Sayfalar

29 Nisan 2023 Cumartesi

REŞİT GALİP

 

İnternet

                          REŞİT GALİP

                         (Milletin Sofrası )

   II, III, IV. Dönemleri Aydın Milletvekili seçilen Reşit Galip aynı zamanda doktordur. Çık kısa bir süre;19 Eylül 1932,13 Ağustos 1933 arası Milli Eğitim Bakanlığı da yapmıştır. Genç yaşta milletvekili, bakan olan Reşit Galip genç yaşta da ölmüştür.

   Türk siyaset tarihinde önemli bir yeri vardır. Bakanlığı ve vekilliği döneminde de kendi hatırasını, izini, zenginliğini geride bırakmıştır.

   Bugünün suskun vekillerini düşününce insanın içi sızlıyor. Reşit Galip’e gelince; çok parlak, heyecanlı, zeki bir insandı. Kendince haksız gördüğü bir konuyu sonuna kadar eleştiriyor, kaypak politika izlemiyordu.

   Bir gece; Atatürk’ün, yani milletin sofrasında dönemin Milli Eğitim Bakanı Esat Bey-Sagay’da vardır. Reşit Galip kural tanımadan onu eleştirir. Reşit Galip’in alkollü oluşu gerginliği, eleştirinin derecesini daha da kaçırmasına neden olur.

   Mustafa Kemal’i sofra adabı, nezaketi konusunda zor duruma düşürür. Atatürk, Reşit Galip’i uyarır;” Reşit Galip! Bunlar nasıl sözlerdir? Sizi bu şekilde konuşmaktan menediyorum. Artık susunuz.”

    Reşit Galip o kadar çok gerilmiş, kendinden geçmiş ki; Mustafa Kemal’in uyarısına şu sözleri söyler; “ Bu sofra milletin sofrasıdır, bir yere gidemem.”

   Atatürk nezaketini hiç bozmaz; “ O halde siz kalınız. Ben gidiyorum.” Der ve ayağa kalkıp odasına çekilir.

   Cumhuriyetin ilk yılları o büyük hamleler olurken, büyük tartışmalar da devam ediyordu. Büyük çoğunluğunda insan, akıl, nezaket başköşedeydi…

   Bir süre sonra Atatürk; “Hocam” diyerek seslendiği hocalığını yapmış olan Esat Bey Sagay’ın yerine Reşit Galip’i Milli Eğitim Bakanı olarak önerir. Ve bakanlık da yapar…

     Mustafa Kemal’in ülke sevdası bu kadar da planlı, hissiyattan arınmış, bilgi ve görgüsüne güvendiklerine her daim büyük şanslar veren bir dehanın öngörüsü, inancıydı…

 Güven SERİN 

 

 


27 Nisan 2023 Perşembe

TOP SAKALLI YANDAN ÇARKLI ADAM

 

İnternet

                                    TOP SAKALLI YANDAN ÇARKLI


   Vapurlar, kıyısı denize çıkan şehirlerin anılarında önemli yer kaplar. Yandan Çarklı vapurlar İstanbul’un geçmişinde, kültürel ve sosyal tarihi açısından çok önemlidir. Siyah dumanları, makine ve su buharı sayesinde, yandan dönen çarklarından alınan hareketle yol alan vapurlardı.

   Adına Şirket-i Hayriye denen şirketin işlettiği vapurlardan 42’si yandan çarklı idi. Şimdi o vapurlar kalmadı. Yerinde yeller esiyor.

   Burada sözünü edeceğim “Yandan Çarklı” insan olan cinsten! Vapurun yandan çarklı olanı oluyor da insanın niçin olmasın?

  Cevizlibağ Metrobüs hattında inip, tramvaya geçtim. Kabataş’a kadar yol alan uzunca bir yolculuk başladı. Hemen yanı başıma top sakallı bir adam geldi. Yaşı 40–45 civarı olmalı. Bir giyinmiş ki; “ Altı kaval, üstü Şeşhane!” Misali…

   Giyimini becerememiş olsa da, top sakalıyla kendini ekselans sanmasına engel değildi. Etrafı süzmeyi bir hafiye kurnazlığında becerdiği gibi, Bekçi Murtaza’nın sorumluluğunu üslenmiş gibiydi;  gözleriyle kuş uçurtmuyor.

  Bir ara, arka koltukta yüksek sesle bir şeyler dinleyen gence öyle bir bakış fırlattı ki, yandan çarlı vapurun dönüş esnasında suyu dalgalandırma görüntüsüne benzer bir bakış... Genç, bakışa arkası dönük olsa bile, gölgesini mi gördü; bilinmez, müziğin sesini hemen kıstı.

   Bir bakışın bile işe yaradığını bilmesi, etrafı daha da hafiye gibi süzmesine neden oldu. Takmış olduğu yakın gözlüğünün üzerinden, top sakalının onu çok yücelttiğine inanan güç dolu bir bakış…

   Durakları birer birer geçiyoruz. Hafiye bakışlı yandan çarklı, elindeki telefona bir bakıyorsa, etrafa on bakıyor. Güya, onu kimse görmüyor; öylesine bir süzme bakış. Ben de onu süzeyim dedim; hemen farkına vardı. O da beni süzdü. Hatta beden diliyle; “ Hayırdır; bir şey mi var?” Der gibiydi. Hemen bakışımı kaçırdım; ne olur ne olmaz; başıma dert almak iyi olmaz.

   Yusufpaşa istasyonunda inenler ve binenler oldu. Yakınıma doğru gelenlerden bir kadına yer verdim. Yeri almak istemese de ısrarım sonucu oturdu. Amacım hafiye kılıklı yandan çarklı top sakallı adamı tam karşıdan izlemek. Ama tıpkı onun gibi. Hatta ondan daha iyi izlediğimi söylersem şaşırmayın. Yazı hayatımın içinde öğrendiğim şeylerden birisi; iyi dinlemek ve izlemek. Ama (baş yasa); kişiyi taciz etme!

  Top sakallı yandan çarklı, yer verdiğim kadın yanına oturunca daha da onurlandı. Göğsünü daha da dikleştirdi. Top sakalı vardı ya! Kadın diğer insanların yaptığını yaptı; hemen telefonunu açtı. Akıllı olan cinsten iyi bir telefon!  Yandan çarklı etrafı izleme görevinde olduğu için, tıpkı arkaya, yüksek sesle telefonu dinleye gence baktığı gibi, yanında ki kadının telefonuna inceden inceye baktı.

   Yandan çarklı bakışı sezmiş olsaydı yanı başında oturan kadın, tahmin ediyorum çarkına zarar verici davranışta bulunabilirdi. İstanbul kadınıydı; sözünü sakınmayan cinsten. Yandan çarklı top sakallının duruşunda ise, İstanbullu, kentli bir insan duruşundan çok, kasaba kültürüne tutunmaya çalışan bir köy insanı vardı.

   Karaköy istasyonunda inmeye hazırlanırken yandan çarlı top sakallıyı son bir kez daha gözledim. Telefona bir bakıp, etrafı on gözlüyordu. Her an bir rütbe almanın mutluluğu, yandan çarklı vapurun suları yara yara gidişi gibi, ses çıkarmasa da, kültürel hayatın saygınlığını, çakma görüntülerle aramanın ne beyhude iş olduğunu bilmeden, göremeden kendi hafiyelik rütbesini çoktan almış, yerine getirmenin memnuniyeti içindeydi.

