NURULLAH ATAÇ
ORHAN KEMAL
NURULLAH ATAÇ
ÖLDÜ
Nasıl bir yazgıdır
ki, sanatçılar sanatlarıyla birlikte öldüklerinden sonra tekrar doğuyorlar.
Sahiplenenleri okuyucular olduğu kadar, diğer sanatçılar da, ölen büyük bir
yıldızın parçalarından doğan gezegenler gibi, sanatsal yaşamın peşinden
koşuyorlar.
Nurullah Ataç ile
Orhan Kemal arasında onun ifadeleriyle ciddi çatışma yaşanırdı. Nurullah Ataç
İstanbul Numune Hastanesinde son nefesini verdiğinde acı haberin tez yayılışı yaşandı.
Orhan Kemal o akşam “Kafayı bir güzel
çekerken” yani, çilingir sofrasını bir güzel hazırlayıp rakısını içerken bu
haberi duydu.
“Nurullah Ataç öldü”
dedi haberci. Şairin ölümü vermişti vermesine haberci ama onca zaman Nurullah
Ataç’a eleştiri yapan, bir yerde onu yerli yersiz eleştiren yazarın kalbindeki
bir yerde bir şey doğdu bu acı haber karşısında.
O ânı Orhan Kemal
şöyle anlatıyor;
“ Dün gece, kafayı
çekiyordum Fikret. Acı haber geldi. Nasıl üzüldüm tasavvur edemezsin. Meğer ne
kadar severmişim onu! Oysa hiç sanmazdım bu kadar sevdiğimi.
Peki, ama şimdi kime kızacağız? Kimin
arkasından atıp tutacağız? Kızdırmak için kimi iğneleyip vereceği cevapları
merakla bekleyeceğiz?”
Orhan Kemal,
Nurullah Ataç’ın ölüm acısını mektuplaştığı Fikret Otyam’a bu şekilde aktarır.
Rakiplerimiz
sandığımız insanların yüceliği ölümleriyle birlikte ayrı bir önem kazanır.
Belki de bizi yaşama bağlayan şey rakiplerimizin çok iyi oluşudur? Düşünsenize
bir kere, insanda bu hissiyat olmasa, daha ileriye, daha güzele ve faydalı
olana nasıl ulaşırdı? En iyi rakiplerin en üretken olana yaklaşmaları rekabetin
iyi ve sağlam oluşundan değil midir?
Yıllardır köşemde
yazıp duruyorum. Belki de çoğu zaman; “Kendim çalıp kendim söylüyorum!” Neden
diyecek olursanız; bu alanda yazan, çizen ve rekabet eden kişi sayısı o kadar
az ki; rakip olmak için birbirimizi bile merak edip takip etmiyoruz…
Değişen zamanla
birlikte değişen ilgi alanları, sosyal medyanın çılgınlıkları insanların
birbirine olan meraklarını, rekabetlerini de değişime zorluyor. Meraksız,
ölçüsüz, rekabetsiz yaşamın; yaşamların dadı da tuzu da olmuyor…
Nurullah Ataç’ı
ölümünden önce ziyaret eden Fikret Otyam gördüklerini şu şekilde anlatıyor;
“ Yatağına yanlamasına yatmıştı. Kaderine razı olmuş bir
hali vardı. Beyaz üstüne kara çiçekli, bir yazma yorgan altındaydı. Küçük
tepecekleri kitaptı, üç taraftı. Sigarasını, Kulüp sigarasını yedeklemiş. İlaç
doluydu masanın üzeri. Elini tuttuğum zaman irkildim. Müthiş bir sıcaklık
vardı.’Ya işte Fikret Bey, bu sefer yolcuyum…’,’Aman Nurullah Bey, ne biçim söz
bu? Alt tarafı zatürree!’ ,’Yok, yok bu sefer yolcuyum, kurtulamayacağım.’
Sık sık kucağımdaki
fotoğraf makinesine bakıyordu. Çekeceksen çek, der gibiydi…”
Fikret Otyam
fotoğraf çekmeyi o kadar sevdiği halde, o ânın fotoğrafını çekememişti.
Öleceğine bu kadar inanmış bir insanın son görüntüleriyle yüzleşememek miydi?
Yoksa derdine çare bulamamış olmanın derin hüznü, sanatının da önüne mi
geçmişti? Bilinmez…
Fikret Otyam,
yutkunarak “ Geziden yeni döndüm” der ve Nurullah Ataç’ın odasından çıkar…”Özür
diliyorum fotoğraf makinesi için. İkimiz de sezmiştik bunun son olduğunu.
Gazetemdeki son yazısını okurken tamamlamıştım kendimi.”
Velhasıl dostlar;
Nurullah Ataç öldü… Tıpkı, Abidin’in, Haldun’un, Orhan Veli’nin, Sait Faik’in
Nazım’ın, İlhan’ın, Sabahattin’in, ölümleri ve öldükten sonra dirilişleri gibi
bir ölümdü onunki…