Sayfalar

30 Eylül 2016 Cuma

KARANLIĞIN KALBİ


S.Salgado



S.Salgado


                                                    KARANLIĞIN KALBİ



  Toprağın Tuzu (The Salt of the Earth) belgeseli; belgeselden çok öte bir şey! Sanatçının doğru ifadesiyle;

“ Fotoğrafçı, sözcükleri ışıkla, gölgeyle çizen kimsedir.” Foto, ışık anlamına, graf da; yazmak, çizmek anlamına geliyor. Bu anlamı, yaptığı işte en iyi pekiştirenlerden birisi Sebastiao Salgado’dur.

  Akıllı telefonlar, bilgisayarlarımız; sosyal dünyamıza ve ticari hayatımıza ciddi katkılar ve aynı zamanda kayıplar da katarken; insana; insanlığa olan bakışımızı değiştirecek kültürel hazineleri de içinde barındırıyor.

  Bu dünyanın hazinelerine ulaşmanın yolu sandığınız kadar basit değil. İmkânsız hiç değil… Sadece, emeğe saygının varlığını ruhunuzda üretmeye başlayıp seçici olmaya başlayıp, seçkin olana ciddi bir aşk duymaya başladığınız an; yaşamın şifreleri parça parça açılmaya başlıyor.

  Toprağın Tuzu, bir sanatçının yaşam serüvenini, fotoğraf sanatıyla hepimizin bir fotoğrafçı olduğu ama çoğu çekimlerimizi bilinçsiz yapıp hiçbir anlam yüklemediğimizi de anlama fırsatı veriyor.

 Elimizde tuttuğumuz akıllı şeyler, her an aksayan, derin yaralar açan bir dehşeti-vahşeti belgelemeye, belgeleri ise insanlığın hizmetine sunma becerisini sanatın yardımıyla kaidenin üzerine oturtmaya çalışabiliriz.

 Yaklaşık iki saat sürecek bu eser bitiminde içimizde var olan, oldukça derinlere inmiş olan insani yanın büyüklüğünü veya küçüklüğünü görüp şaşıracaksınız. Bu eseri şu adresten, sorunsuz izlemeniz, izleyince altına size ait; oluşmuşsa eğer fikrinizi yazmanızı diliyorum;


  Sanatçı; Salgado ilk önce Altın Madeni, yani altın arayıcıların açtığı büyük çukuru, büyük umutların ortaya çıkarttığı o muhteşem dehşeti göstererek başlıyor.

  Brezilya’nın altın madeni görüntüleri sizi başka bir gezegene inmiş hissiyatına getirecek. Sanatçının ifadesiyle;

Görkemli çukurun etrafına geldiğinizde bütün tüyleriniz diken diken olacak… Sadece görkemli çukura gelince mi? Hayır; oradaki insanların uçurumun derinliğine koşarak inmelerine, koşarak çıkmalarına, kör kadının görenlerden çok öte ulaştığı insani trajediye de tanıklık edeceksiniz.

  Sanatçı belgesel fotoğrafçılığından yola çıkarak yerinde hiç durmuyordu. İçindeki çağrı onu Afrika’ya; Raunda Soykırımına çekti. Birkaç ay içerisinde öldürülen 800 Bin Tutsi’nin vahşeti sanatçıyı insanlık yolunda şaşkına çevirdi.

 Ölümleri; vahşetin derin yarıklarını gördüğünde bedeni değil ama ruhu hastalanmıştı. Artık şuna inanıyordu;

  Nefret, bulaşıcıydı…

  Sanatçı, türümüzün tehlike derecesini görmek için herkesi bu belgeselde çekilen fotoğrafları görmeye çağırıyor. Sadece görmek değil; bu bir yüzleşme olayıdır da; insanlığımızla; hangi türe ait olup olmadığımızla da…

  Raunda Soykırım olaylarını yakından izleyen, onları kayıt altına alan sanatçı, oradan ayrıldığında ruhu da hastalanmıştı. Ve şuna inanıyordu;

  “ Artık hiçbir şeye inanmıyorum! İnsanlık için bir kurtuluş olduğuna… Yaşamayı hak etmiyorduk…”

  Brezilya’ya döndüğünde kendini doğaya adadı. Hastalanan ruhunu onaracak tek yer; dedesinden kalan toprakların, çorak dünyanın tekrar fidanlar dikilerek ormana dönüşümünü izlerken; var etmenin, yaşatmanın, uğraşın, emeğin, sevginin gücü sayesinde; kendini de, hasta ruhunu da onarıyordu.

 Bütün bu uğraş dünyasında, ağaç, hayvan fotoğraf çekimleri sonucunda sanatçının ulaştığı şey;

 “ Anladım ki bende, bir kaplumbağa, bir ağaç veya çakıl taşı kadar… Bu doğanın bir parçasıyım…”

 Sanata dönüşmüş her çalışma; bir şeyi açığa çıkartıyor; bütün savaşımızın anlamsızlığını… En sonunda döngü ve dönüşüm sayesinde, bir çakıl taşı kadar yararlı veya yararsız küçük bir parçaya, bitkiye, hayvana dönüşeceğimiz belliyken, sonsuzluk, bu gururlu, çalımlı ve bezgin halimizle bizi bulması imkânsızken;

 Bu tür çalışmalarla kaybedilen zamanlarımızın garip, sefil pişmanlıklarıyla uğraşmak yerine, iki saatlik bir çalışmayla bir ömrü; son anlarda bile kurtaracağımızın kanıtıdır; bu belgesel; bu sanatsal çalışma…  

 

 Güven Serin 

  


29 Eylül 2016 Perşembe

ORGANLARIMI BAĞIŞLAMALIYIM!



Ebedi Dönüşüm;toprak,su derken;şimdi de irade,bilinç...



ORGANLARIMI BAĞIŞLAMALIYIM
-------------------------


  Nice zamandan beri düşünüyorum; hatta düşlüyorum. İkilem arasında kalıyorum; organlarımı bağışlamak mı, yoksa tıp fakültelerinde kadavra olarak kullanılmak mı?

 Bu ikilem, tam da yerine oturmamış durumda. Çünkü halen korkuyorum… Sanki diri diri organa ihtiyaç duyulan bu diyarda; bilmem kaç milyonun ettiği bir organın ihtiyacı duyulduğunda; sen misin organını bağışlayan; gel bakalım, böbreğinin birisini alacağız; dediklerini duyumsuyor gibi paranoyalar geliştiriyorum.

 Hâlbuki böyle değil! Olsaydı, çoktan suyu çıkardı bu işin… Çok önemli bir karar! Hep gelecek, hep ebediyet deriz ya; alın size; gelecek için güzel bir iş; miras bırakmak… Sizden sonra, böbreğinizin, gözünüzün, karaciğerinizin yaşayacak oluşu; ebediyeti simgelemiyor mu?

  İlim insanları, bürokratlar da gelen tepkileri iyi algılamış olacaklar ki; bu konuda insanı tatmin eden açıklamalar, güvenceler; Organ Bağışının ne olduğunu anlatan broşürler bastırmışlar.