   Yandan çarklı top sakallı adam, bizlerin en masum olanıdır. Neredeyse toplumumuzun tamamı, sloganlarla konuşuyoruz. Hal hatır sormaları çoktan eskidi; koktu, kokuştu. Ama yinede aynı vaziyetin garanti-ci tarafındayız. Bir model seçiyoruz kendimize; birkaç sözcük, o kadar…

  Deniz manzaralı kütüphaneyi kullanan insan sayısı komik derecede! Aldığı kitapları, kendi iradesiyle alıp bilinciyle okuyan insan sayımız kaç kişi:- Bilmiyorum. Bildiğim bir şey var; büyük arabaları, büyük evleri, büyük övünmeleri seviyoruz. Büyük şamata ve kargaşalara girmeyeceğim bile…

  Top sakallı yandan çarklı kendi rütbesini kendi tayin etmiş; çok mu? Bırakalım o da kendince yaşamın tadını çıkartsın. Birilerinin davranışlarını yakalayıp, uyarsın:- Gözle, bakışla, sesle görevini yapsın.

 Güven SERİN 


 


24 Nisan 2023 Pazartesi

NEREDE O ESKİ...

 

İnternet

İnternet

                                                          NEREDE O ESKİ…

    ( İpi Kopmuş Tespihe Döndük…)

  Bildik ve kaybedilmiş değerleri ne çok tekrarlar benim sevgili toplumum; milletim… Sanki kendisinde, kendimizde hiçbir kusur, eksik yokmuş gibi bütün kalbi ve güya masumiyeti içinde…

   Doksan yılı geçen ömrü, edebi dünyaya bitip tükenmez enerjisi ve geride bıraktığı eserlerle saygın bir iz bırakan Burhan Felek doğduğu, büyüdüğü Üsküdar İhsaniye mahallesi, Sultaniye Sokak 63 numaralı hane ve orada geçirdiği yaşamını yıllar sonra kâğıda döküp, mahalle kültürü adına çok değerli ve sımsıcak kokular taşıyan ekmek gibi; geride, böyle mahalle, sokak, insan kokuları bırakmış!

   “ Eski devirde bir mahalle vardı. Bugün artık bu mahalle anlayışı, o zamanki anlamıyla mevcut değil… Mahallenin bir bütün oluşu, insanların kibarı, zengini, fakiri, kabadayısı, sarhoşu, bakkalı, esnafı, kömürcüsü, hatta kireç satanı… Bu bütünün vazgeçilmez, ayrılmaz parçalarıydı.

   Mahalle sakinleri, o devirde, fakirlere yardım, zayıflara himaye, taşkınları terbiye ederlerdi ve bir mahalle, müstakil toplum olarak, hemen kendi işlerini kendi hallederlerdi.”

   Burhan Felek,1970’li yıllarda bu hatıralarını kâğıda, esere dökerken,1900’lü yılların başlarından söz ediyor. Özgün mahalle yaşamlarının olduğu zamanlardan! Bizim yaşlarımızda ki insanlar ise 1970’li yılların köy ve mahalle yaşamlarından söz ederken, aynı duyarlı iç çekişlerden konuşuyoruz…

   Biz birbirimize benzeriz, düşüncesi içinde köylerimizi, mahallelerimizi akın akın terk edenler bizler değilmişiz gibi, bu dönüşümün, korkunç beton ve çelik yığınları arasında saf ve samimi düşüncelerimizi yok edişimizin kabahati sanki başkalarıymış gibi, hepimiz en yüce duygularla neredeyse koro halinde:

 —Nerede o eski bayramlar? Nerede o eski komşular? Nerede o eski mahalleler? Diyerek, üzüm üzümü baka baka kararıyoruz…

    İnsan denen canlının nasıl hüner taşıdığını, şapkasından nasıl da tavşan çıkardığını; toplum bilimcileri, bir de edebi dünyanın o uçsuz bucaksız özgürlüğü içinde gezinen yazarları bilir. İsterse insan; 100 katlı gökdelen yaşamı içinde dahi kendi mahalle ışığını yakıp, aydınlanma becerisini gösterebilir…

  Yaşlı Avrupa medeniyeti sırf bu yüzden kalmıyor mu tarihin, eskinin, kuşaklar arası bin bir türlü değerlerin içinde… Bir taraftan yeni, yepyeni buluşlar yaparken, bir taraftan büyük dedelerinin eşyalarını saklayıp, onların taşıdığı antik, manevi değerlerle övünüyorlar.

  Ya bizlerin büyükbaba ve büyükanneleri? Onlardan geriye ne kaldı? Sadece masallar mı? Şefkatli sarılışla; hayal meyal dokunuşlar mı? (…)

  Ramazan-Şeker Bayramı ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı bir arada kutlandı. Bu coşkuya nasıl katkı ve katkılar sunabildi?

  Burhan Felek’in anıları içinde geçen bir sözcük; “ Tarih insanların hikâyesidir”

  Tam da bu yüzden, insan hangi unvan, hangi aşama, bilgi, görgü içinde olursa olsun tarihe, bize bırakılan eserlere, bırakılan mirasların tümüne muhtaçtır.

    Neden mi?

Bizlerin hikâyesi, yarı parçaları ve yaşam enerjimizin önemli bir bölümü orada gizlidir de ondan…

  Desiniz ki insan nedir? Tüm zamanlara ait bir canlı derim. Geçmişi öldürmeden güne, günü de yarınlara taşıma yeteneği olan muhteşem bir canlı…

    Tam da burada söylemek isterim! Dünya ormanları, kardeşliği, kaybolan değerlere duyulan büyük özlem; can ve canlarımızı yakarken, niçin bir tek fidana su vermiyor, apartmanımızda, sokağımızda, sitemizde daha fazla insana selam verip, gerçek-samimi birkaç sözcükle eşlik etmiyoruz? Denemeye değmez mi?

  Kutlu olsun bayramınız, umut, neşe taşısın şarkılarınız, türküleriniz…

 Güven SERİN 

  

 

  

 





18 Nisan 2023 Salı

BÜYÜKŞEHİR KENT KONSEYİ,SANAT ve SANATÇI EL ELE

 

Kamera,Güven

Sanatçı Mehmet Çevik
Ödül alan fotoğraflarından birisi
Ayakkabı ustası Osman Amca

Sanatçı,Gılcan Mete DELİBAY
Fotoğraf sunumunda

         BÜYÜKŞEHİR KENT KONSEYİ, SANAT ve SANATÇI EL ELE

  Sanatsal faaliyetlerin duru, ahenk, görgü, saflık içinde oluşunu ne kadar çok özlemişiz…

  Yer, Tekirdağ Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi salonu. Bilerek bir saat erken gittim. Yanımda arkadaşım Catullus ile birlikte. Kim bu Catullus? Demeden ben söyleyeyim; 2050 yıl önce yaşamış Latin ozanlarımızdan birisi. Otuz üç yaşında ölmüş, bizim diyarlara da gelip gezmiş görmüş bir şair…

   Sanatsal etkinliklerin yakınında kafeteryaların olması, en az o etkinlik kadar katkı ve fayda sağlıyor. Biraz Catullus ile konuştuktan sonra bir çay, bir manzara derken neredeyse iki yıldır görmediğim Mehmet Bey ve eşiyle tekrar görüştük.

   Hareket denen şey, farklı mekânlar ve görmediklerinizle görüşme hangi ödülle kıyaslanacak bir şey? Derken o büyük an: GELDİ…

  Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi, Tekirdağ Kent Konseyi ve TEFSAD (Fotoğraf Sanat Derneği) işbirliği ile düzenlenen etkinlik; sadece göze, kulağa değil, ruhlarımıza ve asıl önemli olan yaşamın içindeki hareket felsefemize, yolculuğumuza da değer, katkı sağlayacak derece önemliydi. Oldukça zengin ve emek harcanmıştı.

