Sayfalar

30 Temmuz 2011 Cumartesi

KIRLANGIÇIN ÖMRÜ

Cemal Süreyya
Beni öp sonra doğur beni
Şimdi
Utançtır tanelenen
Sarışın çocukların başaklarında
Ovadan
Gözü bağlı bir laylak kokusu ovadan
Çeviriyor o küçücük güneşimizi
Taşarak evlerden taraçalardan
Gelip sesime yerleşiyor

Kamera; Güven
Güven'in Kitaplığı:))
Aracım yok, köşküm yok diye üzülmedim hiç!
Ama küçük bir kütüphanem yok diye hep
üzüldüm; beyni olan canlının beyni ile...
Şimdi üç paraya alınan bir kitaplığım var ve
üç paralık kitaplığın dünyaları ayağımıza
getirdiği; küçük dünyamızın diğer dünyalara
açıldığının gerçeği var.

KIRLANGICIN ÖMRÜ



 İlkbahar ile birlikte ülkemize Afrika’dan göç eden minik kırlangıçların ömrü 9 yıldır. Yani kırlangıç 9 yıllık ömre, 9 seyahat-göç sığdırır.

 Lokman Hekim uzum ömrü için kartalın yaşam süresini seçmiş. O zamanlar kartalın 80 yıl ömrü olduğuna inanılırmış. Lokman Hekim’de 7 kartal ömrü kadar yaşar. Yani 560 yıl.

 Cemal Süreyya kendi ömrü için kırlangıcı seçer. Hani, ömrü gibi kendi de küçük olan kırlangıcı. Cemal Süreyya kendi ömrü için 7 kırlangıç ömrü ister. Altısını ardı ardına yaşadık, geriye bir kırlangıç ömrü kaldı, diyen de kendisidir.

 Cemal Süreyya’nın kendi ömrü için kırlangıcı niye seçtiği bilinmez! Ama kırlangıçların muhteşem uçuşlarını, inanılmaz manevralarını, yuvalarını kurarken çamur ve tükürükten nasıl bir inşaat yaptığını bilmeyen yoktur. Kırlangıçlar bir insan olsaydı; sanırım Japonlar gibi çalışkan ve yine; yepyeni buluşlara imza atan disiplinli insanlar olurlardı.

 Kırlangıcı bildiğimiz kadar Cemal Süreyya’yı bilmeyiz. Zaten Cemal Süreyya’da bir kırlangıç utangaçlığında, üretkenliğinde, gizliliğinde yaşadı. Yaşamına bildiği en iyi işi; şiirleri yazarak; şiirde felsefeyi, aşkı, özlemleri, mizahı anlatarak yapabileceği en güzel katkıları yaptı. Bir gün Cemal Süreyya’nın mezarı bile kaybolduğunda; kırlangıçlar yine gelecek; yine çalışkanlıkları ile yuva kuracaklar, küçük sinekleri avlayıp mutlu-mesut bir şekilde öteceklerdir. Cemal Süreyya’nın şiirleri de keşfedenler tarafından yeni; yepyeni bir kıta bulmuşçasına heyecan yaratacak; kaybolmuşluk girdabında dönenlere yeni bir yol olacaktır…

 Cemal Süreyya’yı Doğan Hızlana sorsak şöyle der; “ Yaşamak şiir okuyarak mümkündür, onu okurken böyle diyeceksiniz.”

 Ve Doğan Hızlan arkadaşı Cemal Süreyya’yı anlatmaya devam ediyor: “ Şöyle düşünüyorum bir yerdeyim ve biri bana yaklaşıp Cemal Süreyya nasıl bir şairdir sorusunu yöneltiyor. Bildiklerimi unutmuşum, başlıyorum bilmediklerimi anlatmaya. Çünkü Cemal Süreyya’nın şiiri bildiklerimizin ötesine geçer. Şiir yorgunu olmak ne güzel… Aradığını bulmak… Çok garip gelir bana, hele bir şiir yolcusunun rehber araması… Gideceği yeri bilenlerle şiirin ne ilgisi var. Ama bazı şairler vardır ki, birkaç dize sonra onda ne bulacağınızı bilirsiniz, ilk dizesi adeta son dizesinden sizi haberdar eder.

 Cemal Süreyya’nın şiiri, rehbersiz, haritasız bir şiirdir. Şaşırtıcı bir yola çıkmışsınızdır, dilde, imgede. Tek bir şiirde, bütün şiirler gizlidir.”

Söz sırası Cemal Süreyya’da olsa o bu şiiri okur muydu acaba:

Kadın gözlerini koydu ortaya.
Bir mavi bir gökyüzü aldı çevrelerini.
Sevdiler sonsuz bir maviyle alıngan.
Sevip yaşayanlar oldu sevdi yaşadılar.

 Lokman hekim 7 kartal ömrü kadar; yani 560 yıl yaşarmış. Cemal Süreyya, yedi kırlangıç ömrü; yani 63 yıl yaşamak istedi. Son kırlangıç ömrünü tamamlamaya çok az kaldığı vakit; ünlü şiirini yazdı; Üstü Kalsın şiiri;

Ölüyorum tanrım
Buda oldu işte

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım

Ama ayrıca, aldığın bu hayat
Fena değildir…

Üstü kalsın.

 Cemal Süreyya, bir kırlangıca ait ömrün; yani son kırlangıcın ömrünün yarısın yaşamış ve yarısını da geri iade etmiştir; nazikçe, şair inceliğinde.

Son sözü Ülkü Tamer’e verip, Cemal Süreyya’yı anlat dersek, o da şöyle der bize;


“ Tanrı bin birinci gece şairi yarattı. Bin ikinci gece Cemal’i. Bin üçüncü gece şiiri okudu tanrı, başa döndü sonra kadını yeniden yarattı. “

Güven Serin











27 Temmuz 2011 Çarşamba

O AN

Kamera; Güven   İpsala-Edirne
Bir insan; bir Yusuf... Ne zenginlikti derdi, ne de çok
yaşamak...
Duyuyorum; görüyorum, bir gün gelecek
dönence...
Simsiyah gecenin koynundayım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor
Kamera; Güven   Antalya
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor
Kupkuru bir ağacın dalıyım yapayalnız
Çatlamış dudağımda ne bir ses, ne bir nefes
Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor.

Kamera; Güven  Phaselis Örenyeri
Ölüm, yaşamın hemen kıysında
bazen ağır ağır, bazen çok hızlı gelir.
Ölümün hemen kayısında yaşamlar,
bir şeyler anlatır bize...

Kamera; Güven Phaselis Örenyeri-Kemer-Antalya
Gün çoktan döndü buralarda
biliyorum, duyuyorum bir gün gelecek
dönence...


O AN



 Koşuşturmaktan bıkmamış adamın bedeni kiloları ile dertte olmasına rağmen adam bundan rahatsız değildi. Yakınları, kendine iyi bak, dediklerinde gülümser kimsenin bu dünyaya kazık kakamayacağını kendi insancıl felsefesi ile kısa bir şekilde anlatırdı. O, sanki başkalarına adanmış bir insan; görevlendirilmiş bir canlıydı.