 Tekirdağ Süleymanpaşa Belediyesini gittiğimde gözüme çarptı. Alıp, günlerdir masamda tutuyorum. Sık sık okuyorum. Organ bağışı nedir? Ne zaman bağışlayabilirim? Bağışladığım organlar adaletli bir şekilde ihtiyacı olanlara nakledilir mi? Gibi sorulara cevap…

 Aslında, toprak; toz olacak organlardan söz ediyoruz. Bizler ölünce, birkaç ay içerisinde izleri bile kalmayacak; biz yaşarken, en üstün görkemi, gururu, çalımı, alçakgönüllülüğü taşıyan, gösteren organlarımızın; ölümle birlikte dönüşüme girdiğini hepimiz biliyoruz.

 İmamlara, öğretmenlere ve toplumun içinde kendini faydaya, iyiye, üretkenliğe adamış herkesin görevidir bu konuyu anlatmak. Hatta ülkemize; hatta dünyaya bir borcumuz…

 Sözün özü sayın okuyucu ben halen organlarımı bağışlamadım.  Bağışlama inancım hiç yok olmadı. İkilemi nihaiyi karara dönüştürmeliyim. Elbet ben ölçü değilim. Belki de bir yazarın okuyucuyu kandırma oyunu içinde, sizi organ bağışlamaya ikna etmeye çalışıyorum; bir siyasetçi gibi…

 Yüce ölüm ve ebedi uyku… Çürüyen organların hiçbir yararı yok. İnsan kutsallığını taşıyan anı, hatıralar, bizi anımsatacak mezarımızın soylu kemikleri; bizi anmaya gelenler için yeterli bir maneviyat…

 Düşünün! Bu konuda ciddi ciddi düşünün! İyi bir şey; bütün çelişkilerin ortasında, insanlık çığlık çığlığa giderken dahi, bir sürü ilim insanı didinip duruyor; yaşarken organlarını deney odacıklarında tüketiyorlar. Bizler, tükenen organlarını mızı bağışlamışsınız çok mu?

Güven Serin



28 Eylül 2016 Çarşamba

MOZART ETKİSİ



Müzik;illa...


                                       MOZART ETKİSİ


  Daha üç yaşında piyona çalıp, 7 yaşına geldiğinde besteler yapmak,8 yaşındayken senfoni yazmak; bütün bunlara ek olarak muhteşem bir sol el becerisine sahip olmak Mozart’a özgü bir şey…

 Bütün bu üstünlükler onun bir deha olması 36 yaşında ölmesini engelleyemiyor. Birçoğumuza göre ne kadar çor erken; değil mi? Kardeşimin öldüğü yaşlarda… Birçok insanın yakını bu yaşlarda ölmüştür ve hep çok erken diye sitemler edilmiştir.

  Olağanüstü insanların matematiksel bir karşılığı olmalı! Belki yüzyılda bir; belki; yüz milyon kişide bir… Yedi milyar insan söz konusu olunca; kim bilir ne tenha köşelerde, ne muhteşem dahiler fark edilmeden kaybolup gidiyor.

 Mozart Etkisi, diye bir etkiden söz ediliyor. Oldukça geniş çevrelerde; üstelik bilimsel araştırmalarla da destekliyorlar.

 Mozart Etkisini saygıyla okudum, kendi ruhum ve bedenime davet ettim. Yine de 100 maymun etkisini-teorisini istemekten geri kalmıyorum. Toplumların değişime, adalete, iyi ve güzele aynı anda ses çıkartıp; büyük insanlık yürüyüşünün yapılacağı o ana; düşler kurup, minnetle bir an önce gelmesini diliyorum.

  Mozart etkisi nedir? 36 yaşına kadar hayat sürmüş; kayıtlı 626 eseri olan, 12 yaşında 3,5 yıllık bir konser turuna çıkan bu dâhinin ne gibi etkisi olabilir?

  Bu konuyu araştıran Çiğdem Dönmez Kırlangıç, bir de Alber Schweitzer’den bir alıntı yapıyor:

 “ Bütün dahiler göklere uzanır, Mozart ise gökten inmiştir.” Bu çok anlamlı bir ifade… Tanrı kılığına girmek isteyen nice canlılar, insanlığı savaşlara sürükleyen bir sürü cani ve canavarı düşününce; bu ifade, insan bedenini iliklerine kadar titretiyor.

  Bazı okuyucularımızın engin bilgisinin depreşip “ Mozart, Türk Marşı, Mozart Türk Marşı” diye, sözcük gösterisi yaptığını da duymuyor değilim. Saraydan Kız Kaçırma operası da bizim topraklarımızda Osmanlının sade yaşamının ayrı bir sembolü olan Topkapı Sarayıdır. Mozart Osmanlı Mehter Marşından etkilendiği gibi Osmanlı yaşam tarzından da etkilenip sanatın ölümsüz kimliğiyle ruh vermiştir bu eserlere.

 Hâlâ Mozart Etkisine gelmediğimi biliyorum. Şimdi geldim işte! Etkinin insana ait tarafı, Mozart’ın eserlerinde sıradan insanı, kadını, acıyı işleyip soylularla dalga geçmesiyle başlar.

 Müziğiyle sanatın ve sanatçının başkaldırısıdır aynı zamanda bu etkinin zamanlar arası yayılacak oluşu. Besteleri ilk zamanlar biraz abartılmış olarak bulunsa da birçok insanın Mozart dinlemenin neşe, huzur ve zindelik etkisi verdiğini; verdiklerini söylemişlerdir.

 Sadece neşe huzur mu? Çocukların zekâ seviyelerinde olumlu gelişme yarattığına yönelik bilimsel çalışmalardan söz ediliyor. 1990–1993 yıllarında California Üniversitesi; Öğrenme ve Hafıza Nörobiyoloji Merkezi bilim insanları yaptıkları araştırmalarda, bazı müziklerin IQ arasında bir ilişki olduğunu ortaya koydular.

  Benzer çalışmalar bir Wisconsin Üniversitesi’nde yapıldı. Mozart’ın K 488 no’lu piyona konçertosu fareler üzerinde başka müziklerle birlikte test edildi. Sonuç; Mozart Konçertosunu dinleyen farelerin yollarını daha kolay bulduğu üzerine…

 Fransız Tıp ve Bilim Akademileri üyesi Dr.Alfred Tohatis tarafından da bir araştırma yapıldı:

  Beynin elektriksel olarak şarj olmasında kulakların anahtar görev yaptığı; beyin hücrelerindeki elektriksel enerjinin azalması konsantrasyonun bozulmasına ve yorgunluğa sebep olduğu biliniyor. Bu durumda beynin piller gibi şarj edilmesi gerekiyor. Tomatis, beyin hücrelerinin enerjiyle şarj edilmesi için 5000 ile 8000 Hz. Arasında yüksek frekanslar içeren müziklerin dinlenmesi gerektiğini keşfeder. Yıllar süren analizlerden sonra bu aralık frekansa sahip müziklerin Mozart’ın müziklerinde mevcut olduğunu görür.