    Fotoğraf sanatçılarının eserleri kafeterya ile etkinlik salonu arasındaki ara solonda ve aynı zamanda Ahmet Kivan’ın piyanosu eşliğinde; bizlere lüks gelecek derece lezzetli bir buluşma, görüşme ve dinleti gerçekleşti. Fotoğraf sanatıyla piyonu sesi, belki de insanın insanlık yolculuğu içinde anlatmak istedikleriyle anlatamadıkları da benzersiz bir uyum, sadelik huzuru içindeydi…

  Ara solonda kimler yoktu ki? Prof.Dr. Neşe Atik, Mehmet Akif Işın, Mehmet Altaş, Sabri Işık, Münir Satkın,Gülferah Dinç Güral,Gömeç Göçmen,Nazlı Özden,Nurten Yontar,Yavuz Yalçın,Prof.Dr.Ayşen Eti Sina,Ali Korkmaz ve TEFSAD Başkanı Mehmet Çevik ile eşi Emine Çevik…

   Daha bir sürü güzel, değerli, hünerli ve kalbi şehir, sanat, tarih sevgisiyle atan insanlar…

  Etkinliğin yapıldığı salona geçerken özellikle yalnız oturmayı istedim. Sanki serginin can damarını oluşturan ve sunum ve söyleyişi yapacak Gılcan Mete Delibay’ın anlatacaklarını, vurgulamak isteyeceği yaşam şifrelerini önceden biliyor muşçasına, zamanın içinde zamansızlığa demir atmış gibi aç sessizliğime gömüldüm.

   Gılcan Mete Delibay, fotoğraf sanatına kattığı veya katacağı lezzetin, akademik sınırların ötesine felsefeyle kurduğu bağ ve bağlar, tam manasıyla özgün sanatçı üretimiydi. Kendine özgü, var olan bilgilerle, kendi keşfettiği, gerçek sanatçılarda olması gereken sezgileri de içine katarak; sadece yolun yolcusu değil, zamanın da zamansızlığına çıkmış bir gezgin saflığına dönüşmüştü.

   Her anlattığı, her sunum yaptığı fotoğraf veya belgeseller, tam manasıyla keşif için çıkılan yolcululuğun çok değerli ve emek harcanmış eserleriydi. Defalarca izlenmesi, yorumlanması gereken, Üniversite ve Enstitülerde okutulması gereken ders niteliği olan eserler…

  En güzel ve duygulu tarafı da ne çabuk unutan insancıklar olduğumuzu deprem gerçeğini anlatan deprem belgeseli oldu. Salonda bulunan küçük çocuklar beş dakikalığına dışarıya çıkmasını rica eden sanatçı; herkesi için için ağlattı. Tıpkı, odun kömürü için hazırlanan meşe odunlarının günlerce yanması, dönüşümü gibi bir hissi, fotoğraf sanatının belgesele dönüşmüş hali, salonda bulunan herkese yaşattı…

  Sanatçı sunumuna başlarken eski bir Kızılderili atasözüyle başladı; “ İnsan kendini hatırlayan son kişi kadar yaşar” Bitişi de aynı sözle tamamladı…

   TEFSAD üyelerine ve kim bilir hangi heyecan, kendine varma emek ve hünerleriyle çektikleri sergide bize sundukları eserler adına teşekkürü borç biliyorum. Ahmet Kivan, Ali Korkmaz, Arif Aktürk,Birol Karaibiş,Fakir Ozan Beysalan,Gülizar Baysal,Hakan Tokuç,Hilmi Baysal,Kadir Karaküçük,Mehmet Çevik,Mehmet Kanal,Mualla Arıcı Üstün,Neslihan Akça,Nurcan Balıbey,Semih Akça,Sevim Çelebi Fidan,Sibel Üstün Özek,Yaşasın Oğuzhan,A.Yalçın Ceylani; çıktığınız yol ve yolculuk her daim sanatla iç içe olsun…

  Günümüz şehirlerini, insanını saran stres, baş edilemeyen hastalıklar ancak sanatla buluşup, kendimizle yüzleşerek en ağrısız, acısız ve koşulsuz hale gelebilir. Muhteşem etkinlikten geriye ne kaldı derseniz? Kendine varmayı bitirmemiş ama önemli ölçüde keşfetmiş sanatçı Gılcan Mete Delibay’ın fikirleri, önerileri derim;

 “ İnsan içine bakmayı öğrenmelidir. Kendini görmeyen, ışıkları kapatmayan, hiçbir şeyi anlatamaz. Önce içimize bakacağız…”

     Ve bize özenle hazırlanıp sunulan sanatçının kış belgeseli; çello, viyolonsel ile buluşan kış fotoğrafları; hiçliğin içinden çıkan insanın; keşfettiği müziği, fotoğrafı, felsefeyi, hissiyat rüzgârlarını anlatıyor…

Güven SERİN 








15 Nisan 2023 Cumartesi

ZAMANDA YOLCULUK: YAVUZ YALÇIN

 


                       ZAMANDA YOLCULUK: YAVUZ YALÇIN


  Eğitimci ve araştırmacı yazar Yavuz Yalçın Şubat ayı içerisinde ikinci kitabını yayınladı; Malkara Eğitim Tarihi ( 1923–2013 ) Kendisini bir avuç araştırmacı yazarı alkışladığım gibi alkışlıyor, kutluyorum…

  Yavuz Yalçın’ın kim bilir kaç yıl ve kaç bin sayfaya göz atıp bir araya getirdiği eseri; Malkara Tekirdağ eğitim tarihi açısından benzersiz bir çalışma olmuş. Ceren Yayınları tarafından basılmış kitabı elinize alıp herhangi bir sayfasını açın. Karşınıza ne çıkacak bir bakın! Birkaç sayfada bile zaman yolculuğuna çıkacak, şu öğretmeni tanıyor, şu köyü biliyor, şu emeği, soluğu hissediyorum diyeceksiniz…

   İsterseniz bir deneme yapalım! Yavuz Yalçın’ın kitabı masamda duruyor. Sizler için elime alıp herhangi bir sayfaya, Malkara Eğitim Tarihi eserine öylesine bir göz atacağım!

   Sayfa 48,49.Malkara basınından bir haber; “ İlk Kadın Sendika Başkanı Malkara’da seçildi.”, “Emirali Köyü’ne okul binası yapıldı. Sarnıç Köyü’ne okul binası yapıldı.”, “ Malkara Lisesi öğretime başladı.1970 yılında temeli atılan lise binası 1972 yılında tamamlandı.”  Ve daha neler neler; “ Malkara Lisesi 1976–2005 Yılları Müdürleri; İbrahim Erol, Ali Osman Budak, İrfan Tekin, Senel Baykal, M.Asım Karabıyık, Orhan Aksakal”

   Rast gele bir başka sayfayı çeviriyorum.60 ve 61.sayfalarda Malkara Eğitim Tarihi adına bakın neler var;

“ Trakya köylerinde ilk defa köy tiyatrosu Yaylagöne’de kuruldu.”haberini yerel basın paylaşmış. Devam ediyoruz; “ Atatürk heykeli için yapılan bağışlar. TÖB-DER Malkara Şubesi kuruldu.”

   Araştırmanın zenginliğini, dinamizmini ve fazla değil yaklaşık yarım yüzyıl önce Malkara ilçemiz ve köylerindeki eğitim hareketi, heyecanı; tamamıyla üretmek, inşa ve var etmek üzerine…

  Yakın tarihi bilmenin, görmenin ve okumanın bir başka yanı da destansı bir sancı yaşamak oluyor. Şimdi, elli yıl önce yapılan o okullar, o kazanımların hiçbirisi yok. Ya yıkıldı, ya da viran haldeler… Bazıları ise onarıldı başka amaçla kullanılıyorlar.

  Yavuz Yalçın’ın eserinin tadı, tuzu ve yayınlanması sadece rakamlar, isimler üzerine değil. Zamanda yolculuk yapmanın yanında insanı üst insana yolculuğa çıkan anıları da bulmak, onlarla yüzleşmek, bu zamana davet edip, kendi zenginliğimizi veya yoksulluğumuzu karşılaştırıp belki de yepyeni bir başlangıç, dönüşüm veya atılım yapmak adına bir rüzgâr, esinti yakalamak mümkün…

  Kitabın her sayfası Malkara ilçemiz adına değer taşımaktan öte bölgemiz ve ülkemiz içinde çok anlamlı öncü bir kazanımdır. Kaybedilen ve şimdi; köyler, köy okulları, köy öğretmen evleri, köy sağlık ocakları olmaktan çok öte giden, gitmiş olan değerlerimiz için gözyaşları, yürek sızıları da yaşarsanız şaşırmayın.

