S.Salgado
S.Salgado
KARANLIĞIN KALBİ
Toprağın Tuzu (The
Salt of the Earth) belgeseli; belgeselden çok öte bir şey! Sanatçının doğru
ifadesiyle;
“ Fotoğrafçı, sözcükleri ışıkla, gölgeyle çizen kimsedir.”
Foto, ışık anlamına, graf da; yazmak, çizmek anlamına geliyor. Bu anlamı,
yaptığı işte en iyi pekiştirenlerden birisi Sebastiao Salgado’dur.
Akıllı telefonlar,
bilgisayarlarımız; sosyal dünyamıza ve ticari hayatımıza ciddi katkılar ve aynı
zamanda kayıplar da katarken; insana; insanlığa olan bakışımızı değiştirecek
kültürel hazineleri de içinde barındırıyor.
Bu dünyanın
hazinelerine ulaşmanın yolu sandığınız kadar basit değil. İmkânsız hiç değil…
Sadece, emeğe saygının varlığını ruhunuzda üretmeye başlayıp seçici olmaya
başlayıp, seçkin olana ciddi bir aşk duymaya başladığınız an; yaşamın şifreleri
parça parça açılmaya başlıyor.
Toprağın Tuzu, bir
sanatçının yaşam serüvenini, fotoğraf sanatıyla hepimizin bir fotoğrafçı olduğu
ama çoğu çekimlerimizi bilinçsiz yapıp hiçbir anlam yüklemediğimizi de anlama
fırsatı veriyor.
Elimizde tuttuğumuz
akıllı şeyler, her an aksayan, derin yaralar açan bir dehşeti-vahşeti
belgelemeye, belgeleri ise insanlığın hizmetine sunma becerisini sanatın
yardımıyla kaidenin üzerine oturtmaya çalışabiliriz.
Yaklaşık iki saat
sürecek bu eser bitiminde içimizde var olan, oldukça derinlere inmiş olan
insani yanın büyüklüğünü veya küçüklüğünü görüp şaşıracaksınız. Bu eseri şu
adresten, sorunsuz izlemeniz, izleyince altına size ait; oluşmuşsa eğer
fikrinizi yazmanızı diliyorum;
Sanatçı; Salgado ilk
önce Altın Madeni, yani altın arayıcıların açtığı büyük çukuru, büyük umutların
ortaya çıkarttığı o muhteşem dehşeti göstererek başlıyor.
Brezilya’nın altın
madeni görüntüleri sizi başka bir gezegene inmiş hissiyatına getirecek.
Sanatçının ifadesiyle;
Görkemli çukurun etrafına geldiğinizde bütün tüyleriniz
diken diken olacak… Sadece görkemli çukura gelince mi? Hayır; oradaki
insanların uçurumun derinliğine koşarak inmelerine, koşarak çıkmalarına, kör
kadının görenlerden çok öte ulaştığı insani trajediye de tanıklık edeceksiniz.
Sanatçı belgesel
fotoğrafçılığından yola çıkarak yerinde hiç durmuyordu. İçindeki çağrı onu
Afrika’ya; Raunda Soykırımına çekti. Birkaç ay içerisinde öldürülen 800 Bin
Tutsi’nin vahşeti sanatçıyı insanlık yolunda şaşkına çevirdi.
Ölümleri; vahşetin
derin yarıklarını gördüğünde bedeni değil ama ruhu hastalanmıştı. Artık şuna
inanıyordu;
Nefret, bulaşıcıydı…
Sanatçı, türümüzün
tehlike derecesini görmek için herkesi bu belgeselde çekilen fotoğrafları
görmeye çağırıyor. Sadece görmek değil; bu bir yüzleşme olayıdır da;
insanlığımızla; hangi türe ait olup olmadığımızla da…
Raunda Soykırım
olaylarını yakından izleyen, onları kayıt altına alan sanatçı, oradan
ayrıldığında ruhu da hastalanmıştı. Ve şuna inanıyordu;
“ Artık hiçbir şeye
inanmıyorum! İnsanlık için bir kurtuluş olduğuna… Yaşamayı hak etmiyorduk…”
Brezilya’ya
döndüğünde kendini doğaya adadı. Hastalanan ruhunu onaracak tek yer; dedesinden
kalan toprakların, çorak dünyanın tekrar fidanlar dikilerek ormana dönüşümünü
izlerken; var etmenin, yaşatmanın, uğraşın, emeğin, sevginin gücü sayesinde;
kendini de, hasta ruhunu da onarıyordu.
Bütün bu uğraş
dünyasında, ağaç, hayvan fotoğraf çekimleri sonucunda sanatçının ulaştığı şey;
“ Anladım ki bende,
bir kaplumbağa, bir ağaç veya çakıl taşı kadar… Bu doğanın bir parçasıyım…”
Sanata dönüşmüş her
çalışma; bir şeyi açığa çıkartıyor; bütün savaşımızın anlamsızlığını… En
sonunda döngü ve dönüşüm sayesinde, bir çakıl taşı kadar yararlı veya yararsız
küçük bir parçaya, bitkiye, hayvana dönüşeceğimiz belliyken, sonsuzluk, bu
gururlu, çalımlı ve bezgin halimizle bizi bulması imkânsızken;
Bu tür çalışmalarla
kaybedilen zamanlarımızın garip, sefil pişmanlıklarıyla uğraşmak yerine, iki
saatlik bir çalışmayla bir ömrü; son anlarda bile kurtaracağımızın kanıtıdır;
bu belgesel; bu sanatsal çalışma…
Güven Serin