 Birçok hastalığın tedavisinde kullanılan Mozart müzikleri (Sara, Alzheimer” gibi… Bazı çiftliklerde ineklere dinletilerek daha fazla süt alındığı ifade ediliyor.

 Bu etki gerçekten var mı? İnsanın, kendini arayan, allak-bullak olmuş insanlığın bilgi deryası içinde kirlendiği bu günlerde; yine kendisinin arayıp bulması, kendi kendini dinleyip, farkları hissetmesi veya reddetmesi; ancak uygar insanın, değişime, gelişime hazır insanın ispatlayacağı bir konu…

 Yine de Mozart’ın K 488 no’lu piyona konçertosunu günde birkaç kere dinlemeniz size bir şey kaybettirmeyecektir; belki de etkinin, size ulaşacak enerjinin yararını görüp, diri olduğunuzu hatırlayacaksınız…

 Güven Serin 

 

  


27 Eylül 2016 Salı

YALAN-DOLAN KÜLTÜRÜ


Ne büyük mutluluk ve ne muhteşem
hayal kırıklığı...



                                           YALAN DOLAN KÜLTÜRÜ


  İnsanın insanlık önünde aldığı yolu; şehirlerinin meydanlarında, sokaklarında, caddelerinde görebileceğimiz gibi; cenaze ve düğün törenlerinde de görebilir, orada yaşayan insanların samimiyet, görgü, beceri öğretileri karşısında ki davranışlarını yorumlaya biliriz.

 Baştan söylemeliyim; ne cenaze ne de düğün törenlerimizde çok ciddi bir samimiyet görebiliyorum. Gecikmiş kucaklaşmalar, bolca sırıtmalar; insan samimiyetinin bir de sevgisinin karşılığı değil…

 Bir aldatmaca, bir örtülü gurur ve gösteri şöleni yaşanıyor; üstelik içinde bolca yalanın dolanın olduğu… Balık baştan kokar ya; işte tam da bu yüzden, okullarda ki, felsefenin, güzel sanatların, saptırılmamış tarihin anlatımlarının, uygulamalarının eksik olduğunu, yetmediğini düşünüyorum.

 Bu durumu Fransız ozanlarının en önemlisi kabul edilen ozan, eylemci Lous Aragon’un şiiriyle anlatmak istiyorum; bir ders, bir hikâye; bize bir gerçek kadar gerçek yüzleşme şakası yapacak; kabul edip etmemek, irdeleyip irdelememek yine bizim soylu pişkinliğimiz veya bilgiye aç oluşumuzla yakından ilgili;

Başladı yine yalan dolan
Çalkalanıp duruyor ortalıkta
İnanıvereceksin bağıranlara
Neyse ki uymuyor havaları
Memleketin havalarına

Koca bir saray bu dünya satılık
Hâla duman duman içerisi
Bereket mavi gök var üstünde
Farkında değil içindekiler;
Dam çöküverecek başlarına
Külden çünkü bu evin taşı toprağı

Sarayın önünde çalgı sesi var.
İnsan eti yiyenler konser veriyor
Bütün kıtalarda yalan renk renk
Çiçek açmış saksıların içinde
Zamanın rengi merdiven başında
Ölüm kıskıs gülüyor insanlara

Plak fırıl fırıl döner ortada
Kara bir güneş gibi kuyu dibinde
Çal oynasın oynayanlar bu gece
Yarın başka gelecekten kime ne
Gönüller boş gözler kaçar gözlerden
Utanıp içerisindeki boşluktan

Pencerenin önü deniz kıyısı
Çocuk ölümleri kumlar üstünde
Köyleri yakıyorlar nasıl olsa
Çakallar oturmuş bekler kenarda
Kahvedeyse dem vurulur bir yandan
Mutlak değerlerin üstünlüğünden!

 Sanatın bir gücü varsa eğer; işte bu bir güçtür; zamanlar arası, zamansızlığı; yani edebi bir yaşamı, sorgulamayı-tespiti ve insani seçenekleri anlatan; en güzel ifade, en gerçekçi haykırış; bir güçse eğer; bize kıskıs gülen bir güç veya ölüm; bizim algı, istek ve pişkinliklerimizin becerisiyle yakından ilgili bir sanatsal çağrı…



 Güven Serin 

26 Eylül 2016 Pazartesi

HERKES YAZAR-ÇİZER OLDU



İnsanlığı fethetmek;kılıç,kalkan,top,tabancadan çok
öte bir şey...


                                             İN-SANAT BAHÇESİ–21




HERKES YAZAR-ÇİZER OLDU
---------------------------


  Böyle bir şikâyet, can sıkan bir düşünce içindeyseniz vay halinize… Vay ki ne vay… Değişimin bize olan faydaları adına alkışlar yaparken, bir tek aşının milyonlarca insanı kurtarması, uçağın uzay boşluğu ile yerküre arasında günleri, saate dönüştürmesi; zamanı kısaltması; bir tuş ile kıtalar arası konuşup, görüşmemiz önemli bir yenilik; insanlık gelişimiyken, okuyucunun yazar-çizer olması niçin gelişimin temel taşı olmasın?

  Bu söyleme daha nicelerini ekleyebiliriz. Herkes fotoğrafçı oldu da, herkes şair oldu da diyebiliriz.

 Binlerce yıldan bu yana sınırlı sayıda şair, yazar, çizer varken; milyonarcasın okuyucu iken; evrimin, teknolojinin de yardımıyla değişim, yaratıcılığı sınamak, gerçek sanatçı mayasını, imbikten geçirmek adınadır bütün bu telaşlar; bütün bu yazarlık, çizerlik, şairlik işleri.

 Herkes okur, herkes tuşların aziz becerisiyle zaman, mekân ve emek anlayışının dışına taşıp, bir dokunuşta, kopyala, yapıştır, bir tuşla belgeselini, fotoğrafını çek yatkınlığına, teknoloji ve makinelerini yakınsa; binlerce yıllık askerin, çiftçinin, işçinin, ev kadını veya esaret altında ki tutsakların aynı zamanda başkaldırısı; rütbe törenleridir de…

 Adanmış sanatçı, mayasında üretkenlik olan insan böyle zamanlarda sanatın çatısı altında, kendi kulübesine çekilmeyi, yağmurun sağanak olanına imrenerek baktığı gibi, fırtınalı olanına da bakar. Üstelik kendi şöminesinde, peçkasında, maşingasında, kuzensizinde kendi bulduğu kuru odunların çıtırtıları içinde yudumlarken yaşamın yaşsız aralıklarını ve yüce terbiyenin en terbiyesiz hallerini bile…

  Bırakın, herkes yazar-çizer, şair ve fotoğrafçı olsun. Bunu bir dinlenme molası sayın! Yüzyılların değişimin, zamanın başından bu yana yaptığınız gibi; izleyerek, gözleyerek, eleme ve süzme zanaatlarına gönül katarak yapmanın şerefine bir yudum suyun, oksijen ve hidrojenlerine; bütüne yaptığı; oksijen, hidrojen ve karbonun mucizevi canlısının sefasını sürün; sığda ki derinliklerde boğulmadığınızın yüksek erdemiyle…


 Güven Serin 




23 Eylül 2016 Cuma

RİTM SIFIR


Marina ;

" Bana istediğinizi yapabilirsiniz" derken,sıfır hacmi
sorguladı; belki de büyük patlamanın en küçük halini...