   Kitabın 77.sayfasında 1980 yılına ait bir haber var.1979 Aralık ayı içerisinde boykota katılan öğretmenlerin isimleri var. Her biri yıldırma adına bir başka bölgelerimize sürülen öğretmenlerimiz;

“ Nail Yıldırım, Hasan Nas,Müstecep Batı,Mehmet Atılgan,Ramazan Pelit,Raif Sakarya,Önder Komit,Mehmet Kurban.”

    Kitabın 94 ve 95.sayfaları ise bölgemizin ve ülkemizin en önemli sorununa yer vermiş. Malkara Şairnevi İlkokulu; “ Türkiye Çöl Olmasın” düşüncesine duyarsız kalmayıp 5.sınıf öğrencileri tabiat bilinci içerisinde panel düzenlemişler. Malkara Tema temsilcisi Mümin Düvenci’den de yardım isterler. Çevre sorunlarına bulduğu her kürsüde yer veren, emek harcayıp duyarlılık gösteren o günün Baro Başkanı Av.Güneş Gürseler’i de davet ederler. Öğrencilerle aynı masada; “ Temiz doğa, yaşanabilir bir dünya, erozyon” konuları, sorunları konuşulur, değerlendirilir.

   Kitabın 64.sayfasına döneceğim. O günün öğrencileri, öğretmenleri ve bölgemizin el uzatılır, emek harcanırsa gençliğimizin nasıl şaha kalkacağını anlatan çok önemli bir paylaşım; “ Malkara Lisesi öğrencileri öğretmenleri Cumali Karayılan’ın yönlendirmesiyle katıldıkları Türkiye çapında düzenlenen resim yarışmasında 5 birincilik,4 ikincilik kazandılar.”

   Bu öğrenciler şimdi kocaman kadınlar, erkekler olmuşlardır. Ya o öğretmen? Mehmet Çevik, Hasan Akarsu gibi önemli öğretmenlerin, sanatçıların “dostum” dediği, adına şiir yazılan Cumali Karayılan? Sanırsınız ki Aeneas Destanı veya Yaşar Kemal’in eserinde yaşamış bir kahraman...

    Bir başka eğitimci yazar ve şairimiz Hasan Akarsu, Cumali Karayılan’ın zamansız ölen eşi ve onun büyük acılarını eğitimci yüreğine gömen arkadaşı için bir şiir, belki de bir ağıt yazmış;

“Kucağımda ölürken

  Gelin geldiğin gün gibi güzeldi

  Bir tabuta koydular

  Birlerce acılı yüzleri

  Kızımın çığlığına sığdıramadılar”

 Güven SERİN 

 


13 Nisan 2023 Perşembe

MUSTAFA BEY NE YAPSIN?

 

Mustafa KAYA

Belki de yaptığı bu eserler tamamıyla onun
ruh halini,samimi ve saf hüznünü de anlatıyor...

                                         MUSTAFA BEY NE YAPSIN?

                                                ( Sanatçı Muhtaç Halde )

    İnsan denen canlı düşmeye görsün; kariyeri ister dopdolu, ister bomboş olsun; bir an önce erimeye, itilmeye, için için inlemeye başlar…

   Mustafa Kaya çıraklığını dedesinin yanında yapmış, kadim bir kültürü; oymacılığı öğrenmiş ve bugüne kadar taşımış, getirmiş, yüzlerce eserin altına imza atmış birisi.

   Mustafa Kaya ünlü birisi değil. Oymacılıktan büyük paralar kazanmış birisi de değil. Talih denen yaşam seçeneğinin onun yüzüne pek güldüğü de söylenemez! Halkın gözü ve diliyle Mustafa Kaya ve oyma sanatçılığı tartışılmış olsa birçok insan şöyle diyebilir;

 “ Kendi etti kendi buldu…” Böyle demek, akla, iradeye ve vicdana uygun değildir. Hele hele çok az bulunan, çok az yetişen sanatçılarımız için kusur bulmak, kusur aramak bizim işimiz olamaz…

   Yıllar önce Mustafa Kaya, yaptığı eserleri sahilde satmak istiyordu. Seyyar satıcı diye kim bilir kaç kez zabıtaları karşısında bulmuş, defalarca başını yere eğmişti.

   Ya sonra? Basının yapması gerekeni yapmış, onun sesi ve soluğu olmuş:

-        Sanatçı Mustafa Kaya, seyyar satıcı değildir! Demiş ve bize Kadir Başkan ve onun ekibinden Daire Başkanları, Müdürleri Mustafa Kaya’ya sahip çıkmışlardı.

   Mustafa Kaya’ya her bakışımda Fransa’da yoksulluk içinde ölen Türk ressam Fikret Mualla’yı anmadan, hatırlamadan edemiyorum. Mustafa Bey, sahilde açmış olduğu çadır görünümlü atölyesinde yıllara çalıştı. Vadilerde, ormanların kuytu köşelerinde bulduğu, insanların görünce “ Ağaç kütüğü” dediği nice kütüğe ruh ve can verdi. Yani hepsinden ayrı eserler yonttu.

  Emekler harcadı ama küçük ücretler karşılığında bu emekleri sadece günü kurtarmak için değerlendirdi. Fikret Mualla da böyle, koskoca Van Gogh da böyle yaşadı, böyle öldüler; yoksulluk içinde…

   2022 yılı Kiraz Festival’i bahane edilerek sahilde bir köşecikte bulunan Mustafa Kaya’nın çadır benzeri atölyesi kaldırıldı. Zaten ayakta durmakta zorlanan sanatçı Mustafa Kaya o günden sonra görülmedi.

   Bir gün öğleden sonra ezik, çekingen ve oldukça süzülmüş, erimiş bir halde atölyemin kapısından içeri girdi.

   Halk dilinde bir söz vardır hani; “ Perişanlık…” Hiçbir insanı perişan bir halde görmek istemem. Yaptığı hata, talihindeki karalık, beyazlık, pırıltı veya bataklık; her ne olursa olsun Mustafa KAYA oyma sanatçısıdır. Bir dereden, bir ormandan, bataklıktan çıkaracağınız herhangi bir ağaç parçasını canlandıracak olan Mustafa Kaya, yardıma muhtaç hale gelmiş.

   Mustafa Kaya’ya uzanacak el, acıyarak geçici değil, onu sanatıyla, yaşadıkları her ne olursa olsun, oymacılığa dair edindiği bütün deneyimleri nasıl aktarır, düşüncesiyle devletimizin, milletimizin bağrından kopan eli, elleri uzatmalıyız…

   Laf aramızda sahip çıkamadığımız oyma sanatçısı Mustafa Kaya, geçirdiği hastalıktan sonra yarı yaşar yarı yaşamaz bir halde hurda toplayarak var olmaya çalışıyor… Var olmanın bedeli, hele sanatçıysan ne kadar zor bir şey; sanatın hangi zorlukta çıktığını bilmeyen, sanatçı nasıl yetişir diye kafa yormayan insancıklar içinde…

Güven SERİN 



12 Nisan 2023 Çarşamba

GENÇLER: BİRAZ ÜZGÜN,BİRAZ SEVİNÇLİYİM

 

İnternet
Onlar sadece genç,deneyimsiz gözüyle bakılacak
canlılar değil.Her birinin bir karakteri,düşünce
biçimi ve yaşamdan beklentisi var.


