrı bir fırsat, şanstır…

   Her zamanki gibi yürüyüş arkadaşlarım, bahar sevinci olan Hıdrellez neşesini, bereketini Ganoslar gündüz kampına taşıdılar. Yunus ustanın marifeti, közde kaşla göz arasında pişirdiği biber, patlıcan ve diğer gıdalarımız, sembolikte olsa Ganosların kuzey ovalarını, tepelerini gören tepeye yaptığımız yürüyüş; günü, görsel şölenden öte; felsefik, sosyal, kültürel bir şölen ayrıcalığına taşıdı…

 Güven SERİN 

 

  
















YAZIYOR YAZIYOR: TEKİRDAĞ ŞEHİR TİYATROSU AÇILDI: YAZIYOR

 

Kamera; Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi




YAZIYOR YAZIYOR:

           TEKİRDAĞ ŞEHİR TİYATROSU AÇILDI: YAZIYOR

  Bildik, beylik laflar bir yana; 7 Mayıs günü Tekirdağ TARİHSEL bir gün daha yaşadı. Saat 18.00 da Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi yeni binası ve ismi Yılmaz İçöz Sahnesi olan yerde,Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı gibi çok önemli bir oyunu; Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım,oyunuyla “Perde” dedi…Sadece perde mi?Tekirdağ’ın yıllardır hasret kaldığı ŞEHİR TİYATRO özlemi bitti…

   Ne zaman İstanbul Büyükşehir Şehir Tiyatrosu Muhsin Ertuğrul’a, Antalya Şehir Tiyatrosu, Yıldız Kenter Sahnesi ile yüzleşsem hep Tekirdağ Şehir Tiyatrosu düşü kurdum. Düşlerimi de zaman zaman gazetemizin bana ayrılan köşesinde yazdım.

  Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi 1947 yılında açıldı. Kadıköy Süreyya Operası 1927,İzmir Elhamra Sahnesi 1926,Antalya Yıldız Kenter Sahnesi 1983,Kadıköy Haldun Taner Sahnesi de 1980’li yılların ortasında açıldı.

   Tiyatronun asıl amacı nedir derseniz? Tam da Tekirdağ Şehir Tiyatrosu, Yılmaz İçöz Sahnesi ilk oyununa yeniden ve yeniden bakın derim! Haldun Taner’in Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım oyunu, tiyatronun gerçek amacını gün ışığı gibi insanlığın önüne seriyor…

  Bu oyuna gelen seyirci neyi bulacak, neyi görecektir? Her devirde bitip tükenmeyen hilebazları, züppeleri, sahtekâr, sömürücü tipleri görecektir. Ya başka? Okul numarası 399 olan Vicdani gibi karakterlerin, saf ve inanmış insanların hiçbir zaman bitip tükenmeyeceğini ve her daim sömürüleceğini de anlatacaktır tiyatro.

   İnsan karakteri, insan erdemi ve o büyük huzur, değerli saygınlık ve asalet; ne yazık ki doğumla gelmiyor bizlere. Zamanın içinde oluşuyor; olgunlaşıyoruz…

    Olgunlaşmaya değer katan, nasıl ki insanı var eden elementler, hücreler varsa, tiyatro da insanı; insan-cık kılığından çok öte taşıyacak element ve hücrelerden sadece birisi ve çok önemli olanıdır…

   Kadir Albayrak, tarihsel bir açılışa daha imza attı. Üstelik yine sessiz sedasız; abartmadan, diğer ilçelerimizde açılan sanat ve kültür salonları, sahneleri açılışları gibi…

  Haldun Taner’in oyunuyla başlamak ve eşi Demet Taner’i de davet etme düşünceleri muhteşem olmuş…

  Bir noktaya DİKKAT çekmeden edemeyeceğim! Böyle değerli, tarihsel ve gecenin sanat-TİYATRO koktuğu anları iyi ve yeterince duyuramamak; sadece düşünmeme neden olan bir kayıptır…

     Şehrin merkez yerlerine konulacak panolarda; tiyatro ve sanat haberleri duyurulmuş olsaydı, orada, dışarıda daha kalacak binlerce insan birikir; böyle bir zamanda olmanın tanıklığına içsel bir ses, heyecan, onur duymanın sevincini yaşarlardı…