Sırp Sanatçı Marina Abramovic


RİTİM SIFIR

------------------


  Bu başlığı okuyunca insan tam olarak ne hisseder? Kıpırtısız; sessiz bir ortam veya böyle bir ortama uyum sağlamak mı?

  Evrenin altın kuralıdır ritim. Hareket olmazsa olmazıdır evrenin ve aynı zamanda evrimin… Dünya bir saniyeliğine dursaydı, hepimiz uzayın derin, sessiz ve soğuk boşluğuna savrulurduk…

 Öyleyse; Ritim Sıfır, nereden çıktı?

  Elbette psikeart dergisinde Hande Aydın’ın anlatılarıyla. Hande Aydın otostopçu kavramıyla, dünyaca ünlü Sırp Performans sanatçısının 1974 yılında gerçekleştirdiği vücut sanatından söz ediyor.

  Sanatçı Marina Abramovic bugüne kadar birçok insanın sıra dışı diyeceği, kendi şehrimizde belki de izin veremeyeceğimiz çalışmalara imza attı.

  Ritim Sıfır ise oldukça ilginç; biz, insanların değişebilen tepkilerini, hissiyatını, oturuşmamış insanlık duruşumuzu anlatıyor.

 Yüzleşmeye hazırsanız, bu performansı; yani 1974 yılında gerçekleşen; aslında çalışma başladıktan 6 saat sonra zoraki sonlandırılan çalışmadan söz edeyim.

  Sanatçı, bu gösteride bir galerinin ortasında durarak önüne çeşitli nesneler koyuyor. Bunlar arasında makas, tabanca, ip, zincir, gül, jilet benzeri 72 farklı obje koyuyor. Nesneler Marina’nın önünde. Sanatçının önünde duran bir kâğıtta da şöyle bir yazı var;

“ Sanatçıya istediğinizi yapabilirsiniz.” Yazıyor. İzleyiciler ilk önce Marina’ya dokunuyor, öpüyor, gülü hediye ediyor; sonra ise vahşileşerek üstünü yırtmaya, boynunu jiletlemeye, genç sanatçıya zarar vermeye başlıyorlar. Bu sürede sanatçı hiç kıpırdamıyor; yani ritim sıfır…

  6 saat sonra birisi eline tabancayı aldığında güvenlik müdahale ediyor ve performans sonlandırılıyor. İnsanlar, bu şiddete kendilerinin yol açtığını anlayınca, Marina’nın kanlı vücudunu fark edince kaçıyorlar.

  Sizin anlayacağınız dostlar; ritmin sıfır olduğu yerde bile, insanın kaynayan katmanları, oturuşmamış altyapısı, hiç kimsenin tahmin etmeyeceği vahşiliklere zemin hazırlıyor.


 Güven Serin 


LAİK CUMHURİYET






LAİK CUMHURİYETİN ÖNEMİ
---------------------------


  Bir zamanlar; yani yakın zamana kadar Gülen denen insan ; “ muhterem kişi” kabul edilip, onun için gözyaşı dökenlerin öğrendiği bir şey var; Gülen, Türkiye Cumhuriyeti için ciddi bir tehlikedir. Cumhuriyetimiz en görkemli, gelişmeler en ileri olacak zamanlarda bir iç savaşın eşiğinden dönüldü.

 Görünen o ki, çok sistemli, bilinçli; adeta bir satranç oyunu gibi kırk yılda ülkemizin, cumhuriyetimizin altına dehlizler kazılmış. Kurumları işgal edilmiş. Kurtuluş Savaşı nasıl verildiyse, bu savaş; cehaletin, hilebazlığın savaşı da öyle verilecek; ilimden, akıldan, Mustafa Kemal’in dehasının ilkelerinden uzaklaşmayarak.

  Fransa’yı iyi tanıyan Sabahattin Eyüpoğlu kendi zamanından şöyle ifadeler taşır günümüze;

“ Fransa’da kilisenin ve dinseverlerin laik okula karşı giriştikleri savaş süregidiyor. Dünyayı saran sis arttıkça siyah urbanın yüzü gülüyor.”


 Defalarca irdelenmeli; bu duruma, günümüze nasıl gelindi diye! Gerçeklerin; yani ilimin ulaştığı gerçek; en doğru olandır. Yanlı, taraflı tarih olmayacağı gibi, gerçekler de ortaya çıkmıyor. Gizlemeden, ülke insanını aldatmadan ve Cumhuriyetin kemirilen taraflarını hızla onararak…


Güven Serin

22 Eylül 2016 Perşembe

BİR ŞAİR DIRANAS


Yeşil pencerenden bir gül at bana...
Işıklarla dolsun kalbimin için...

Aziz Öğretmene ve Öğrencilerine;
Saygıyla...


BİR ŞAİR; DIRANAS
---------------------


  Ahmet Muhip Dıranas; meşhur zindanı olan yerde; Sinop şehrinde dünyaya merhaba diyen ozan.

  Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla, şiirine ruh katan; belki de hepimizin bir Fahriye abla gizemine dokunan şair Dıranas…

  Cigarasız yapamam ben, diyen insan. Günde dört pakete çıkarttığı sigarayı, en kıymetli besin gören; içmemek için beynine bir nöbetçi diktim; ama ara sıra uykuya dalıyor nöbetçi; o zaman içiyorum işte, derken çocuk gözleriyle gülümseyen birisi…

  Bahçende akasyalar açardı baharla / Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye abla…

  Dıranas aynı zamanda Aziz öğretmenin öğrencileriyle arasında sonsuza bağlanan gizemli bir köprü gibi; şifresi ise yine bir Dıranas şiiri;

Yeşil pencerenden bir gül at bana.
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına.
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ!

  Dağları da işaret eder Dıranas; Köroğlu gibi hür yaşamayı arzu eder orada; cüceleşmiş insanlardan kaçmak için; sonsuzluğa kavuşmak adına; boşluklarda arar sevdiğini; yaralı bir hayvan bağırırken…

Güven Serin 


21 Eylül 2016 Çarşamba

SEN BENİM STRADİVARİUS'UMSUN


Stradivarius marka keman;

önemli,nadide,benzersiz...




İngmar Bergman ve Liv Ulmann



SEN BENİM STRADİVARİUS’UMSUN
---------------------------------------


  Ne çok sözcük var bilmediğim. Nü büyük dünyadır sözcüklerin uzandığı geniş okyanus… Günümüzün teknolojisi her gün milyonlarca bilgiye çok az sürede ulaşmamızı sağlıyor olabilir.