İnternet

                   GENÇLER: BİRAZ ÜZGÜN, BİRAZ SEVİNÇLİYİM

   Nasıl yani? İnsan hem üzgün ve aynı zamanda sevinçli nasıl olur? Anlatayım, pekâlâ olacağını göreceksiniz…

   Yaptığım iş, yani yazı sanatı, Tekirdağ Habertrak gazetesi köşe yazarlığı, yirmi yıla doğru ilerliyor. Kurulduğundan bu yana, binlerce köşe yazısını yoğurmuş, kimine heyecan, bazılarına hüzün mayaları çalmış, bugüne ulaşmış durumdayım. Atölyemde birçok insan ağırladım. Bu işten ne kazandığımı gençlerden çok onların babaları, anneleri, dedeleri sordu ve merak etti.

   İnsan denen canlının merak etme huyu tamamıyla genetik yapısından, milyonlarca yıl öteye giden canlı olma becerisinden kaynaklanıyor olabilir. Fakat soru soranların merakı olan yaptığım işten “Ne kazanıyorum?” sorusuna ; “ Çok fazla veya iyi kazanıyorum” cevabı verememiş olmanın hüznünü, özrünü soran kişilerden değil de gençlerden diliyorum.

  Yaşamak için iyi kazanmak gerekir! Burada hemfikiriz. Öyle böyle, azla yetinme desem, herkesin neşesi kaçacak. O yüzden demeyeceğim. Merak edenlere iyi kazandım ve kazanıyorum demem neyi değiştirirdi? Yazarlığın bir meslek olacağını, çocuk ve torunlarına bol bol kitap okumalarını, düşünmelerini, yazmalarını tavsiye edeceklerini biliyorum. İyi kazanılmayan, hatta gönüllü yapılan işi kim tavsiye eder ki?

  İşte bu yüzden üzgünüm, sizlere doya doya özür borçluyum gençler… Şunu da söylemek isterim. Yazarlık “iyi para kazanma aşkı” için yapılması mümkün değil… Birçok etken var yazı yazmak için… Elbette çok okumak, çok gezmek, çok yoğurmak… Bir de gizemli bir sesin “Hadi “ demesi…

   Yazı yazmanın ve okumanın, öğrenmenin, gezmenin erdemini anlatmayacağım. Gençlere,21.yüzyılın öz evlatlarına çok iyi örnek olamadığımız fikrini, düşüncelerini değerlendireceğim.

  En fazla kazanan iş yerine, en mutlu, en faydalı, en üretken insan nasıl olurlar? Bunları onlara sunamadığımız, veremediğimiz için üzgün olduğumu da vurgulamak isterim.

  İki genç insan… Üniversitelerini bitirmişler. Farklı sosyal alanlarda çalışmışlar. Sadece geçinecek ağırlıklı ve gönüllü işlerde yaşamı tecrübe etmişler. Yaşları en fazla 32–35.Evlenmişler ve edindikleri tecrübeleri küçük birikimleri de yanlarına alarak Ege’de küçük bir köyün dışındaki yere yerleşmişler. Bir kulübe, beş-on tavuk edinmişler. Bir de küçük bahçeleri var, kendilerine yetecek kadar.

  Yüzleri, ruhları gibi gülümsüyor. Oraya niçin yerleştiklerini, orasını niçin seçtiklerini hiç gocunmadan, abartmadan ve kimselerden beğeni, takdir beklemeden anlatıyorlar.

  Şehir yaşamının sıradanlığından, gürültüsü, patırtısı, dengesiz beslenme ve asosyalliğinde bıkıp buraya sığınmışlar. Üretmenin, kendi kendine yetmenin ve doğanın içindeki patikalarda bisikletle gezmenin zenginliğini hissederek anlattıkları gibi sahiplenmişler.

  Ninelerimiz, dedelerimiz gibi üretiyorlar. Fakat gençlerin bir farkı var o güzel insanlardan. Nine ve dedelerimiz zorunluluktan çiftçi, köylü ve üretici olmuşlardı. Yükleri ağırdı. Terleri ve çocukları, sorumlulukları çok boldu.

  Ya köy yaşamını kendilerine seçen iki genç; genç kadın ve erkek için nasıl? Onlar gönüllü ve bilinçli tercihleriyle doğanın, üretmenin, tarımın içindeler.

 Yaşam böyle böyle evirilecek… Önce zorunluluk, önce çok ama çok zenginlik istenecek. Ya sonra? En samimi, en sevdalı ve en uyum sağlayan insanların nesilleri 22.yüzyıla bile ulaşacaklar.

  İşte bu yüzden, bu gençleri görünce, onların gönüllü oluşlarını kendi gönüllü yaşamımla karşılaştırdım. Bir taraftan çok kazanıp meraklı insancıklara iyi örnek olamamanın hüznü, gençlerin seçimlerini, başarılarını görünce yaşadığım yüce sevinci anlatmak ve paylaşmak istedim…

 Güven SERİN 

 


11 Nisan 2023 Salı

KUMBAĞ SPOR ve ÇORLU KÜLTÜR SPOR,ONURLU BİR ŞEKİLDE DİRENİYOR

 


              KUMBAĞ SPOR ve ÇORLU KÜLTÜR SPOR ONURLU BİR ŞEKİLDE DİRENİYORLAR

 

   Tekirdağ Süper Amatör Lig 24.hafta maçları oynandı. Düşme hattında olanlar, düşmemek için onurlu bir şekilde direnenler ve neredeyse şampiyonluğunu ilan etmiş Saray Spor…

   Süper Amatör Ligi son haftalara girilmişken, düşmesi kesinleşen iki takımdan sonra düşmemek için mücadele veren iki takımdan birisi Kumbağ Spor oyuncuları. Başkanı, Teknik Yönetimi ve sporcularıyla birlikte el ele, gönül gönle kenetlenmiş vaziyetteler.

  Aynı heyecanı, mücadeleyi düşme hattındaki diğer takımımız, Çorlu Kültür Spor veriyor. Görünen o ki, Kumbağ Spor ile aralarında sadece averaj farkını, puan farkıyla kapatıp, Süper Amatör Lig içinde kalmak istiyorlar.

  Çorlu Kültür Spor kendi sahasında karşılaştığı Muratlı Belediye Spor’u 2–1 yenerek umutlarını bu haftaya taşıdı.

  Tekirdağ 13 Kasım futbol sahasında ise saatler 13.00’ı gösterirken bir başka onurlu mücadele başladı. Kumbağ Spor ile Sağlamtaş Spor, kora kor bir mücadele ve aynı zamanda Muratlı’dan gelecek gol haberlerine kesilmiş insan heyecanları…

  Kumbağ Spor ile Sağlamtaş maçı yarım saati geçtiği halde gol gelmemişti. Her iki takım da temkinli oynuyordu. Sağlamtaş kaybederse bir şey değişmeyecek, Kumbağ Spor kaybederse çok şey değişeceği anlarda, maçın 32.dakika içinde Kumbağ Spor’un iki klas-yetenekli oyuncusu Harun ile Berkem, iki mücadeleci ruh ve beden işbirliği ile ağları havalandırmayı başardılar.

   Her zamanki gibi Harun Gezgiç’in başarılı ve disiplinli mücadelesi, topla buluştuğu zamanda rakip kaleye sağ taraftan süratle ve çalımlarla yaklaştı. Gollük pası 9 numaralı oyuncu Berkem Önal’a yolladı. Berkem için bu pas aynı zamanda Kumbağ Spor için ALTIN değerinde bir gol çığlığı oldu.

   Maç, Kumbağ Spor’un 1–0 galibiyetiyle sona erdi. Bu arada Kumbağ Spor yöneticileri için son saniyeler bile geçmez haldeydi; tıpkı Çorlu Kültür Spor mücadelesinin olduğu Muratlı Belediye Spor sahasındaki yöneticilerin geçmeyen saniyeleri gibi…

  Aynı dakikalarda Muratlı’dan da gol haberi geldi. Çorlu Kültür Spor da ligde kalmak için elinden geleni yapan, terlerinin son damlasını akıtan futbolcuların mücadelesi içinde galip gelmelerine inanmış oyun heyecanı ve disiplin içinde maçı 2–1 bitirmeyi başardılar.