 Adamın adı Yusuf’tu. Onu tanıyalı çok olmuştur. Yıllar 1966’ı gösterirken tanımıştım ilk olarak. Ve bir daha asla unutmadım Yusuf’u. O, ne oğullarına, ne kızlarına ve ne de eşine aitti. Sanki çevresinde ki tüm insanlara; aklı ve merhameti seven tüm canlıların Yusuf’uydu.

 Kır kulübesinde balığını yemiş eşi Hatice’ye seslenerek; “bir kaşık çorba koy.” Diyerek hayatla olan son beslenmesi o bir kaşık çorba olmuştu. Sonra, göğüslerim ağrıyor deyip, beyaz arabasının marşına basmış; insanlık düşlerinde hiçbir zaman geri vitesi olmayan Yusuf; aracın geri vitesi ile pirinç tarlasının içine uçmuştu. Kalbi ince ince sancımış; beyne son bir kez yaşam yollayarak Yusuf’a güle güle demişti.

 Kır kulübesinde akşam yemeğini yiyen eşi, torunu ve dostları Yusuf’u gitti biliyorlarken, Yusuf, aracın geri vitesine son bir dokunuş yapıp, yeşil pirinç tarlası içinde dünyanın dönmesi ile birlikte boşta kalan aracın tekerlerinin dönmesi yaşanırken; Yusuf’un da hayat döngüsü İpsala-Paşaköy ovasının üstündeki tepede; pirinç tarlasının içindeki araçta son bulmuştu.

 İşte an; o andı. Yusuf’un hayatta kalıcı olmadığına inandığı, doktorlarla arasının iyi olmadığı; yaşamını birkaç yıl daha uzatmak istemediği anın sonsuza açılan kapısındaydı Yusuf. Acaba, doğup büyüdüğü ve çocukluğunun geçtiği topraklarda ölüm ve o an nasıl bir şeydi? Ölürken ne kadar mutluydu? Biliyordu ki insanlığın erişemeyeceği, kalıcı bir düzleme oturtamayacağı en önemli şeylerden birisi de huzurdu. Huzurun da leylekler tarafından getirilemeyeceğini o da biliyor, çalışmanın, aklı beslemenin yanık türküsünü söylüyordu ona verilen kısacık yaşamın içinde.

 Yusuf bir yaz günü, babası ve amcasının çocukluğunun geçtiği topraklarda veriyordu son nefesini. Her taraf yeşil, kırmızı ve kahverengiydi. Tarlaların bereketi üzerinde, en görünür yerde olduğu İpsala ovasının zenginlik adına pirinç tarlalarına teslim olduğu sıcak günün akşamüstüydü. Yusuf’un son akşamüstü! Son güneşi…

 Bazı insanlar resmi hiçbir görev dahi verilmeden insanlığın hizmetinde hissederler kendilerini. Bir asker, bir sanatçı, bir filozof, bir öğretmen, bir din görevlisi gibi… Yusuf’ta öyle insanlardan birisiydi. Resmi görevlerinin yanında evrene adanmış gibi evrensel; insanlık görevleri kalbinin sancısı gibi hep sancıdı onda. Köyünün, kasabasının, ilinin daha da ileriye, daha da mutluluğa koşmasını istiyordu; aklı, ilimi de eksik etmediği sözlerinden.

 Yusuf Fransız yazar Simone de Beauvoir’i okmuş muydu bilinmez ama onun kitabında anlattığı gibi yaşamıştı. Yazar; “Her ölümsüz hiçliği tadacaktır” der. İnsan ölümlüdür ama yazarın kitabındaki kahraman Raymond her insanın ulaşmak istediği ölümsüzlük iksirine ulaşmış ve ölümsüzlüğün nasıl bir şey olduğunu anlamıştı.

 O an; yaşama kan pompalamayı bırakan kalp; ölüme doğru buharlaşır. Yusuf, ölümün gerçeğini çoktan yaşam biçimi yapmıştı. O yüzden, mal-mülk sevdası onda bir tutkuya değil, insanlığa yönelik paylaşıma dönüşmüştü. Yusuf, en sevdiği tepenin yeşil pirinç tarlasında İpsala Ovasına bakıyordu. İpsala Ovasının biraz ötesinde Meriç’in Ege’ye aktığını biliyor; Meriç’in ötesinde de sınırları olan Yunan topraklarının da başladığını sınırsızlığa açılan o anın ve yaşamının tüm zamanlarında anlamlandıramadığı gibi yine anlamlandıramıyordu. Bu sınırlar, sınır çizgileri; neden konmuştu? Hangi gerçek, saflık, yüksek erdem aranıyordu bitmeyen sınırların soylu kavgalarında!

 Fransız yazar Simone de Beauvoir, tüm insanlar ölümlüdür adlı romanında, roman kahramanı Raymond Fosca ise ölümsüzdür. Mal-mülk, hilebazlık sevdalısı olan tüm zavallıların istediği ölümsüzlükten…

 Fosca, zamanın 13. yüzyılı gösterdiği yerde ölümsüzlük iksirini içen bir prenstir. İnsanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarının, hayallerinin, sevdalarının iksiri içilmiş ve ölümsüzlük kazanılmıştır. Fosca, artık hayallerinin ötesine uzanacak, diğer insanlar zamana karşı direnemeyip, bir bir erirken o hep yaşayacaktı. Ve öyle de oldu. Zaman, Fosca’nın tanıdığı, sevdiği tüm kişileri kendi içine çeker; zamansızlığın borusunu öttürürken dahi, Fosca zamana karşı meydan okuyan bir prens olarak yaşıyordu.

 Fosca ölümsüzlük iksirini içtikten sonra yaşlanma ile olan sorununu çözmüş, zamana karşı olan savaşını kazanmıştı. Artık akan zamanla gücü de sınırların ötesine taşmış, inanılmaz bir güce erişmişti. Fosca’nın etrafındaki yüzler değişir, sevdiği insanlar zaman tarafından sıraya dizilir. Ve Fosca’da yavaş yavaş HİÇLİĞİN pençesine düşer. Artık zaman ilerlemez. Çünkü zaman diye bir kavram yoktur. Dünya tekrarlardan ibarettir. Her gün aynı güneş doğar ve batar. Her akşam aynı ay ve yıldızlar çıkar; önce kış gelir, sonra ilkbahar, sonra yaz, ardından sonbahar.