   Ayrıntılar ne kadar önemlidir bilemem? Ama Muhsin Ertuğurul, Yılmaz İçöz ve Haldun Taner’e sorsanız; “ Çok önemlidir!” derdi…

   Sahne, oyun, oyuncular tek sözcükle; MUHTEŞEMDİLER… Ellerim acıyana kadar alkışlamanın ötesinde, kalbim ve ruhum ile de selamlıyorum. Rejisör Murat Atak’a, Kadir Albayrak’a, Şehir Tiyatro oyuncularına, Ramazan Alpaslan Kurtoğlu’na, Hüseyin Güler’e, Çiğdem Çivrekoğlu’na ve Yılmaz İçöz Sahnesi, Tekirdağ ŞEHİR TİYATROSU kuruluşunda emeği geçen herkese; teşekkürlerimin yanında bu ONUR size, SİZLERE yeter; diyorum…

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 

 






5 Mayıs 2023 Cuma

YA ÇANTAMIZ,ÇANTALARIMIZ OLMASAYDI!

 

İnternet

                         YA ÇANTAMIZ, ÇANTALARIMIZ OLMASAYDI!

  

  Ya çantalarımız olmasaydı ne yapardık? Meşinden, bezden, köseleden yapılan içine dünyaları koyduğumuz çantalarımız…

    Cep telefonlarının ilk çıktığı zamanlarda çok ağırdılar. Onları taşımak için kemerimin yan tarafında küçük bir çanta bulunurdu. Ayrıca bozukluk paraları taşımak için kemerimin sol tarafında minik bir çanta vardı. Neredeyse pantolonum yere düşecek bir halde bir gün; “ Yeter “ dedim. Belimdeki kemerde ne varsa attım. Kolumdaki saati, parmağımdaki yüzükleri; her şeyi; nazikçe bir kenara bıraktım…

   Rahatlamıştım rahatlamasına ama bir sürü yardımcıya ( Kitap, mendil, not defteri, kalem, kartlarım) ihtiyacım vardı. Onları koyacak bir şey! O zaman elimde taşımak veya sırtıma asmak için ilk çantayı aldım.

   Derken, tenis çantam, şehirden bir şehre gitmek için sırt çantam ve dağlara gitmek için kamp çantam oldu. Çadırı, uyku tulumunu saymıyorum…

   Günlük kullandığım çantam ile yapışık kardeşlere döndük. Ne o bensiz, ne de ben onsuz olurum artık. Bazen, biraz yükü hafifletmek, onsuz dolaşmaya çıkmak için adım atıyorum. Gözlük çantamı iç cebime koyuyorum. Para kesesini yan cebe, kartlarımı diğer cebe derken, güya çantasız daha rahat edeceğim halde, hemencecik onu arıyorum…

  Laf aramızda sıklıkla kavga ediyoruz siyah renkli çantamla. Yağmur yağarsa onu kollamam, korumam lazımmış diye iyice sokuluyor koltuğumun altına. Bir de şımarık, kendini beğenmiş ki sormayın! Ama en çok canımı sıktığı zamanlar sabah vakti, evden çıkarken oluyor. Ayakkabılarımı giymek için hafiften eğilmemi fırsat biliyor. Sırtımdan hemen kayıp, ayakkabılarımın üzerine zıplıyor. Olacak iş mi bu?

   Birde vurdumduymaz ki sormayın! Ona ne dersen de, o her zaman bildiğini yapıyor! Ara sıra bana Aborjin kılığında, canı biraz sıkıldığında sesleniyor:

 — Benim kıymetimi bil! Seni terk edersem görürsün gününü! Senin için taşıdığım bir sürü şey ‘Anahtarlar, kartlar, yazılarını yedeklerini sakladığım minicik aletler) hepsi benle birlikte yok olur. Vallahi fazla zorlamaya gelemem!