  Yeşil sahalara, genç, dinamik ve işini bilen hakemler de çok yakışıyor. Hakemlerden saha gözlemcileri, görevlilerine kadar, amatör ruhun korunması ve bu gönüllü, disiplinli, yaptıkları işe inanmış insanların ekonomik, sosyal, kültürel ihtiyaçları yeniden gözden geçirilmelidir. İnsanımız, sporun hangi bölümleri olursa olsun spor sahalarına çekilmelidir.

  Sporcu olarak, teknik veya idari görevli veya seyirci olarak; spor denen mucizevî şeyde çok şeyler var. Belki de dünyamızın, evrenin ritmi, heyecanı ve o büyük koşusu; sportif mücadelelerin mayasıdır; kim bilir…

  Kumbağ Spor ve Çorlu Kültür Spor’un onurlu direnişlerini KUTLUYORUM…

Güven SERİN 

 

  

 





10 Nisan 2023 Pazartesi

DİYARBAKIRLI KIZLAR: AVJİN ve GÜL KAREN

 

İnternet

                 DİYARBAKIRLI KIZLAR: AVJİN ve GÜL KAREN

  Sabah haberleri, saat 09 sıralarında, İsmail Küçükkaya’nın konukları olan iki genç kızı izledim ve dinledim. Z Kuşağı olarak adlandırılan iki Diyarbakırlı genç kız. Bahçeşehir Fen Lisesi mezunları.

  Sıradan bir program ve başarı öyküsü deyip geçebilirdim. Ne çok şey kaybederdim o düşüncenin önyargılı dürtülerine uysaydım…

  Avjin AKTOP ile Gül Karen AÇA, deyim yerindeyse iki güneş, iki büyük pırıltı, ekranın karşısında kim olursa olsun şöyle düşünürdü:

—İki pırıltı, iki güneş, iki cesaret ve iki UMUT…

 En çok dikkatimi çeken şey ise iki OLGUN yürek, şımarmadan, başarı sarhoşluğuna düşmeden dimdik, capcanlı erdem denen zenginliği tekrar hatırlamama sebep oldular…

  Birisinin anne babası da öğretmen, diğerinin babası öğretmen annesi hemşire! Diyeceksiniz mesleklerin ne önemi var? Deseniz de olur, demeseniz de! Ama şu bir gerçek ki, öğretici insanların, yani öğretmenlerin evlatlarının başarıları, epey moral kaybetmiş öğretmenlik mesleği ve ideali için apayrı duygu, düşünce ve onurdur…

  Avjin ve Karen’in anne babalarını ve onların öğretmenlerini milyonlarca insanın yaptığı şeyi yapıyorum: - KUTLUYORUM…

  Kadim toprakların içinden çıkan her başarı bende, belki de genlerimde evrensel bir mutluluk pınarı uyandırdığını, yerin bilmem kaç bin metre altından yeryüzüne pınar gibi çıktığını söylemek isterim.

  Haber programını dikkatle izledim. Titizlikle ölçtüm biçtim, insanlık kostümünü dikmek isteyen bir terzi gibi yazı sanatına yaslanarak duygularımı anlatıyorum.

   İsmail Küçükkaya, oradaki konukları olan kızlar kadar rahat ve huzur içindeydi. Başarı denen şey, özgün bir hal, sağlam ve hakiki bir duruş sergiliyorsa, sanki mekânların yüzü bile gülümsüyor; bırakın haber yapan İsmail Küçükkaya’nın tebessüm edişini…

  Meğer özgün olana, genç insanların başarı ve umutlarına ne çok ihtiyacımız varmış! Programın başlarında şu yanlış duyguya kapıldım. Evet, ezbere dayanan bildik birçok başarı hikâyesinden birisi…

   Oysa deneye, üretime, döngü içinde yıllara yayılan gerçek bir başarının taptaze yürekleri; iki Diyarbakırlı Kız…

   İki Diyarbakırlı kız, onlardan önce bir sürü çocuğumuz gibi Amerika ile Türkiye arasında köprü, bağ olacakları kesin… Gül Karen Harward Üniversitesi bursuyla çıkacağı yolun yolcusu olmaktan öte harika bir Anadolu, Asya, Avrupa, Türkiye öncüsü de olacak. Avjin New York Abu Dhabi Üniversitesi bursuyla tıpkı arkadaşı Gül Karen gibi öncü ve idealist bilinç içinde çıkacak yolculuğuna.

  Her ikisi de Dicle’nin, Fırat, Sümer, Akad, Babil, Asur ve Mezopotamya’nın destansı öykülerini de anlatacak, işleyecekler.

  İsmail Küçükkaya konuklarını uğurlamadan önce son bir şeyler söylemek ister misiniz diye sordu. İlk sözcü Gül Karen aldı. Ve şu sözleri, sanki insanlık arşivine bir not, kayıt, iz olarak geçti:

—Güzel şeyler birlikte çalışılırsa oluyor.

  Sıra Avjin’e geldiğinde, hiç kem-küm etmeden, yaşadığımız deprem kıyametini:

—Depremi unutmamalı ve unutturmamalıyız; halen çadır, konteynır sorunu çözülmeyen insanlarımız var…

   18 yaşlarında iki genç kızın son sözlerine bakar mısınız? Acı, hüzün, trajedi, kıyamet içinden gün ve su yüzüne çıkan iki NİLÜFER-LOTUS çiçekleri gibiydiler; zihni temizleyen, iradeyi güçlendiren ve saflığı simgeleyen iki harika değer, canlı, umut ve destan…

Güven SERİN 

 

 


8 Nisan 2023 Cumartesi

KIDEMLİ VARYEMEZ

 

İnternet

                                             KIDEMLİ VARYEMEZ

   Varyemez-liği duymuş, görmüş ve tanımış olsam da bugüne kadar kıdemli varyemez nasıl olunur bilmezdim. Ta ki, kıraathane işleten arkadaşım tanıdığı, sıklıkla görüştüğü kıdemli varyemez Ahmet Aga’yı anlatana kadar…

  Kıdemli varyemez nasıl oluyor? Sorusu karşısında anlattığı öykülerle, yaşama bakış açısıyla ünlü kahveci arkadaşım; “ Anlatayım da sende gör, bil ve tanı” dedi.

  Tekirdağ’ın merkez köylerinde yaşıyormuş Ahmet Aga. Arkadaşımızın bildiği kadarıyla beş bankada beş ayrı faiz hesabı varmış.”İsterse on beş bankada on beş hesabı olsun, bize ne?” dediğimde arkadaşım; “ Acele etme sadece dinle bizim kıdemli varyemez” deyince, ağzımı kapayıp, kulaklarımı iyice açtım.

  Bizim kıdemle varyemez masraf olmasın diye Tekirdağ’a pek gelmezmiş. Özellikle yaz zamanı geldiğinde fırından sıcak bir ekmek, Perşembe pazarına da uğrayıp bir salkım üzüm alırmış.

  Yine böyle bir günde, eski SSK hastanesi olarak bilinen yerin taş duvarının yanında denk gelmiş kıdemli varyemeze. Bir gazete kâğıdı üzerinde sıcacık bir ekmek, fırından yeni çıkmış. Bir salkım da üzüm bulunuyormuş. Sofranın başında da kıdemli varyemez, öyle tatlı ve ağzını şaplatarak yiyormuş ki, tok insan bile özenir…

  Birbirlerini tanıdıkları için arkadaşımız yanına yaklaşıp selamını verdikten sonra; “ Ahmet Aga, sendeki para kimsede yok. Yahu, beş köfte ekmek alsaydın, karnını bir güzel doyursaydın deyince, kıdemli varyemez, gözlerini yumup bir güzel ağzını açmış;

“ Sen paranın nasıl kazanıldığını biliyor musun?” dedikten sonra, tam da gölgesi altında taş duvar üzerinde üzüm ile ekmeğini yediği kavak ağacının en tepesini işaret ederek;

  “ Para, kavağın en tepesinde duruyor! O yüzden köfte ekmek yiyemem…”

  Bu sohbeti iyici dinledikten sonra; “ Vay canına, vay canına” demenin sancısı, tebessümü karşısında hiçbir şey diyemedim.