Yazar Esen Tezel;

 Önce yeryüzüne hâkim olmak isteyen Fosca git gide aynı yeryüzünün sessiz bir tanığına dönüşür. Bir süre sonra, içinden tanıklık yapmak bile gelmez. Çevresindeki hiçbir güzellik ilgi çekici değildir artık. Hiçbir aşk kalıcı kaynağı, hiçbir acı üzüntü verici, hiçbir zafer sevinç kaynağı değildir. Sevmek ya da nefret etmek saçmadır. Dünya dönüşürken ve aslında hep aynı kalırken Fosca tam anlamı ile yok olur. Yok, oluşun temelinde de ise bitmeyen var oluş yatar. Herkes giderken o kalmaya yazgılıdır.

“ Ne cimri ne cömert, ne cesur ne korkak, ne kötü ne iyi, aslında ben hiçbir kimseyim” der. Ölümsüzlük söz konusu olduğunda kazanmak veya kaybetmek diye bir şey yoktur. Fosca sonsuz zamana sahip olmanın hiçbir şeye sahip olmamak anlamına geldiğini görür.

 Sanırım Yusuf, Fosca’nın istediği ölümsüzlük iksirini hiç istemedi. Bu dünyanın tek sahibi, sevginin, aşkın, nefretin, mal-mülkün tek sahibi olmadığını yaşamının her anında gösterdi. Ve onun yaşamına tanıklık yapanlar; ölüm korkusu ile doktor doktor gezerken o ise; son anı bile gülümseyerek; İpsala Ovasına, sınırlara bölünmüş Yunanistan’a, Meriç’e, Ege’ye, Balkanlara el sallayarak; ölümlü olduğuna bir filozof gibi minnet duyarak ayrıldı ayrılması gereken dünyadan…

Güven Serin

25 Temmuz 2011 Pazartesi

GÜLÜMSEYİN

Kamera; Güven  Alanya
Ey her solukta gövdemi yutan zamanın muazzam ürperişi
Ruhun dünyanın çığlarını çağır
Seni sarıp döne döne getirecektir zaman
C.Baudelaire


Kamera; Güven Alanya Tersanesi
Selçuklu zamanı...
Ama işte gene de binlerce yıldan beri
Cenkleşir durursunuz, duymadan acı, keder;
Ne kadar seversiniz çırpınmayı, ölmeyi,
Ey hırslarına gem vurulmaya kardeşler
C.Baudelaire


Kamera; Güven  Alanya -Kızıl Kule
Gezip,görmemiş insanın acıları ve mutlulukları
ne kadah muhteşem olabilir ki?


Kamera; Güven  Alanya
Sadece biz sandığımız dünyanın ne
kadar bizden öte olduğunu küçük kıpırtılarla
bile öğrenebiliriz..

GÜLÜMSEYİN



 Sanırım gülmekten çok ağlamakla, ağıt yakmak ve dinlemekle meşgul olan halkımın her an ciddileşen bir tarzı vardır. O yüzden fotoğraf çektirirken; fotoğrafçı sürekli uyarır bizleri; “lütfen gülümseyin biraz” der ve bizler de gülümsemek ile sırıtmak arası bir şekil içinde sonradan zor beğendiğimiz fotoğraf makinesine bakarız.

 Lütfen gülümseyin biraz, desem; gülümsemenin zorla olmayacağını, zorla olan işlerin bu noktaya geldiğini fısıldarsınız kulağıma. Sanırım gülümsemeye çalışan oldukça fazla insan var; ama sadece sırıtmakla yetinip kalıyoruz.

 Kendi ile oldukça uğraşmış, belki de dünyanın içinde insan olarak bir ömür, kendini aramış bir insan gülümsemekle ilgili şöyle demiş; “ Yüzünüzde taşıdığınız gülümseme, sırtınızda taşıdıklarınızdan daha önemlidir.” Bu söze, böyle hissedip de yaşamının bir parçası haline getirmiş gülümsemeli bedenlere; şapka çıkarılır. Ellerimiz acıyana kadar alkışlanırlar elbet…

 Gülümseme ile ilgili, yaşamla, insan ilişkileri ile ilgili binlerce söz, yüz binlerce kelime var. Bazılarını da ısrarla saklar, tekrar tekrar okuruz. Hâlbuki sözleri okuyup da sadece o anın mutluluğunu erişiyormuş gibi sarhoş olmak; sarhoş bir bedenin titremeli keyfini yaşamak yerine; sözleri işselleştire bilirsek bizi biz yapar ve işte o zaman sözlerin asılmış, ezberlenmiş olanlarına değil; kendi yaşamımızın içinden üreyen keyifli gülümsemelere kucak açarız.

 Bekâra karı boşamak nasıl kolay oluyorsa; yazı yazmak da, konuşmak da, öfkelenmek de kolay gelir; bu işlerin gerçek manada çizgisine girmeyenlere. Sanırım, insan denen canlı; bir konuyu, bir davranışı ilk önce kendi beyninde içselleştirmese; ortaya güzel ve huzur verici bir şey çıkmıyor. Birbirine benzeyen, birbirini taklit eden; sanki binlerce ruhun tek bir bedene hapsedildiği zavallı canlıları izler ve dinler gibi oluyorum…

 İnsanın bir hazinesi sayılan tarihin basamaklarından geriye doğru indiğimizde insanlık gelişmelerinin son 150–200 yıla sıkıştığını da görebiliriz. Sürekli savaşan ve kendi yarattığı masallarla, mitlerle uğraşan insanlık; 20. yüzyıl içinde uçmaya, denizlerin altına dalmaya ve uzayın kapılarını aralamaya başladı. Binlerce yılın uyuşuk bedenleri baharat kokularını terk edip parfüm kokularına adanmış birer kahraman gibi uygarlığın beton bayrakları altında ödüllerini alıyorlar.

Gülümseyin; lütfen gülümseyin biraz! Ama çalışma masanızın arkasındaki duvara asmış olduğunuz yazıların, uyarıların, büyük sözlerin hatırına değil. Kendi bedeninizdeki en küçük ve en mutlu hücrelerin hatırına!

 Sanırım çok yakında felsefe de kendi gelişimini, kendi geleceğini sorgulayıp kendi reformlarını yapmak için insanlığa kendini kurban olarak adayacak filozoflarını ortaya çıkaracaktır. Çünkü günümüzden yüzlerce yıl önce ortaya çıkarılmış yaşam iksirleri gibi bizlere yol gösteren sözlerin uygarlığın değişimi ile birlikte değişmesi, kendi evrimini yapması mecburidir.

 Filozof, gülümseyin diyor. Yüzünüzdeki gülümseme, sırtınızdaki taşıdıklarınızdan daha önemlidir. Gülümseme ile sevmediklerinizi bile ikna eder, sevecek, sayacak duruma gelebilirsiniz diye insanlık seslenişini; yüzyılların gerisinden yapıyor. Evet; filozof yerden göğe kadar haklı! Yüzümüzde taşıdığımız, sırtımızda taşıdıklarımızdan çok daha önemli. Doğru…

 Fakat işin bir başka doğrusu daha var. Zamanın filozofları savaşan; yalnız savaşan ve ara sıra barış yapan insanlara verdiği öğütler; küçük zaman aralıklarında bile huzuru, mutluluğu arayan insanlara bir ödül gibi gülümseme veriyordur. O günün insanları, kendi yorgun savaşlarını, kanlı ve yaralı bedenlerini kıyıya çektikleri zamanlarda böyle söylenmiş sözlere muhtaçlık içinde büyük bir huzurla dinliyor olabilirler.