   Tabi bende ondan öğrendim gamsızlığı. Kızdığı vakitler bana ne söylese artık aldırış etmiyorum. Sanki unumu elemiş, eleğimi asmış, vakit: Buda vakti deyip, engin ve ilahi bir huzur içinde yola koyulmuş bir adam hali içinde…

   Ya çantalarımız olmasaydı? Nice olurdu halimiz; hallerimiz. İlk çadırım olduğunda; 17 yıl önce. İçine girip yattığımda soğuk bir kış günüydü. Ganoslar Dağlarında sessizlik hâkimdi. Yunus Usta ile benim çadırım yan yanaydı. Kamp ateşinin dumanları tüter, son defa yudumladığımız ıhlamur çayının tadı henüz bitmemişken, gecenin en derin saatinde çekilmiştik birkaç saat uykuların içine…

   “Bir evim oldu” diye sevincimi, kaidesine oturmuş başyapıt gibi saklıyor beynimin nöronları…

  Kim bilir kaç katlı konağa, yalıya bedel bir ev; koruyucu yanı; sadece haşere, böceklerden ve bir parça soğuktan yana olsa bile, dağlarda ve kamp ateşinin yakınlarında, bir çanta için anahtarlar, mendil, kalemler, notlar, kartlar neyse, ben de çadırım için öyle sığınmıştım o derin dinlendirici ve onarıcı yere…

Güven SERİN 

4 Mayıs 2023 Perşembe

EMİN YILDIRIM: ÇELEBİ KİŞİ

 


                                   EMİN YILDIRIM: ÇELEBİ KİŞİ

   Emin Ağabey ile aramızda kurulan bağ tam olarak 1980’li yılların ikinci yarısı başladı. Aynı zamanda Paşaköy İpsala ve Tekirdağ arasındaki anıları, kendisinin avcılık merakı sayesinde doğup büyüdüğüm yerlerdeki anlatımlarıyla tanışıp bolca dinledim.

   Dilinden düşürmediği Yakup Dayım-Yakup Gülay da bu arkadaşlığa dâhil oldu. Nasıl mı? Zaten, Emin Ağabey İpsala Paşaköy diyarına gittiğinde kendisiyle çoktan tanışmış. Birlikte çıkmışlar av sahalarına. Kuzey Yıldızı altında, kim bilir kaç kış ayazında ördek ve kazların seslerini dinlediler… Bir yerde Yakup Dayı ile Emin Ağabey arasında selam alıp getiren aracı; aynı zamanda bu arkadaşlığa eklenen yeni bir insan oldum…

  Yıllar önce nasıl Tekirdağ’ın rakısı sembolse, bilenler bilir; İpsala Paşaköy diyarının da kış zamanı avcılığı meşhur, oraların sembolüydü. Yaz zamanını merak ederseniz; sivrisinekleri, zaten gidenlere iyi ve meşhur hatıralar bırakırlar…

  Emin Yıldırım ile ilk tanıştığımızda bende uyandırdığı duygu; başından sona kadar;  “ Çelebi Kişi” duruşu oldu. Yani, görgülü, olgun ve bilgili kişi duruşu içinde 1 Mayıs 2023 gününe kadar uzanan bir yolculuk, arkadaşlık, ağabey kardeşlik ilişkimiz her daim devam etti.

  Bir başka Yıldırım; oğlu Gürkan Yıldırım’ı da Emin Ağabey sayesinde tanıdım. Gördüm ki her mahalleye lazım olan kişilerden… Baba ve oğlun en öne çıkan tarafı nedir? Derseniz:

—Yaptıkları işi en iyi-doğru ve en saygın bir şekilde yapma sevdası, inancı, sosyalliği içinde olduklarıdır…

  Babadan oğla geçen mesleğin ikinci kuşak tarafında olan Gürkan Yıldırım, sıradan baba oğul örneklerinden değil, aynı zamanda baba ile oğul arkadaşlığı, meslektaşlığı ve öğretmen öğrenci ilişkisine de çok iyi örnek olmayı başarmış az sayıda Tekirdağ insanlarındandır.