  Ne diyebiliriz ki? Para da, can da Ahmet Aga’nın. Muhabbet uzadıkça uzadı. Kıdemli varyemez üzerine birkaç bilgi daha alınca, iyice büzüldüm. Meğer bizim kıdemli günde bir kez ekmek yiyormuş. Nedenini sormayın… Ama sağlığına pek yararlı olduğu kesin… Kış günleri soba dahi yakmaktan uzak duruyormuş…

  Şimdi siz sayın okuyucuya soruyorum; Ahmet Aga kıdemini hak etmiş mi etmemiş mi?

   Biliyorum ki kıdemli varyemez dilden dile aktarılacak! Ne derler; zenginin parası, züğürdün çenesini yorar. Kıdemli varyemezin de faiz geliri, kim bilir kaç insanın moralini bozuyor. Hatta ardından, “ Sen yemezsen bir gün birileri senin yerine çıtır çıtır yiyecek.” Dese de kıdemliler için böyle söylemler, baskılar hiçbir anlam ifade etmez…

   Zordur bir işin kıdemlisi olmak. İsterdim ki bu ülkede, bu kadim milletin Mimar Sinan’dan sonra en çok kıdemli mimarı, mühendisti olsun. O zaman kim bilir hangi uygar dünya mimarisi, estetiği, sanatıyla boy ölçüşür; utanmak, kaçmak, saklanmak yerine alnımız açık, gönlümüz huzuru içinde yaşardık; Kaf Dağlarının ardındaki masal ülkesinde…

 Güven SERİN 


 


7 Nisan 2023 Cuma

ENGELLİLER ENGELLİLER HAFTALARINDA MI HATIRLANACAK!

 

İnternet


İnternet

      ENGELLİLER SADECE ENGELİLER HAFTASI MI HATIRLANACAK?

  Toplumumuzda-şehrimizde yaşayan tanıdıklara ve ilk kez tanıştıklarımızın bazen:

—Uygar ülke nasıl olunur? Sorusunu sorduğumda büyük çoğunluktan aldığım cevap şöyle:—Tok, açın da farkına varınca… Hak ve adaletin sözde kalmadığı zaman…

   Küçük yaşam alanları, köyler, kasabalar ve nüfusu az olan şehirler sosyologların, psikologların araştırma alanlarıdır. Büyük çoğunluk bir birini öyle veya böyle tanır. Tanımadıklarını da tanıdıkları sayesinde duyar ve öğrenir.

  Yarım yüzyılı geçen yaşam dilimi, on altı yıllık yazı yaşamı ne öğretti size deseniz:

—Zaman denen şeyin, eninde sonunda herkesi mağlup ettiğini, diğer insanlar gibi bende gördüm. Sadece görmekle kalmadım, henüz bizi yok etmeden, tekrar geldiğimiz toprağa göndermeden önce, yaşarken zaman nehrinde bir çocuk gibi yıkanmayı, kaymayı, sürüklenmeyi deneyimlime fırsatları buldum.

  Büyük kazançlar, şanslar yakalayıp da gülüşü, kahkahaları diğer mahallelerden duyulan, güçlü kuvvetli pehlivan kuvvetli insanların da ellerindeki bütün güçlere rağmen zamana yenildiklerini; güçten, takatten, itibardan da düşünleri gördük…

  Şimdi gelelim Engelli insanlarımıza! Sadece Engelliler Haftası hatırlanan ve bir de dernekler sayesinde kıymeti bilinen insanlarımızın sorunları çok büyük! Diyeceksiniz ki ENGELSİZ olanların sorunları yok mu? Yahu, sapla samanı karıştırılmaz! Yürümek, görmek, duymak; en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çeken binlerce insanımızın sadece yüzlercesini görüyoruz.

  Diğerleri nerede? Gerekli ekipmanları-donanımlar ( Yardımcı aletleri ) olmayanlar, destek bulamayanlar ise ortalarda bile görünmüyorlar…

  Sıklıkla dile getirdiğimiz kurumların göstermelik üzerinde durduğu; Engelli Rampaları, Engelli Yolları-Taşları ve Engelliler için engelsiz olması gereken geçitler, banka otomatik para çekme makineleri hep birer sorun.

   Bir şekilde engelli aracına kavuşup da sosyal yaşamın içinde kendi kendine yeten engellilerimiz var. Birilerini yük olmak yerine, eziyet dolu caddelere, sokaklara, kaldırımlara ve çarşılara onlar da çıkmak zorunda ve çıkıyorlar.

   Ya karşılaştıkları engeller? Rampaların gelişi güzel, standartlara göre yapılmaması, bankaların para çekme makinelerinin engellilere göre uygun olmaması, engelli araçlarıyla geçecekleri yerlere diğer araçların park etmesi ve daha bir sürü SORUN çözüm bekliyor.

   Duyan var mı? Göstermelik önlemleri, çözümleri istemiyoruz. Gönülden ve hukuk-bilim ile beslenen samimi, istikrarlı, adaletli çözüm önerilerini sunmak hiç de zor değil. Değil ama ya TOK olanlar, AÇ olan, yani ihtiyacı olanların fark etme duyarlılığını kaybettiyse!

  Üzerine basa basa daha önce birkaç kez yazdık. Rüstempaşa Çarşısı olarak bilinen yerde, merdivenler tarafında yapılan engelli rampası birçok engelli insanımızın düşmesine, kendini yaralamasına neden oluyor. Birilerinden destek almadan bir metrelik rampayı çıkmaya korkuyorlar.

  Siz böyle bir şey yaşadınız mı hiç? Sahilde bulunan ve daha birçok yerde bulunan bankaların para çekme makineleri engelli insanlarımızın yararlanacağı gibi değil. Niçin düzenlenmiyor? Niçin bunca duyarsızlık?

  Bana göre gerçek engelliler, vicdanlarına, kalplerine, iradelerine kelepçe takılmış insanlar dersem hiç de yanlış olmaz…

Güven SERİN 

 

 





6 Nisan 2023 Perşembe

ATMAZSAN BATMAZ

 

Nedret Güvenç sahnede

                                                      ATMAZSAN BATMAZ!

    ( Sanatçının Utancı )

  Süleymanpaşa Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü’nün çok değerli bir sloganıdır; “ Atmazsan Batmaz!”

  Antalya Kaleiçi fırsat bulunca gittiğim, gideceğim ülkemizin kıymetli yerlerindendir. Orada bulunduğum bir sabah, henüz gün yeni başlamış, Karaalioğlu parkı kuşlarından önce kulağa çok güzel gelen bir şarkının tınılarını duydum. Vivaldi’nin dört mevsim eserinden bir şarkı, Muratpaşa Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü uygulaması olduğunu sonradan öğrendim.

  Tarihi taş binaların dar sokaklarına giren küçük temizlik aracının hoparlöründen yayılan Vivaldi eseri muhtemelen oraya yerleşen Avrupa insanlarının önerisiydi. Her duyduğumda klasik müziği, zamanında ve ölçüsüyle yapılacak her türlü hizmetin insan denen canlıya; hareket, neşe katmanın yanında ne ölçüde değer verildiğini de gördüm…

  Merkez belediyemiz Süleymanpaşa Temizlik İşleri Müdürlüğü’nün sloganı da çok değerli. Daha da geliştirip, genişletilerek, belki temizlik araçlarına sevilen müzikleri de koymak düşünülebilinir!