 Ya bugünün insanları! Neredeyse toplumun büyük ama büyük çoğunluğu borç içinde havada en bol olan oksijeni bile almakta zorlanıyorken; denizdeki yılanı bırakın, görünmeyen iblislerden bile medet umacak hallere düşmüşler. Şimdi bu insanlara; gülümseyin, gülümsemek çok önemli, desek; bize yüzleri ile mi gülümserler; yoksa başka bir yerleri ile mi?

 İşte dostlarım; emeğin kıyısında, savaş, göç ve kıtlıklara rağmen; emeğin ve aklın kıyısında dolaşırken; insan, kendi mutluluğunu sözlerde de bulabiliyordu; türkülerde de, çiçeklerin gece gibi akan kokularında da; sevgiliden alınan mektuplarda da, kadın kokan mendillerde de mutluluk sunuluyordu uygarlığın borç-alacak gelişmelerine teslim edilmemiş insanlarına.

 Eğer gülümsemeyi yaşam biçimi, elden ele dolaşacak bir iksir; körleşmiş insanlığa sunulacak bir ışık haline dönüştürmeye niyetliyseniz; okuduklarınızı, dinlediklerinizi, gördüklerinizi, dokunup, kokladıklarınızı da imbiğinizden geçirdiyseniz; GÜLÜMSEYİN LÜTFEN…

Güven Serin

























22 Temmuz 2011 Cuma

YANILMIŞIZ

Kamera; Güven Antalya Arkeoloji Müzesi
Dansöz(Dancer) Heykeli
Batıyı anlamak için dansı, müziği ve
kadını da anlamak lazım diye düşünürüm...

Kamera ; Güven Antalya Müzesi
ATHENA
Aklı, bilimi ve savaşı temsil eden tanrıça.


Kamera; Güven Antalya Müzesi
Artemis (Dıana)
Doğaya egemen, avcı bir tanrıça.


Kamera; Güven Antalya Arkeoloji Müzesi
Perge-Attika Tipi Lahit
Lahitin üzerinde ölü portreleri bulunuyor.


Kamera; Güven   Antalya Müzesi
Müzede bulunan değerli arkeolojik eserlerle
yüzlerce yıl derine inerken, belli bir dönem
için sergilenen ve Melek Çalışkan'a ait
resimler de ayrı bir mutluluk yaşattı; arayışın
yorulmamış bedenine...


Kamera; Güven- Melek Çalışkan
Kadın için ne diye bilir insan?
Ses,nefes,dokunuş,koku...
Ten,rüya...

YANILMIŞIZ



 Bir gün kendisini görmeye gelen birine Voltaire; “ seni kim gönderdi?” diye sormuş.

Mr. Haller” demişti karşısında duran adam.

Voltaire; “ Büyük adam, büyük şair, büyük doğa bilimci, büyük filozof, neredeyse evrensel bir deha.”

“Doğrusu şaştım sözlerinize; çünkü Mr. Haller sizin için aynı şeyleri söylemiyor.”

“Yaaa?” diye karşılık vermiş Voltaire; “İkimiz de yanılmışız demek!”

 Bu güzel memleketin neredeyse her şehrinde, her mahallesinde her an birbirimiz için; yani doğu ile batı, güney ile kuzey, kara ile beyaz derili veya şu dinden, bu tarikattan olan insanlar; her an övgüler veya nefretler ile birbirini övüp yerin dibine batırmaya çalışırız.

 Neden ve niçin? Verimli toprakların, her tarafı denizle çevrili ülkemizin muhteşem dağları ve ırmakları varken bütün bu kuşkular, bütün bu korkular ve bize ait olmayan yalancı görüntüler neden?

 Bir adam veya bir kadın ile tanışıp “merhaba” dediğimizde, övgüler ile “ne şık, ne güzel, ne başarılı, ne kadar müthiş insansınız” dediğimizden çok az sonra; övdüğümüz kişi ayrılır ayrılmaz; aslında tam tersini söyleme gereği duyarız. Sevgi ile yergiyi, yergi ile yücelmeyi, nefret ile hoşgörüyü, cömert ile cimriliği iç içe geçirmiş ve hangi ırkın, hangi karakterin insanları olduğumuz anlaşılmaz hale geldi.

 Her saçı uzun, her kulağına küpe takmış erkeği farklı görüp “adam mı be!” söylemlerimiz çok taze. Biraz açık ve bakımlı bir kadını hafif görmek, içki içip erkeklerle samimi olan kadını dışlayıp, çok kolay elde edilen bir canlı sınıfına koymalarımız da çok yeni…

 Doğu için etle tırnak derken, biz iç içe geçmişiz derken göç edip de şehrimize yerleşen insanlara, bir de bir şeyler üretip kazanmaya başladılarsa; “ dün geldiler, bugün zengin oldular” kuşkuları ile de yaklaşmalarımız hiç bitmeyecekmiş gibi devam ediyor.

 Tabiatta boşluk her an başka canlılar, bitkiler tarafından doldurulur. İnsanlığın oluşturduğu toplumlarda da güvenli, huzurlu, ihtişamlı yerler; her an göç alır. Tıpkı bizlerin Avrupa’ya, Amerika’ya aktığımız gibi! Sonuçta bizim ülkemizden biraz daha karlı, biraz daha huzurlu olan her yere gidecek milyonlarca insan sırada bekliyor.

 Bu ülkede yaşayan ve yüzyıllardır bir arada olan insanlara yapılmış en büyük fayda; Cumhuriyetle birlikte gelmiştir. İnsanları birbirinden ayıran inanç farklılıkları, ben senden daha soyluyum, temizim yanılgıları Cumhuriyetin kurtarıcılığı, bizlere sunduğu insanlık armağanı gibi kabul etmemiz ve ısrarla yaşatmak için mücadelemizi vermek zorundayız.

 Laiklik de Cumhuriyet ile inançları güvenceye alan ve inançlar yüzünden birbirine düşen, birbirini boğazlayan insanların insan oldukları için, yararlı, üretken oldukları için önemli olduklarını anlatmak ister.

 Ne hazindir ki Laiklik hâla tam manası ile anlaşılmamış devlet eli ile yanlış ile doğrular birbirine karışmış vaziyette devam ediyor. Alevi köylerine imam yollayıp kendi gerçeklerimizi ve Cumhuriyetimizin laiklik anlayışını tam bir kararma ile yok sayıyoruz.

 Yıllardır tanıdığım komşum ve dostlarım var. Alevi inancı ile büyümüş, serpilmiş ve ülkesini seven, çevresi ile barışık yaşayan bu insanlar ile Alevilik konusunu yıllarca konuşamayışımızı, onların korkarak, çekinerek yaşayışlarını da batı ilinde; şehrimizde içler çekerek gördüm ve yaşadım.