   Yavuz Mahallesi Tintinpınar Caddesi Emin Yıldırım ile ilk tanıştığımız, arkadaşlık, ağabey-kardeş insaniyeti geliştirdiğimiz ve en değerli, yüklü anılarımın olduğu yerdir. Burada tanıdım Recep Övardar’ı, Ahmet, Mehmet Karagözdere’yi.Karadayı’yı,Saadettin Ağabey’i,Süvari Ahmet’i,Ethem,Yüksel,Yakup ağabeyleri…Hacer,Saadet,Asiye,Yüksel,Hurisel,Sebahat ablaları…

   1 Mayıs 2023 gecesinin ilk saatleri Emin Yıldırım; layıkıyla ve dopdolu bir yaşam sürdüğü dünyadan ayrıldı. Bu ayrılığın en değerli hatırası, ölümünden bir hafta önce kendi ayakları, iradesiyle geldiği pasajda, bizlerle; adı veda olmayan çelebi kişiliğine yaraşır bir veda, ayrılış öyküsünü de geride bıraktı…

   Dedik ya çelebi kişiydi Emin Yıldırım. Değer verirdi değerli olma yolunda yolcu olan herkese. Yaptığı işe, hatta en sevdiği kırların, kırsal dünyanın içinde yaşayan insanlara ismiyle hitap etmenin yanında her daim beslediği saygıyı hep yanında taşırdı…

  Tekirdağ Eski Şehir Mezarlığı Emin ve Gürkan Yıldırım’ın seven dostları, arkadaşları, akrabalarıyla dopdoluydu. Güneş,150 milyon km öteden ısıtıyordu yaşam üreten gezegenimizi. Hiç bıkmadan, evrimin kendi öyküsü yazılıp duruyor. Servi ağaçları, Yıldırım Ailesi mezarlığına eşlik ediyordu. Emin Ağabey’in annesi, babası, ağabeyleri, yengesi, yeğeni toprakla bir olmuş bedenlerin antik dünyadan bugüne süzülen hatıraları içinde gelen insanlara;

 “ Yaşam her yerde var. Yaşam çok değerli! Yaşama katkı sağlamak, anlam yüklemek da sadece insana özgü. Çelebi kişiliğiniz daim olsun, eksik olmasın!” der gibiydi, kökleri ölüler dünyasına-yeraltına süzülen, yaprakları, dalları, bedeni ise yeryüzünde ruhumuzu besleyen servi ağaçları…

  Ganoslar-Işıklar Dağları’na, Çanakçı’ya, Kaşıkçı’ya, İpsala, Paşaköy Ovası, Gala Milli Parkı bölgesine yolunuz düşerse, iyi bakarsanız oradaki ayak izlerine, bilin ki Emin Yıldırım’ın da izleri oradadır.

   Çelebi gülüşüyle selamlayacak, yeni tanışsanız bile kırk yıllık ahbap gibi sohbetin demi içinde, belki de ovaya, dağlara tüten bir çoban ateşi, köy kahvesinde şafak vakti demlenmiş çayın kokusu gibi yayılıp, ağırlıksız bir halde dolaşacak, huzurlu bir hal içinde gülümseyeceksiniz…

 Güven SERİN 

  


ATAM SANA KOŞUYORUM

 


Kamera Güven


Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                   ATAM SANA KOŞUYORUM!

  Yolun yolcusu olmak, görünenden öte zordur. Alışılmış yaşamın, beklentinin dışına taşmak; ancak Köy Enstitü, Kepirtepe ruhuyla yeşermiş olanların tercihleri arasında yaşama dâhil olur.

  Buda, yolun yolcusu olmadan önce sıradan aile yaşantısı içinde sadece çocuklarının babası, eşinin kocasıydı. Yunus Emre’de öyle, daha birçok özel insan için öyle…

  Dr.Fedai Kürtül Kepirtepe mezunu, Gebze’de yaşayan Kırklareli doğumlu, içinde özgürlük aşkı taşıyan bir sporcu, diş doktoru ve Kepirtepeli’dir. Renkler, kokular, desenler, notalar ne kadar önemliyse, insanı erdemli, özgün ve özgür kılan bir karakter için, matematik, fen dersleri kadar üretim, felsefe, sanat dersleri de o kadar önemlidir.