 Bir filmde, belgeselde, kitapta gördüğümüz; okuduğumuz sözcüğün anlamına çabucak ulaşabiliriz. Asıl güç olan bu çabuk ulaşmada başlıyor. Eleme, süzme ve özümseme zamanı; tıpkı şarabın oluşma süreci gibidir;

  İlk önce tarlayı fidan ekilir hale getirmenin, sonra o fidanlara çocuğumuz gibi bakmanın, kazmanın, sulamanın, budamanın süreçleri; sabırla beklenecek güneş, rüzgâr ve kökten yüreğe gidecek süreçte, üzüm salkımlarına dokunan ellerin hangi üzümü niçin seçeceğini, istendiğini bilmiş olması lazım.

 Pekmezlik, sirkelik veya sofralık mı? Yoksa şaraplık mı? Bunları bilmek de yetmiyor! Yapım süreci; emeğin en gösterişli olan ekşi, tatlı, demlenmiş zamanları tek tek gözleyip ortaya çıkan ürün için; iyi iş çıkardım, dediğimiz zaman…

  Liv Ulmann ile İngmar Bergman’ın yolculuğu da böyle başlar. İlk süreç; birisi yönetmenken, birisi oyuncudur. Birlikte film çevirirlerken Bergman’ın aşk yolculuğu başlar.

 Birlikte yaşarlar bir süre. Bildik tatları, tuzları, acıları çekerler. Ve sonra yolları ayrılır… Aslında Liv Ulmann’ın dediği gibi; hiçbir zaman ayrılmamışlardır. Arkadaş olmayı öğrenmişlerdir. Her daim, birbirinin yakınında; çok yakınında olmanın yüce şeyini…

  Bir aradayken söyleyemediğini bir mektupta ayrıldıktan sonra, ilerlemiş zamanlarda söyler veya yazar Bergman;

  “ Sen benim stradivarius’umsun!” Liv bu seslenişi hiç unutmaz. Anlamı, nadide bir çalgıdır. Telli çalgılarda bir marka; bu keman, işçilik, ses gibi nitelikleri bakımında benzersizdir…

 Benzersiz olanı anlayıp, alıkoymadan, tutsaklıktan kurtarıp arkadaşken sevmenin erdemine uzanmak ne büyük buluş…


 Güven Serin

20 Eylül 2016 Salı

KÖPEK DÜNYANIN EN FİLOZOF HAYVANIDIR




KÖPEK DÜNYANIN EN FİLOZOF HAYVANIDIR
-------------------------------

  Platon böyle sesleniyor bu arkadaş için; “ Köpek dünyanın en filozof hayvanıdır.” Böyle midir; değil midir; sizin takdirinize bırakıyorum dostlarım.

  Köpeğe; 10 bin yıllık insanla olan birlikteliğine tıpkı beygir denen hayvana yaptığımız yanlışı da hatırlatmadan geçemeyeceğim. Kırsal yaşamın vazgeçilmezi olan köpek, sonunda süs olmaktan öte, sokak hayvanına dönüştü.

 Platon bir şeyler biliyor ve gözlemiş ki köpeğin filozofluğunu öne çıkartıyor; üstelik yüzyıllar ötesinden bugüne…

   Bu bilgiyi bir bakın nasıl anlatıyor;

  “ Hepiniz bilirsiniz ne hayranlıkla bakar ona, ne özlemle koklar onu, ne coşkunlukla yakalar, nasıl bir dikkatle dişler, ne sevgiyle kırar, ne heyecanla yalar onu. Ne diye yapar bütün bunları? Nedir umduğu bütün bu çabaların? Nedir bulacağı nimet? Bir lokma ilik sadece, Ama doğrusu, bu azıcık şeylerin çokluğundan daha lezzetlidir.”

 Köpeğin, kemikte ki iliğe bakışını, onu ortaya çıkartmak için yaptığı saygın, zarif mücadeleyi hepimiz biliriz; görmüşüzdür.

 Rabelaıs Gargantua isimli eserinde Platona, köpeğin filozofluğuna yer verirken, bir başka şeye daha yer bırakıyor;

  “ İşte onun gibi sizin de bu yüce özlü kitapları koklamak, tatmak ve değerlendirmek için akıllı davranmanız gerekir, izlemede çevik, yakalamada atak olacaksınız; sonra merakla inceleyip üstüne dura dura kıracaksınız kemiği ve çekip yutacaksınız içindeki özlü iliği.”


 Güven Serin 

19 Eylül 2016 Pazartesi

DÜŞ GÜCÜ


                                        İNSANAT BAHÇESİ–13


DÜŞ GÜCÜ
-----------------

  Bir zamanlar hikâyeler, insanı insanlığa doğru çeker; insan kalmanın vicdani ve mecburi doğal süreci içinde eğlenilirdi. Bilgi sahibi olunur; yaşam denen büyük rüyanın zaman zaman baskı yapması, düş, hikâye, masallarla etkisiz hale getirilirdi.

 Bende size Sabahattin Eyüpoğlu’nun anlattığı bir hikâyeyi anlatacağım; belki bu büyük rüyanın kargaşasına, sefil öfkelerine boyun eğmiş bedenleriniz bir parça teselli bulur, kendi patikası için kendi düşüne yapışırız;

 “ Köyün birinde bir adam varmış. Güzel şeyler anlattığı için onu çok severlermiş. Her sabah köyden çıkar gider ve akşam döndüğü zaman köylüler etrafına toplanır;

‘Haydi, anlat bakalım, bugün neler gördün?’ O da anlatırmış; Ormanda bir kır perisi gördüm. Flüt çalıyordu. Etrafında halka halka kır perileri dans ediyordu. Köylüler daha başka şeyler anlatmasını isterlermiş ve o da başka şeyler anlatırmış; Deniz kenarına geldiğim zaman dalgaların kırıldığı yerde üç denizkızı gördüm; altın tarakla saçlarını tarıyorlardı. Ve köylüler bu güzel şeyleri anlatan adamı çok severlermiş.

  Bir sabah o adam yine her zamanki gibi köyünden çıkmış; fakat deniz kenarına geldiği zaman bakmış ki sahiden üç denizkızı, dalgaların kırıldığı yerde altın tarakla yeşil saçlarını tarıyorlar! Biraz sonra ormana giderken bir flüt çalarak orman perilerini oynatan kır perisini görmüş.

  O akşam köye dönünce köylüler yine etrafına toplanmış; ‘Haydı anlat bakalım, bugün neler gördün?’ O da cevap vermiş; Bugün hiçbir şey görmedim.” …

  İşte bu yüzden; gerçek sanatçılar ulaşılmaz bir mit; efsanedirler; var iken yok gibi algılanırlar; yok olunca hep vardırlar; Vergilius, Romalı şair Catullus, Homeros, Yunus, Evliye Çelebi, Mevlana; HEP vardırlar; tam da çelişkiye düştüğümüz, insanlık yolunda kaybolduğumuz zamanlar yanı başımızda yürürler.