 İnançların güvence altına alındığı halde inançlarını korkarak, saklanarak, gizlenerek yaşamaları Allaha ulaşacak ve ulaştığını sanan içinde sevgi yerine karanlık ve kötülük yeşermiş insanların varlığı hâla korkulu bir fırtına gibi insanların bedenlerini sallıyor.

 Arkadaşım yıllar sonra itiraf ediyor bana; “ dostum, benim dedem Alevidir” diye! Dostumun insanca ifadesine, kendini anlatmasına yıllar sonra da olsa mutluluk ile karşılık verip; “ neden diyorum; inancınızı neden yaşayıp, yaşatmak istemiyorsunuz?”

 Aldığım cevap; “ dostum, sen Kızılbaşlık ile suçlansan, sen mum söndürme gibi rezillikler ile anılsan, ben Aleviyim der misin? Onun için bizim gibi binlerce insan, inançlarını gizleyip yok etmişler. Şimdi boşlukta boş olmanın sevgisizliğini ve nefretlerini bile yaşayanlar var.”

 Korku, zorlama kendi gizli dehşetini oluşturuyor. Sevgi yerine zorbalık, bizler, hepimiz tüm farklılıklarımız ile bu ülkenin vatandaşıyız demek yerine sahip olduğu inançla ayrıcalık yaratanların öfkeleri, kinleri yüzyıllar öncesinden geliyor…

 İhtişamlı Yavuz, ülkeden ülkeye koşarken, kutsal emanetleri ve halifeliği imparatorluğun kalbine taşırken bile paşaların kellesini hiç düşünmeden alıyor ve sahip olduğu inanca ait olmayan kardeşlerini; aynı ırktan olan kendi ülke insanlarını da insanlık, merhamet adına katlediyordu…

 Sanırım hepimiz yanılmışız. Birbirimizi sevmek, tanımak, farklılıklarımızı ilimle, sanatla, edebiyatla, dünya insanları ile buluşturmak varken; yanılmışlığın dağınıklıklarını, göçlerini, korkularını hâla yaşıyoruz; yaşatıyoruz…

 Ben şuyum, ben buyum, ben üstünüm, ben kutsalım, kutsanmışım düşünceleri yerine; bizler insanız ve insanın insanlaşması için vicdan özgürlüğü, merhamet ve ahlaki tutarlılığı içinde yaşamanın bilincini taşıyoruz, demeyi tercih ederim…

 Bu konular, yok sayılan ve yerin yedi kadına saklanan olaylar o kadar çok ve o kadar önemli ki; ne kadar ertelersek, o kadar geriye, o kadar bölünmeye, çarpılmaya yaklaşacağız diye hüzünlerimi kedere dönüştürüyorum.


Tüm kederler, yanılgılar içinde bile usta kalemin bir sözü geliyor aklıma;

Bir kadeh viski içtiğim zaman, bir başka adam olurum. O bir başka adam bir kadeh viski ister.”

Güven Serin













21 Temmuz 2011 Perşembe

YIL 1341, RAKIM 2365 M

Kamera; Güven Antalya Tahtalı Dağı Tepeleri

Kamera; Güven  Antalya
Teleferik ağır ağır süzüldü dağların tepeleri
üzerinden. Sanki yaşamın yılları da ağır
ağır süzülüyordu; geçmiş ile gelecek arasındaki
çizgiye doğru...


Kamera; Güven Tahtalı Dağları
Dağları gizemli yapan yükseltilerin
derin uçurumlarıdır. Saklı vadiler, gizemli
uçurumlar; insanın içindeki ulaşılmazlıkla
dengelenmeye çalışırlar...


Kamera; Güven Tahtalı Dağları Zirvesi; 2365 m.
Sıfır rakımlı yerin üstümüze çöken ağırlığı
2365 metrede göklere yükseliyor. İnsanlaşmanın
ne kadar kolay olabileceğini de çok
kolay unutacağımız hissedişlerde farkına
varıyoruz;kuş gibi baktığınız tepede.


Kamera; Güven 
Yıl 1341, rakım 2365 m
Zirvenin tadını, keyfini çıkaranlar vardı;
kahvesini, çayını ve birasını yudumlayarak.
Tıpkı düşlerimi,erişilmezlere uzanmak
isteyen ben gibi...

YIL 1341, RAKIM,2365



 Yıl 1341 sebep oldu şeytan bir cana kıydı/Katil defterine adımı yazdı/Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz, der yanık sesli sanatçı. Der de dinleyenler nasıl dinler; nasıl çözümler…

 Yıl 2011 rakım 2365 metre Tahtalı Dağları zirvesinden bakmak; güne, haftaya ve aylara… Bulutlar dağılır gibi olur ve dağılırken diğer bulutlar sarar etrafınızı. Baş döndürücü yüksekliğin gizemidir zirvenin beyaz ve heybetli bulutlarla örtülmesi. Masalımsı bir görüntünün içinden gerçeğin ta kendisi olarak, et ve kemik ve kandan oluşmuş bedeniniz, ruhunuza teslim olmuş ve ağırlıksızmış gibi gelir o an size.

 Ben de öyle yaptım; Tahtalı Dağının zirvesinden 2365 metreden, güne, haftaya ve aylara baktım. Yetinmeyip yıllara da dokundum. Akdeniz’e oldukça yakın olan Tahtalı Dağları, inanılmaz bir yükselti ile dört mevsimi yaşatacak kadar medeniyete yakın bir yerde; Antalya, Kemer yakınlarında yine teknolojinin, insan zekâsının insanlığa sunduğu bir hizmetle, teleferik ile on dakikada zirveye erişiliyor.

 Gavur icadı ve son derece güvenli, bakımlı teleferik çalıştığında, ağır ağır göğe yükselmeye başladığınızda, devasa çamların, sedirlerin ve kayaların yükseldikçe küçüldüklerini gördüm. Uçurumlar, birbirine dokunacak kadar yakınmış gibi insanlığının tüm günahlarını, çirkinliklerini yutmak için ağızlarını açmış öylesine bekliyorlar. Yeşilin, kayalıkların, ağacın ve derin uçurumların krallığıydı sanki gördüğüm manzaralar.

 İki gün önce 9500 metreden uçakla süzülürken, iki gün sonra teleferikle yükseldik tahtalı dağının zirvesine. On dakika önce rakımın 10–20 olduğu yerde güneş çılgın bir sıcaklık sunarken, on dakika sonra 2365 metrede titremenin ayıp olduğu, incecik bir palto hayali kurduğum zirvedeydim. Zirve, antik kentlerin efsanelerinden yükselen bulutlarla çevriliydi. Ama ara sıra açılan bulutlardan aşağılara süzülen gözleriniz; sayılamayacak kadar ağacı, tepeyi ve uçurumları görüyor.