  Köy Enstitü geleneğinden gelen okulların yatılı oluşu, toprağı işleyip, Dünya Klasikleri, sanatı, felsefe ve bilimiyle de yüzleşmesi; dünyamızın uydusu ayın üzerindeki derin çarpışma izleri kadar derin kültürel izler bırakmıştır. Sadece çiftçi, asker, çoban yazgısına hapsolan bir toplumun çocukları, erkek olacak evlatlarını değil, kadın olacak evlatlarını da bağrına basmayı, onlarsız toplumların şarkılardan, renklerden de uzak kalacağının ispatıdır…

   Kadının da, erkek gibi öncü olacağını, uygar dünyanın kadınları, erkekleri gibi üretirken, icatlar, düşünürken de buluşlar yapacağımızın en güzel hatıralarıdır; Kepirtepe esintileriyle büyüyen çocuklar için…

   1961 doğumlu olan Dr.Fedai Kürtül,27 etaptan oluşan yolculuğu-koşusu 23 Nisan 2023 günü Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda, Atatürk’ün doğduğu yer, Selanik’ten başladı.

  2 Mayıs 2023 günü öğle üzeri Malkara Tekirdağ etabı tamamlandı. Kendisinin ve yanında bulunan Kepirtepeli arkadaşlarının elini sıkıp, kısa sohbetimizde özgün olanı gördüm. Bildik, su üzerine yazılan sevinç, alkışlardan çok uzak; yüreğine düşen Atatürk sevgisini, sportif zekâ, heyecan ve emekle bir araya getirerek Atatürk’ün doğumunun 142. ve Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100.yılına denk getirerek, belki de kendi eserini böyle inşa ediyor…

  Dr.Fedai Kürtül, Gebze’de yaşıyor. Çocukluk anılarıyla birlikte yaşadığı yer ise Kepirtepe ve Dolhan Köyü. En hakiki sevgi, çocukluğun sakin sularında ekilen tohumların yeşeren iradesiyle sahiplenen sevgidir. Sözcüklerden çok eylemi, hareketleri ve koşularıyla anlatan, aktaran birisi de Dr.Fedai Kürtül’dür.

  Günümüzden 7–8 yıl önce Kepirtepe özlemleri alev alev tüterken, bir başka koşu-eylem; “ OKULUM SANA KOŞUYORUM!” sportif, sosyal ve kültürel etkinliği çok daha zor koşullarda; Gebze’den Kırklareli Kepirtepe’ye koşmuştur.

  Dr.Fedai Kürtül için koşma eylemi-sporu aynı zamanda suskun Kepirtepe ruhunu da anlatma biçimine dönüşmüş. Berlin, Barcelona, Prag, İstanbul (5 kez )Runtalya, İznik Ultra, Likya Ultra Maratonları bir yerde, yolun yolcusu olmuş bir insanın kendisini bulma, yüreğindeki evrensel sevgiyi, sürekli çelişkiler yaratan, kırgınlıklar üreten dünyayı da protesto biçimidir…

  Atatürk’e Saygı koşusu çok anlamlı bir zamanda başlamış ve yine çok değerli bir zamanda,19 Mayıs 2023,Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nda Ankara Anıtkabir’de sona erecektir.

  Özgün düşünce insanı,doğduğu topraklardan,yetiştiği okullardan,tanıştığı arkadaş ve öğretmenlerinden aldıklarını aynı bir çiftçi gibi işler.Bilim insanı gibi yeni icatlar da yapar.Eskiyen,insanı bunaltan,bir sürü kargaşa içinde 19 Mayıs 1919 ruhu kadar net,soğukkanlı ve inanmış halde yola koyulur; en sert rüzgârlar eserken dahi…

   Dr.Fedai KÜRTÜL; sizinle, arkadaşlarınızla kısa da olsa tanışma ve sohbet etme imkânını buldum. Daha da umutluyum! Beni davet eden Mehmet Çevik’e de ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum.

    Yaşama kattıklarınız ve katacaklarınız adına, hareket denen şey evrenin en sevdiği enerjidir; sizleri kutluyorum…

 Güven SERİN