Güven Serin 




 

 





17 Eylül 2016 Cumartesi

OKULLAR AÇILIYOR SORUNLAR BAŞLIYOR





                                       OKULLAR AÇILIYOR SORUNLAR BAŞLIYOR



  Neredeyse varımızı yoğumuzu adadığımız çocukların 2016–2017 okul sezonu başlıyor. Beraberinde bir sürü yükü de peşinden sürükleyecek; geleceğimiz olan eğitim ve öğretim ordusunu yetiştirmek, yarınlara hazırlamak hiç de göründüğü gibi bir şey değil…


  Ailelere binen yük sadece ekonomik değil! Sosyolojik tarafı, ekonomik tarafından daha da önemli görünüyor. Çocukların okul yollarında, eğitim ve öğretim sürecinde ülkesine iyi insan olma rüyalarına birçok engel, kötülüğün en hakiki hilelerini oynayacak.

 
  Sayın VALİM, Sayın Emniyet Müdürüm; Sayın çocuk anne ve babaları; işte tam da bu yüzden Valiler Toplantısında okullara dikkat çekildi. Hem Başbakan Binali Yıldırım, hem de Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan tarafından.

 Bu dikkat boşuna mı? Hayır! Asla…

  Okulların önünde sadece göstermelik polisin hiçbir işe yaramayacağı anlatıldı. İstikrarlı bir güvenlik gerektiği gün gibi ortada… Gelen şikâyetler; öğrenci, veli ve öğretmenler tarafından durumun pek iç açıcı olmadığını gösteriyor.

 Birçok okulun çıkış kapılarına yakın olan esnafların kuytu köşelerinde çocukları bekleyen kötülük; yine çocuk kılığında; sigara, hap ve okuldan koparmak adına her türlü cazip sunumu, cesareti, ısrarı ve tehdidi yapmaya devam ediyor.

  Canlı bir örnek; 50 Yıl İlköğretim Okulu çıkış kapılarına yakın, halk arasında “Serseri” diye adlandırılan çocuk grupları, okuldan çıkan çocukları bekliyor.

 Ne acı bir yazı kaleme alıyorum. Çocukları korumak adına, yine diğer çocuklardan korkuyoruz; onların yaptığı çocukça gidişatın, ne büyük felaketlere yol açacağının üzerine durmak istiyorum.

 Bir kereden bir şey olmaz felsefesi, hapa, sigaraya, alkole bağımlı kılınan küçük bedenler doğrusu oldukça cazip insanlar. Kandırılmaya, paralarını ve bedenlerini kuytu köşelerin kötülüğüne teslim etmeye çok çok uygunlar…

 Okulları koruyacak polislerin çocuk gelişimi konusunda ciddi bilgileri olmak zorunda. Çocukların iletişimleri, davranışları, onlara pusu kuran diğer çocukların başlangıç yerleri; yani yaşadıkları yerlerin bu hastalığı niçin ve nasıl ürettiğine kadar gidecek bir emniyet gücü gerekiyor.

 Sadece korku vermek, çocukları diğer çocuklardan korumak için “ SERT” görünmek görüntüyü kurtarmaktan ibaret…


 Hep söylenen şey; çocuk ilk önce evde, sonra okulda yetiştirilecek. Biri aksıyorsa, çocukları kaybetmek işten bile değil. Çünkü onları koruyacak olan öğretmenler de kendi yorgun dertleriyle meşguller.

 Annenin, babanın veya öğretmenin görmediğini okul dışında, okul kapılarında veya onlara yakın olan bazı sorunlu iş yerlerinde emniyet mensupları olmalı!

 Ülke geleceğini sağlıklı kılmak için, yapılacak en iyi yatırım; daha çocukken, iyinin, güzelin, sevginin yanında; ilimin, sanatın, sporun yanında gerçek bir Cumhuriyet çocuğu yetiştirmek; çocuklara adanmış bir Cumhuriyetin kurucu komutanı Mustafa Kemal’i anlamış olarak anlatmak…

 Değerli çocuklar; eğitim ve öğrenim yılınızı kutluyorum. Kendi kendine yeten bireyler olmanın harika yoluna çıkmış bulunuyorsunuz. Asalaklıklardan kurtulmanın en iyi kalkanı-ilacı; eğitim, öğretimdir.

 Solon; yani antik Yunanistan'ın yedi bilgesinden birisi, hem şair hem de devlet adamı olan o bilge 2600 yıl öncesinden şöyle bir haykırış yapar size;

  “ Güçlü ve genç kalmanın tek sırrı var, her gün yeni bir şey öğrenmek.”

 Öğrenmekten korkmayın! Görünmeyeni, puslu ve karanlık düşünceleri görünür kılan şeydir öğrenmek, eğitimin içinde olmak.

 Sevgili öğretmenlerim; hiçbir mazeret, size teslim edilen çocukları yok sayacak kadar yorgunluğu, bıkkınlığı anlatamaz. Bu iş, sıradan bir iş-meslek olmaktan çok ötedir; bir zanaat, bir sanat işidir; bu becerilere sahip değilseniz; sahip olmanın yollarını asil vicdanınız için öğreniniz!

Güven Serin





  

7 Eylül 2016 Çarşamba

ŞAFAKTAN BİR SAAT ÖNCE


Kamera; Güven   Ganoslar - Tekirdağ



Kamera; Güven  Ganoslar-Tekirdağ

Yunus Usta şafağı,günü minnetle selamlıyor


Kamera; Güven  Ganoslar Şafaktan Bir Saat Sonra..


Kamera; Güven  Ganoslar - Tekirdağ

Karaçalı ve Şafak Vakti;Karaçalı hep buradaydı,
insanlardan önce...


Kamera; Güven Ganoslar

Yunus Usta Alıç Ağacı meyvelerin selamlıyor;
kendi hissesine düşeni;sadece bir avuç alıçı
alıp yoluna devam...


Kamera; Güven   Ganoslar,
Sıradanlığın en sıra dışı olduğu yerler...


                                             ŞAFAKTAN BİR SAAT ÖNCE



  Bazı zamanlar “deli” zamanlardır. Hani herkesin uykuda horultular çıkararak uyuduğu zamanların birisinde, diğer sürü zamanlardan kurtarmak adına Ganoslara yani Işıklar Dağlarına; Kekik süslü tepelere doğru yol aldık.

 Yunus Usta ile yolun yolcusu olalı 10 yıl oldu. Nice tepe, vadi; dağ… Ganosları tam olarak tanıdım dediğiniz an yanıldığınızı anlar; yüz metre ötede değişen toprak, kaya, bitki örtüsü karşısında düşlerinizi, bilgi ve görgünüzü yenilersiniz.

  Kumbağ yöresinde Bayrak Tepe olarak bilinen yer; Yeniköy ile Kumbağ arasında; etrafınızı 360 derece; görebileceğiniz yükseklikte. Kuzeyde Işıklar Köyü, doğuda Kumbağ, güneyde Marmara Denizi ve adalar, batıda ise; Yeniköy, Uçmakdere; uzanıyor iç içe geçmiş Ganoslar; alabildiğine; kekik kokuları, ardıç ağaçları, artık bağ olmaktan çıkıp, doğanın ilk hanine dönen nice tarla, bağ, bahçe…


  Hani Veysel’in; bizim aşığın dediği gibi;

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yârim kara topraktır.