 Ormanın, dağların, günahların, sevapların başladığı ve belki de bittiği yer burası. 2365 metrenin sımsıcak yaz gününde insanı serin nefesi ile arınmaya davet ettiği, masalımsı bulutları ve esintisi ile içinizin titrediği yer. Titreme, havadan mı, yükseltinin rüzgârından mı, yoksa arınmanın günahları kustuğundan mı tam bilinmez!

 Yıl 1341 sebep oldu şeytan bir cana kıydı. Yıl 2011, teknolojinin sınırsızlığı insanı değişimin kabullenişine zorluyor. Gök ve yer, çok büyük kargaşalara, talanlara ve insanın kirli ruhu ile sebep olunan savaşlara tanıklık ediyor. Yüz yıl önce o dönemin insanlarına, yüz yıl sonra yaşanan bu gelişmeler anlatılmaya kalkılsaydı bir ömür yetmeyecek kadar zorlanırdır.

 Gökler de, denizler de bilinmezliklerini, gizemlerini ve aşklarını insanlığın emrine sunuyor. Bu sunum, gönülden bir sunun değil elbet! Karalardaki savaş, büyük ustaların elinde ve sürekli kurbanlarını sunak taşlarına yatırıp, kanlarını şarap niyetine içiyorlar.

Yıl 2011 ve ben 2365 metrede tahtalı dağlarının zirvesindeyim. Baş döndürücü uçurumların hemen üstünde, bulutların insanlığın tepesinde dans ettiği, çam ve sedirlerin yaban keçileri ile şarkı söylediği rüzgârlı tepede.

 2365 metrede, rakımın 10 metre olduğu şehrimi düşündüm. Meriç nehrinin temiz ve coşkulu aktığı çocukluk yıllarımı, lanetli çeltik tarlalarına teslim olmamış bereketli İpsala ovasını, ayçiçeklerini, altın sarısı buğdayları-arpaları, mısırları düşledim. Çocukluğumuzun yokluk zamanlarının, bin bir hileyle teslim olmadığı akrabalık ilişkilerini, komşuluk birlikteliklerini uygarlığın hiçbir yerine koyamadığım gerçeği de tahtalı dağının zirvesine yatırdım.

 Kurban törenlerine bıkmamış usta oyuncular gibi kendi barış törenimi, nefes alıp, yaşam içinde yaşamıma katkı yapacak, beden ve ruh sağlığımı kösteklendiğim zaman destekleyecek enerjimi çektim içe; ta, derinlere doğru…

 2500–3000 yıl önce şehirleşmiş, sanatı, ticareti, felsefeyi, ilimi anlamış uygarlıkların birden yok oluşlarını; huzur için, birbirlerini yiyerek beslenişlerini, hâla susmamış iniltileri, ilenmeleri dinledim. Bugün de insanın en bol olduğu, tıbbın insan ömrünü uzatmaya çalışırken, insan ömrünü kısaltan oyuncuların muhteşem görüntülerini, parfüm kokularını ve insanlık adına davet ettikleri mekânlarda bizleri nasıl yok ettiklerini de anlamaya çalışıp, zirvenin büyüleyici, sersemletici zirvesinde anlayamadım!

 Yıl 1341 sebep oldu şeytan bir cana kıydı. Katil defterine adımı yazdı. Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz, der yanık sesli sanatçı. Yıl 2011 göğe yükselen tahtalı dağının zirvesi 2365 metrede; insanlığın koştura koştura teknolojinin kucağına atıldığı bu zamanda gülümsemelerin, soygunların, iflasların, icraların ve insanların donlarına kadar soyulduklarının gerçeğini ne rakımın sıfır, ne de 2365 olduğu serin, bulutlu zirvesinde de boş ile dolu arasında bir yere koyamadım…

Güven Serin

16 Temmuz 2011 Cumartesi

HAYTALIĞIN KEYFİ

TEKİRDAĞ
Haytalığın en güzel yanlarından birisi de
ağaç tepesine çıkıp meyve yemektir. Şimdi kiraz
yeme zamanı:))

ANTALYA
Haytalar, sık sık günlük hayatın içinden başka
hayatlara bakar gibi yaparlar.Hem var hem de
yok gibidirler:)) Metre, kilo, ağalık, beylik uzaktır
onların sığıdaki arayışlarının derin düşüncelerinde


Kamera; Güven- Antalya
Haytalar bazen de geceye, gecenin içinden
evrene bakarlar; zakkum çiçeklerinin,çitlembik
ağacının yanından...


ANTALYA
Haytalık başka şey canım:)) Dağ, tepe, vadi,yayla,
mağara, arkeloji derler demesine de keyif çatıp
serinliğin keyfine de doyamazlar...

HAYTALIĞIN KEYFİ



 İlah ki keyif alacak bir mazeret istiyorsanız seçenek çoktur. Koyu bir çam ağacı gölgesinde ülke kurtarma sohbetlerinden tutun da, dalgaların incecik kumları yaladığı Mehmet’in Yerinde soğuk bir bardak biraya-rakıya kadar bir sürü haytalık sanatı vardır.

 Tabi ki sözüm hak etmiş kahramanlara, gecesini gündüzüne katıp ve dinlenceyi hak getirenlere değildir. Nerede o eski âlemler, nerede o eski komşuluklar-dostlar demek yerine bu zamanın kendi kültürünü; gelecek zamanlarda keyifle anılacak yaşanmışlıkları da yine biz-siz oluşturabiliriz.

 Bu yazımın konusu olan “haytalık keyfi” benim yata, yata 1000’ci yazıya ulaşmamın da hatırlatma şımarıklığıdır aynı zamanda. Hani, dile kolay, tam tamına bin yazı yazmışım; “vay be” ne büyük adammışım, ödülü hak ettim de demeyeceğim. Ama bugün için mütevazılığın en ince dalına da tutunup hiçbir şey yazmamışım gibi de yapmayacağım. Sizin anlayacağınız, bu çalışmamda değerli okuyucunun mizah anlayışına sığınıp bir güzel şımarıklık, haytalık yapacağım.

Bir kere 1000 adet yazının nasıl bir haytalık içinde gerçekleştiğini, beş yıl önce başlayan bu serüvenin meslek haline gelmese de benim için düzenli bir iş ciddiyeti ile bütünleşmiş bir yolculuk olduğunun altını çiziyorum.

 Tekirdağ şehrine geldiğim günden bugüne kadar mutlu olduğum en güzel anlar; yazı ile bütünleşip Habertrak gazetesinin Sığdaki Derinlikler köşesinde seslendiğim zamanlara denk gelir.