  Bütün bunların yanında şehrimizdeki sokak, cadde ve kaldırımlara tükürenler bir türlü azalmadı. Tükürenleri bir kenara bırakırsak, beşinci kat balkonundan çöp poşetini aşağı savuranlar da çok az olsalar, can sıkıyorlar.

  Sormak istiyorum; şehirlerimize göçler yaşanırken nerelerde yanlış yaptık? Köy yollarında bile görmediğimiz pislikleri burada görüyoruz; niçin?

  Avrupa şehirlerine, köylerine gidenler anlata anlata bitiremiyorlar gördükleri tertip, temizlik, mimari kültürleri. Bırakın Avrupa kentlerini, kasabalarını ve köylerini bir yana! Herhangi Anadolu köyü, özellikle Rum insanlarımızın olduğu sadece yaşlıların yaşadığı Gökçeada köy sokakları neredeyse “Bal dök yala!” görüntüsü içinde…

  Bu nasıl iştir böyle? Kime sorsam; “ Eğitim” diyor… Sadece eğitimle oluyorsa, niçin bu eğitimi veremedik? Yapılan araştırmalar şunu gösteriyor ki, kirli sokaklar, caddeler, kaldırımlar zamanında temiz tutulmazsa daha da kirlenirinmiş! Niçin mi? Nasıl olsa etraf kirli, biz de kirletsek bir şey olmaz! –Düşüncesi yerleşiyormuş…

  Zamanın derinlerinden bir sanatçının anılarından bir şeyi paylaşmak istiyorum. Bir kez nasıl olduysa çalıştığı, ekmeğini çıkarttığı sahneye tüküren bir sanatçımız ölünceye kadar şu sözü omuzlarında bir yük olarak taşımıştır;

“ Allah beni affetsin, SAHNEYE tükürdüm!”

Bu isim-sanatçı kimdi? Nedret Güvenç’tir. Tam da perde açılacak oyun başlayacaktır. Nasıl olduysa bir gıcık gelir kendisine. Boğazını temizlemek için sahne arkasına mecburiyetten gider ve bir köşeye tükürür. İşte o tükürük, sanatçının utancına dönüşür…

  Ya yaşadığımız şehirler? Bizlerin her şeyi değiller mi? Onurumuz, namusumuz, beslendiğimiz, üzüldüğümüz, güldüğümüz, çocuklarımızı yetiştirdiğimiz bu kutsal yerlere her gün nasıl tükürür insan? Hangi bitmemiş insanlığın ilkel tarafıdır bu tür alışkanlıklar?

  ATMAZSAK BATMAZ…

Yaşamı anladıkça, şehirlerimize dört elle sarıldıkça, hiç bilmediğimiz ama kulağa çok hoş gelen klasik eserler de çok seveceğimiz, gitmediğimiz opera sahnelerini bile ne çok ŞEY kaçırmışız diye izleme fırsatı kollayacağımız yerlere dönüşecektir.

 Güven SERİN 

  

 

 

 

 

 





4 Nisan 2023 Salı

ATLARA EZİYET SON BULSUN

 

İnternet

                            ATLARA EZİYET SON BULSUN!

    Kadim milletimizin en önem verdiği hayvanlardan birisidir at! Göç yolculukları, savaşları, barışları, oyunları neredeyse yüzlerce, binlerce öykülerin içinde hep atlar vardır.

   Cirit oyunlarından tutun da, kız almalara, kız vermelere, her türlü sportif etkinliğe atlarımızı dâhil ettiğimiz aziz milletim, bir türlü bu hayvanların yaşam kalitelerini arttıracak hakları sağlayamamıştır.

   Göçlerimiz, kırsal yaşamlar azaldıkça, hatta yok oldukça bizler de atlardan o kadar uzak kaldık ve uzaklaştık. Sanki atlar hiçbir zaman bizlere yakın olmamış gibi, bizlerin var oluş zamanlarına tanıklık etmemiş gibi, önce atlarımızı, sonra köpeklerimizi ve en kötüsü tabiata olan yakınlığımızı kaybettik…

   Özellikle Z Kuşakları gençlerin duyarlı olanları, Roman vatandaşlarımızın elinde kalmış atları görünce büyük acı çekiyorlar. Bir deri bir kemik kalmış, çoğunun ayağı topal; zorlanarak son saati bekliyor, belki de hayvanların en temiz, en masum duygularıyla yaratıcıya yalvarıyorlar: -Bu eziyet son bulsun, diye…

   Duyarlı her insan gibi çoğu zaman yanımdan geçen, ayağı topal, oldukça zayıf ve bitkin bir atın çektiği at arabasını ve kâğıt toplayıcı Roman vatandaşları görmemezlikten geliyorum. Belki de kendimden utandığım için, gördüğümü yok hükmünde sayıyorum…

   Bu sefer böyle olmadı! Bir işim dolayısıyla 100.Yıl Mahallesi Sanayi Caddesi üzerinde halk otobüsü beklerken gördüm; tek atın çektiği kâğıt toplayıcı Roman vatandaşlarımızın at arabasını. Yanı başımda duran Z Kuşağı gençler benden önce görmüşler.

   Ehliyet sınavından çıkan genç kız kazanmış olduğu sınavın başarısını sevinemeden gördü; topallayan atı. Arkadaşlarına seslendi;

—Gördünüz mü hayvancağızı; zorla gidiyor. Üstelik topallıyor da! Acaba ne yapabiliriz? Arkadaşlarından birisi;

—CİMER-İletişim Başkanlığına hemen şikâyette bulunalım!

   Gençlerin haykırışı, zorlanarak yürüyen hayvan için çektikleri acı sanki olduğu gibi bana geçmişti. Çünkü bu kanayan yaramız; yaramadı. Çok katlı evlere, sitelere ve onların korunaklı çift camlı evlerine sadece bedenlerimizi değil, ruhlarımızı duyarlılıklarımızı da saklamışız…

   Uzun uzun baktım, giden at arabasının ardından. At topallamak-la kalmıyor, düştü düşecek haliyle, gerçekten de insandan ve İNSANLIKTAN yardımı çoktan kesmiş, evrene teslim olmuşcasına ilerliyordu.

   İstanbul Adalarda bulunan atlara nefes aldırdık. Belki de kanayan vicdanları bir parça tedavi ettik. Ya son kalan atlarımız? Yoksul Roman vatandaşların ellerinde bulunan ekmek tekneleri?

   Çözümü yine matematikte, akılda, adalette gizli değil mi? Roman vatandaşlarımız bu hayvanlarla kâğıt, hurda toplayarak geçimlerini sağlıyorlar. Sağlamalılar da! Hayvan hakları yasasını bir tarafa bırakalım…

    Hayvanlar, kırların olduğu yerlere yakışmıyor mu? Şehirler, insanı bile tüketirken, yaylalar, dağlar ve ovalara yakışan, oralarda olmak isteyen bu asil hayvanları, halen olmaması gereken yerlerde yaşatıyoruz: -Bu yaşamaksa…

   İstanbul Adalar’da faytonlarda ölümü bekleyen atlarımıza nasıl bir çözüm bulunduysa, faytoncular ile adil bir şekilde anlaşıldıysa, Roman vatandaşlarımızın hurda, kâğıt toplamalarına uygun, elektrikli araçları vermeliyiz. Acı çeken, hasta ve yorgun son atları da en güzel ortamlarda, yaşamlarının son günlerinde en iyi ve özgür bir şekilde yaşatmalıyız…

 Niçin mi?

Çocuklarımızın vicdanlarına dokunmayacak, onların genç vicdanlarını acıtmayacak çözümler ne çok şey katar; biz büyüklerin görmezden geldiğimiz, artık kireç tutmuş irademiz ve düşüncelerimize…

 Güven SERİN