  Bir sadık yar gibidir Ganoslar. İçinde ne hikâye, mitolojik öykü saklar; tıpkı, kendi tepelerini, vadilerini, çataklarını, bitki ve meyvelerini sakladığı gibi…

  Şafaktan bir saat önce; karanlığın aydınlığa yolculuğu henüz ışık vermemiş… İki ulvi çam ağacı; eskiden bağ, bahçe olan tarlanın ortasında; birbirinden elli metre arayla uzanıyorlar gökyüzüne. Birinde Yunus Usta; diğerinde ben; kuzey rüzgârını siper ettik kendimize; şafağın doğmasını beklerken.

  Rüzgârın sesi ağaçtan ağaca fark eder. Kavak ağacı panik içinde korku ve telaş ettirir size. İğde, boynunu hemencecik büker görünür; sarhoş edici kokularından çok öte, incecik dallarını savurur erişim hedefine…

 Çamların, servilerin, köknarların rüzgâr ile kucaklaşması bir başkadır. Mitolojik bir anlatı, hatırlatma; belki de hiç eskimeyen bir şarkının melodisinin kalıcı bildirimim; haykırışı tekrar eder; zamanlar ötesinden.

 Sırtımı dayadığım çam ağacı; karanlık doğa, ileriki ormandan etrafa yayılan karatavuk, bülbül, saka, alakarga sesleri… İğne yapraklı çam, ürpertici sesini, bedene dokunan serinlikle tamamlıyor; kuşların melodisi ayrı bir koronun, yaşam biçiminin harekete ve tekrara gebe dünyanın yaşam felsefelerini gösteriyor.

 Her daim yeşil kalan çam; çeşitten çeşide; kara, kızıl, servi, köknar; en önemlisi, toprağa sımsıkı yapışmış; kimi taşın içinden; kimi en sarp tepelerden yükseliyor göğe; derinden derine; topraktan toprağa…

    Efsaneye göre şair Orpheus tatlı nağmeleriyle vahşi hayvanları bile büyülermiş. Yine efsanevi destana göre Homeros; “ onun karısını kaybettikten sonra üzüntüsünü hafifletmek için Trakya diyarına; Ganoslara uzanıp gece gündüz çalgısını çalıp, ağıtsal şiirler söylediği biliniyor.

 Ağır ağır şafak söktü Ganosların üstüne. Etraf aydınlıkla birlikte kekik koktu. Günü ve doğayı küçük termosumda getirdiğim kahve ile selamladık. Serinliğe katkı sağlayan birkaç yudum kahve…


 İnsanın ihtiyaçları hiç bitmeyecek görünürken, hâlbuki irade ve yetinme duygusuyla seçilen yaşam felsefesi; ne kadar az şeylerin ne büyük lütuf olduğunu söylemek, anlatmak isterim. Şafaktan bir saat önce uygarlığa bu kadar yakın bir yerdir Ganoslar. Aynı zamanda yabanıllığa, doğaya; insanın bağrından doğuran toprağa…

  Yürüyüş kimi keçi, koyun ve insan patikalarından, kimi orman ve doğa açılan yangın yollarından devam etti. Eskiden bağ olan tarlanın kıyısında iki ceviz ağacı; meyveleri üzerinde… Olgunlaşmışlar; yeşil kabukları görevini yapmış. Cevizler insan eli dokunmadan, kendi mucizevî tatları; insandan öte bütün canlılara adanmış gibi…

 Ceviz ağaçlarından sonra Alıç ağaçları; bunca zamandan sonra ilk kez karşımıza çıktılar. Meyveleri üzerlerinde, bir şölen sunumu gibi; cevizlerden sonra alıçlar; belki de doğaya koşulsuz, şartsız-şurtsuz gitmenin karşılığı da olabilir.

 Güven Serin 






6 Eylül 2016 Salı

TEKİRDAĞ MÜZİĞE,KENT OLMAYA SUSAMIŞ


Kavala Belediyesi Konservatuvarı



Kavala Halk Oyunları Ekibi


Kavala Edirne Konsolosu Pareskevi Charitidou ,

Tekirdağ Süleymanpaşa Belediye Başkanı,
Ekrem Eşkinat


Kavala Belediyesi Konservatuvar Sanatçısı

                                   TEKİRDAĞ MÜZİĞE, KENT OLMAYA SUSAMIŞ!



  Bir taraftan Türkiye Halk Oyunları Federasyonu ve Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi işbirliği ve bir taraftan Süleymanpaşa 2. Bağbozumu Etkinlikleri; kent bilinci edinme yolunda çok önemli adımlar…


 Hatırlatmak isterim ki; bir parça sahil yürüyüş alanları ve dinlence parkları şehrin ne büyük kıpırtısına; şehir insanının kapalı kapılar ardından dışarı çıkmasına ciddi birer sebeptir…


  Aylarca Süyeymanpaşa Belediye Başkanı Eşkinat’ın yeterince halkın içinde olmadığını, soğuk bakışlı olduğunu anlatan, eleştiren insanlar, yapılanlar karşısında sıcağın, istikrarın ve halk merkezli siyasi, felsefi anlayışın olduğunu anlamaya başladılar.

 Şunu bilmeliyiz dostlar; her yiğidin bir yoğurt yeme şekli vardır, der atalarımız. Birbirinin aynısı insanlardan korkmalıyız artık. Aynı kalıpları savunan, insan merkezli olmaktan çok sadece geleneklere, bürokrasiye hizmet eden anlayış; ne şehrimizi, ne ülkemizi uygarlık seviyesinde ileriye taşımaz.

 Çok katlı evlerimizin olması yetmiyor. Çok sesli insanlarımız, çok sesli bilimsel çalışmalarımız, sanatsal melodilerimiz olmadığı sürece; her yarım çeyrek yüzyılda bir mallarımız, mülklerimiz, hayallerimiz; YER DEĞİŞTİRİR…


  Süleymanpaşa Belediye Başkanı Eşkinat, birikimlerinin, hayallerinin, uygarlık yarışında yer alacak Tekirdağ’ın peşinde koşmanın en önemli göstergesi; yöresel değerler ile başka yörelerin değerleri arasında el ele, kol kola etkinliklere imza atıyor.


 Halk Oyunları etkinlikleri nedeniyle Süleymanpaşa Belediyesinin 2. Bağbozumu Etkinliği içerisinde şehrimize davet ettiği Yunanistan Adaları Kavalı Müziği, halk dans topluluğu ve belediye konservatuar ekibini yeterince dinleyemedik.

 Kavala Müzik Grubunu; Kavala Belediyesi Konservatuar sanatçılarını dinlediğimiz kadarıyla, kendimizi bulmak, hissetmek, kendi değerlerimizi yüceltmenin yanında, yüzyıllardır iç içe, yan yana yaşadığımız Yunan Kültürünü de, müziğine de nasıl özlediğimiz, özümsediğimiz ortadadır…

 
  Basın Yayın ve Halka İlişkiler Müdür Vekili Cihat Akçakaya’ya etkinlik için teşekkür ettikten sonra kardeş şehir Kavala Belediyesi Konservatuar sanatçılarını tekrar gelip gelmeyeceği sorusunu, bu grubu tekrar görmek istediğimizi hatırlatınca; o da, belediyenin ilişkilerinin çok iyi olduğunu ileriki zamanlarda Kavala Müzik Grubunun tekrar şehrimizde olacağını söyledi.