 Düşündüm de ortalama bir yazı için en somut bir şekilde yaklaşık 2 saatlik bir zaman harcadığımı hesap edersem; yaklaşık 2000 saatlik bir iş gücü yaratmışım. Bu da 5 yıllık yazı yaşamımda yaklaşık 83 günlük geceli gündüzlü çalışma bütünlüğü demektir. Bazen sorarlar; yaşamın sonuna gelmiş bir insana; “hayattan ne anladın” diye! Hiç şey… Geldik, gidiyoruz… Uğraş vermemiş, sevmemiş, üzülmemiş, zirvelerin soğuğunu, yelini bedeninde gezdirmemiş insanların söyleyeceği laf genelde böyledir.

 Bazen de hayatın her hücresine yapışmış bir insana sorarsınız; “hayattan ne anladınız” diye! Çok şey der… Anlatsam bir sürü roman çıkar, der. Soğuğunda, sıcağında, kazanmanın da, kaybetmenin de anıları, maceraları çıkar ortaya; kişi anlattıkça; dalga dalga sarar sizi güneyin bir kadın titizliğindeki esintisi…

 Beş yıllık yazı yolculuğunda yani yaklaşık 1800 günü ve geceyi tüketirken 83 gün ve geceyi yazılarıma ayırmışım. Gördüğünüz gibi matematik bilmenin ayrıcalığı budur işte! Matematik dedim de, ilk matematik öğretmenin Mustafa Ayhan, bu kadar toplama, çarpma işlemini yaptığımı görse; benle övünürdü. İpsala Lisesindeki hayta Güven; en arka sıraların temiz giyimli çocuğu; matematiği de anlamış; vay be, derdi. Mustafa öğretmen ile birbirini tanımayan iki insan gibi karşılaşıyoruz bazen. Belki de hiçbir anımızın gün ışığına çıkmaması, birbirimize anlatacak bir şeylerin olmayışıdır bizi yan yana getiremeyen çekim kuvvetinin eksikliği…

 İpsala’da maya tutan haytalığım, Tekirdağ’da olgunluk devri ile arka sıralardan ön sıralara gelmeye başladı. Artık matematik öğretmenim Zafer Tarım’a göre iyi denecek bir öğrenciydim. Edebiyat öğretmenim Adnan Filoğlu’ya göre de öyle… Coğrafya öğretmenim Ahmet Başar’a göre de öyle… Sizin anlayacağınız haytalığımı İpsala’nın bereketli ovalarında belki başka bir zamana dönerim diye bırakıp, Tekirdağ tepelerinde, yosun kokularında, martı çığlıklarında biraz da olsa efendiliğe dönüştürmeye çalıştım.

 Siz siz olun, sırf efendi olacağım diye de hayatın o güzel şımarıklıklarını, haytalıklarını da bir kez olsun yaşamadan bu dünyadan gitmeyin. Yaşınız kaç olursa olsun; uçurtma uçurun. Yalın ayak, toprağın, çimenlerin üzerinde saatlerce dolaşın. Konmuşun bahçesinden adı hırsızlık olmayan; ödünç alma diye bilinen ayva koparın; gizlice… Armudu, inciri, kirazı, eriği, dutu; bir de ağacın üzerine çıkıp yeğin.

 Şimdi, kırlarda uçurtma uçurmuyorum. Yağlı ekmeğimi hem yerken oyun oynamıyorum. Renkli misketleri geçim kaynağı yapmayalı çok oldu Gece saklambaçları, gece çelikleri, voleybol, yakar top, oyunları haytalık zamanında kalmış olabilir ama insan denen canlı kendi haytalığını isterse istediği yaşta yeniden ve yepyeni uğraşlarla çıkarıyor ortaya.

 Şimdi, satrancın felsefesine sığınarak haytalık yapıyoruz. Ganos Dağlarının tepelerine, yaylalarına, vadilerine inip, çıkarak haytalığı keşfediyoruz. Sokakta, caddede, parkta, kahvede, otobüste yazılarıma konu olacak konuların içine dalıp, masalımsı bir takip-dinleme şaşkınlığı içinde haytalık yapıyorum.

 Sözün kısası dostlar; birinci yazıdan çıktım yola şimdi bininci yazı ile devam ediyorum. Daha yazıyor musun, kaç para kazanıyorsun, çok uzun yazıyorsun, çok ağar anlatıyorsun, yazmalısın, yazılarını saklayıp torunlarıma da okutacağım diyenlerden tutup; bu şehirli olup olmadığım sorgulandı; kimi hoyratça, kimi nazikçe… Ve ben, gündüzden geceye, geceden gündüze akarken; ne birileri istedi diye, ne büyük kazançlar içinde olup, köşeyi dönerim düşüncesi ile çıktım bu yola.

 Birinci yazıda da kala bilirdim, yüzüncü yazıda da. Şimdi bininci yazıda yol alıyorum; biri de bir, yüzü de, bini de diyemediğim için; bugün, bininci yazıda tıpkı yaşlı dut ağacımıza konmuş sığırcık kuşları gibi haytalık yapıyorum…

 Henüz vakit varken, yakaladığınız fırsatlarda, eşe-dosta zarar vermeden haytalık yapmaya bakın. Haytalığı bilinenden öte geçirip, şirin ve sevimli ve aynı zamanda üretir hale dönüştürüp Türk Dil Kurumunu şaşırtalım! Haytalık bu; ne yapacağı belli olmaz…

Güven Serin







13 Temmuz 2011 Çarşamba

SON İKİ KULAÇ

Kamera; Güven- AKDENİZ
Çağrı, kayalardan,kayalara tutunmuş çam ve zeytin
ağaçlarından geliyor:)) Gel, lütfen gel,diye...

Kamera; Güven-  Akdeniz
Kayalara tutunmuş,mazeretsiz yaşamı kabul
eğlemiş ağaçları, canlıları sevdim...
Kayaların yüksek tepelerinden aşağı, denize ulaşan
ses; "gel, senin krallığın bu kayalar, kendu kulübeni
burada yap." diyordu bana:))

SON İKİ KULAÇ



Yaşam bize, biz istemeden sunulan muhteşem bir dünyadır. Paha biçilemez yaşamların, paha biçilen iplerin ve kulaçların da uçunda olduğu bilinen bir doğrudur.

 Deniz insanları: “deniz ile oyun oynamaya, deniz ile şaka yapılmaya gelmez.” Derler. Yaşamın kaynağı, yaşama sunduğu desteğin ta kendisi olan deniz; dans ettiği arkadaşını nazikçe boğar bazen. İpek bir urgan gibi boynunuza sarılır denizin kolları. Bir kadının sarılışı gibi sarmalar ve korkulan ölümün, korkutulan insanın var olmak ile yok olmak arasındaki dönüşümü izlenir; dalgaların ışık ile yer değiştirmesinin heybetli geçiş törenleri arasında.

 Gençliğimin deli heyecanlarında Egenin Meriç ile birleştiği diyarlara yakın olduğum günün akşamlarında açılırdım Yunan sularına doğru. Deli bir cesaretin küçük bedeni; kıyıya bakınca, küçülen insanları gördükçe büyürdü attığı kulaçlar. Büyük bir bedenin deniz tanrısına dönüşümü gibi suyun gizemleri arasında ilerlerdim korkulu cesaretin muhteşem gururları ile.