  Madem söz Yunan ve Türk kültüründen açıldı; mademki birbirini çoktan anlamış iki milletin, birbirine çoktan kaynamış kültürleri vardır; günümüzden 2400 yıl önce Sokrates’in de katıldığı şairler, filozoflar toplantısından bir şeyler aktarmak isterim.

  Bu aktarım aynı zamanda kardeş şehir Kavala ve bu şehri müzikleriyle şehirden şehre yaşayan Yunan Adaları Kavala Müzik Grubuna minnetle selamlayarak sunmak isterim!

  2400 yıl önceki şair ve filozoflar toplantısında Sokrates orada bulunanlara şöyle seslenir;

“ Odur içimizden yabancılık duygularını silip, yerine yakınlık duyguları getiren. Şu bizimki gibi bütün toplantıları ona borçluyuz. Odur bizi toplayan bayramlarda, korolarda, kurbanlarda. Kaynaşmaya yol açar, yabanlığa yol vermez. Bizi iyiliğe dost, kötülüğe düşman eder. İyiliğinde cömerttir.”

 Sokrates bununla yetinmez, bu güzel Tekirdağ şölenine bir de şiir armağan eder;


İnsanlar barışır, deniz durulur,

Rüzgâr diner,

Bir uykudur iner dertler üstüne.

  Yunanistan Edirne Konsolosu Paraskevi Charitidou’nun ifadesi, seslenişi gibi;


“ Denizimiz bizi birleştiriyor.” Tıpkı, hikâyelerin, mitolojinin, melodilerin birleştirdiği gibi…

 
 Güven Serin 
 









5 Eylül 2016 Pazartesi

HALK OYUNLARI İÇİMİZİ ISITTI



TEKİRDAĞ



                                         HALK OYUNLARI İÇİMİZİ ISITTI


 
  Soğuktan donanlar, zıngır zıngır titreyenler iyi bilir sıcak bir mekânın kıymetini. Hatta kuytu bir köşenin aziz ev sahipliğini… Ama asıl önemlisi, sımsıcak bir insan kıymetini…

  Ülkem; ülkemiz tam da böyle bir zamanda; kuzey rüzgârının, tipinin, fırtınanın dondurucu soğuğuna yakalanmış gibi titriyor. Siyasi yanlışlıkların; bin yıllık deneyimlerden sonra bile deneyimsizliklerin kurbanı olmuş güzel; şanlı ülkem…

  Titremeler ardından gelen bir sıcak esinti; ana kucağı, komşu seslenişi gibi bir şey; şehrimizde yapılan; Halk Oyunları Federasyonu ve Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle büyük bir şölen gerçekleştirildi.

 İlk akşam dokuz şehrin; kulübün temsilcisi olan halk oyuncuları, ikinci akşam ise on şehrin-kulübün temsilcisi olan renk, desen, ritm, figür şöleni yaşandı.

  Hiç şüphesiz Tekirdağ’da yeni bir şeyler oluyor! Mevlana’nın dediği gibi ; “ Dün dünde kaldı; şimdi yeni bir şeyler söyleme zamanı.” Elbette yeni bir şeyler ama eskiyi öldürmeden! Yeni nesle; geçmişin ırmakları, vadileri, dağları ve insan kokularıyla beslenen halk oyunlarını; yeniye; yani bugüne,21. yüzyıla taşıyıp, eski dediğimiz şeylerin; büyüklüğü karşısında ellerimiz acıyana kadar alkışlamamak mümkün değil…

  Tekirdağ Amfi tiyatrosunda gerçekleştirilen halk oyunları gösterisi iki etap olarak sunuldu. İlk akşam, düzenlemeli gösterilere dokuz ekip katıldı. Seyircinin halk oyunlarına olan açlığı, susamışlığı görülmeye değerdi!

 Yabancı hayranlığı kendini inkâr aşamasına gelirse; insanın en büyük düşmanı da kendisi oluyor… Hiçbir millet, kendini, kendi özünü sevmeyen birisini kendi bağrına gönülden basmaz…

 Biz yine ilk akşama gelelim; o büyük şölenin ilk akşamına… Çocukların giydikleri folklorik giysiler, kulağa zamanlar ötesinden gelen müziğin ritmi, insan bedeninin birbirine sokulmasıyla ortaya çıkan o eserimsi sıcaklık-zanaat; aynı zamanda sanatsal bir heyecana dönüştü.

 Dokuz ekip yarıştı yarışmasına ama hepsi birbirinden değerli. Tekirdağ Çorlu temsilimiz kendi yöresinin oyunlarını tercih etmemesi hayal kırıklığı oldu. Folklorun kendinden de olanı seyrettirmek, tanıtmak, anlatmak olduğunu hatırlatmak isterim.

 İlk akşamın; yani ilk etabın 1. Artvin, 2. Muğla, 3. Ankara oldu. İlk akşamın gönül birincisi ise Adana folklor ekibi oldu. Renkleri, gözlere gönülden düşen folklor ışığı, sevgisi; kendi geçmişini, müziğin, melodi ve figürlerin yardımıyla anlatma aşkı; bu gösteri ve gösterilerde sahnelendi…


  İkinci akşam, ikinci etabın halk oyunları gösterileri hiçbir heyecan kaybetmeden, bu sefer düzenlemesiz dalda sergilendi. Davulu, zurnası, klarneti, sazı; müzisyenlerin de halk giysileri, folklorik örtü ve figürlerin inancıyla ortaya çıkıp, tere ter katan, heyecana heyecan, ritme ritim katan halk oyunları gösterileri; bir olmanın, birlikte el ele verip, kendi değerlerinin, farklılığının da saygın, erdemli bir kabul ediş, benimseyiş olabileceğinin yüce gösterileri…

  Geleneksel düzenlemeli dalda ki iyinin de en iyileri 1. Diyarbakır Gençlik Merkezi Spor Kulübü, 2. Erzurum Palandöken Spor Kulübü, 3. Tekirdağ Halk Eğitim Merkezi Gençlik Spor Kulübü oldu.

 Folklor; bütün sloganlardan daha değerli bir çağrı yapıyor; sevginin, bir arada olmanın, adil olup adaletli davranmanın; siyan, beyaz, sarı veya doğulu, batılı, güneyli, kuzeyli olmanın farklı güzelliklerinin, doyumsuz öykülerin insana; insanlığa; ama ilk önce kendimize; kendi ülkemize, zehri öldürecek bir panzehir olduğunu haykırıp durdu.

 Aynı haykırışı Halk Oyunları Federasyon Başkanı Hayrı Gürhan Ozanoğlu, Tekirdağ Büyükşehir Başkanı Kadir Albayrak da yaptı. Bütün ekipleri, cana can katan bütün emekçileri gazetem ve felsefem adına KUTLUYORUM…


 
 Güven Serin