 Karadan denizin içlerine, balıkların ve bilinmezlerin krallığına açılışımın üzerinden çok yıllar geçti. Toprak çok kere açıldı ve çok kez içine hapsetti; serbest kalan ruhların bedenlerini. Çok ağlayanlar, az mutlu olanlar oldu o günlerden beri. Uygarlık diye diye; insanın ruhu ile bedeni ayrıştırıldıkça ayrıştırıldı. Sanki tüm laboratuarlar insanın bedeni ile ruhunu çözümleme formülleri üretimi üzerine kurulmuşlar!

 Şimdi, bu zamanda yılın 2011’i, yaz zamanında suların insanları arınmaya davet ettiği törenlerde; ben de eskisi gibi kulaç atmaya başladım. Kulaçlarım ile yüzdüğümü, bedenimi ölüm tanrıçasından kaçırdığım sular, Akdeniz’in derin, gizemli sularıydı. Akdeniz, sanki sonsuza açılan bir kapı: Okyanuslara, büyük balıklara, yerin ötesine, aşkların büyülü dünyasına gitmek için varılan giriş kapısı gibi.

 Kaptan teknenin motorunu durdurdu. Demir atılıyor sıcaklığın içinden soğuğun dibine doğru. Dip, ışığın kırıldığı, aşağıları göstermediği yerde; teknenin demirini sarıyor bedenine. Kıyı ve kıyıdaki mağaralar çocukça heyecana, deli gösterilerin Ege sularında kaybolduğum yıllara getiriyor beni. 15–20 kulaçta çıkarım kıyıya. Mağaraların hazinelerini keşfeder, birkaç küçük kaya parçasının toplar Doğa Irmağa hediye ederim deyip, Akdeniz’in ışık ile her an değişen maviliğine daldım.

 Dağların uzantısı tepeler şehvetli bir kadın gibi çağırıyor beni. Kayalıklar, en cesur dağcıları çekecek gösteriyi yapıyorlar. Kayaların arasından hayata merhaba diyen çam ağaçları; insan aklını zorlayacak bir şekilde hayatın devam ettiğini ve onlara verilen kayalarda bile hayatın var olduğuna tanıklık yapmamızı sağlıyorlar.

 Hayat varsa, güneşte var! Güneş varsa, sularda; Akdeniz’de var deyip kayalara doğru açılıyorum. Yüzmeyi unutmuş, idmansız beden; yolun yarısında yoruluyor. Kendimi yorgun, bitkin hissettim. Sular; tonlarca ağırlığa ulaşan gemileri kaldıran, milyar kere milyar canlıya ev sahipliği yapan sular, beni kaldırmak istemiyor. Yakın olan kıyı, birden uzaklaşıyor bana. Bir cankurtaran cesaretine sahip ben; canını kurtarma telaşını bile tam manası ile yaşayamadım. Paniğim dışa değil içeydi. Dışarıdan bakanlar; ne güzel serinlediğimi, su ile seviştiğimi; yaşam içinde başka yaşamlar yarattığımı sanırlar. Ben, yaşamı devam ettirecek kulaçları bulamıyordum artık. Kıyı uzaklaşıyordu. Mağaraların daveti, deli bir çocuğu ateşlemiyordu artık.

 İnsanın enerjisi, atacağı kulaçlar azalınca ve durma noktasına gelince; bağırmak, yardım istemek, çığlığın çırpınışlarına gebe kalmak gibi bir derdi de olmuyor. Benim de olmadı. Ne çığlığım, ne de çırpınışım. Birkaç kez dibi bulmak istediğim ayaklarım, dipsizliğin serin sularını hissetince daha bir yaklaştı muhteşem ölümün davetine.

 Kıyıya on metre ya vardı ya da yok! Her şeyin bittiği an, bu zamandır dedim kendi kendime. Ne bir üzüntü, ne bir terk edişin kırgınlığı vardı bedenimin bu dünyaya bıkmamış ruhunda. Hiç kimse ile helalleşme gibi alacak-verecek tarafında da değildim. Pişmanlığın gözyaşları da yoktu, suda iyice ıslanmış bedenimde.

Kıyı, dağların bittiği yer olduğu için normal kıyıların insan kurtarıcı yakınlığında değildi. Son ana kadar derinliğini koruyordu. Hâlbuki yaşama ne kadar yakındım; yaşamın içinde son anlarını yaşarken!

 Akdeniz kim bilir kaçıncı yaşamı, bir başka yaşamlara çekeceği anı yaşamak üzereyken, ışığı; ışığın az ilerideki kıyının kayalarını aydınlattığı dibi gördüm. Dipteki kayalar, ışığın ve suların temiz ve titiz gösterisini yapıyordu. Işık, biraz daha cesaret; son iki kulaç diye yalvarıyordu sanki! Ve ben de öyle yaptım; son iki kulacı, kulaç sayılırsa eğer, öyle yapıp ışığın dibi gösterdiği yere gelebildim. Yüzlerce metreyi güle oynaya yüzen beden; son iki kulacı ne büyük zorlukla alabiliyormuş!

 Işığın dibi aydınlattığı ve beni tekrar yaşama davet ettiği yere gelince ayaklarımı aşağıya bıraktım. Zar zor değen parmak uçlarımla; bir balet gibi ağır ağır kıyıya ilerledim. Kurtuluş destanı; Nazım’ın Kurtuluş Destanındaki insanlardan birisi gibi; anayurdumun kurtuluşu ile kendi bedenimin kurtuluşu için; yüzüm, elim, ayaklarım değil; görünmeyen milyarlık hücrelerim sevinç çığlıkları atıyordu. Yere uzansam kalkamam. Ve ben; sallanan, rüzgârına muhtaç bir tohum gibi, küçük kayaların kıyısında mağaralara doğru ilerledim.

 Büyük bir korku yaşayan hayvan gibi çiş isteğim gelmişti. Korkunun işemesi olmalıydı; büyük korkunun… O sallantı, o kurtuluş heyecanı içinde bile ayıplara kurban gitmeyeyim; tekneden diğer insanlar tarafından görülmeyeyim diye kayalığın açılmış büyük ağızlı mağarasına girdim. Birkaç metre içeride hayata merhaba işemesini yaparken; tam ta idrarımın düştüğü kayanın üzerinde bar yazı duruyordu. Daha öncelerden gelenler tarafından yazılmış bir yazı! O yazı, sadece bir kelimeden oluşuyordu. Ümit, kelimesi, ümit ismi yazılmıştı mağaranın girişindeki yan duvarı oluşturan kayaya.

 Ümit, kelimesi üzerine düşen ıslaklık, ölümden kurtuluşumun şerefine kalkan kadehten dökülen şarap kayaları kutsuyordu. İşte, tam o anda dönmüştüm yaşama. Ümit kelimesini görünce, ışığın daveti ve ümitlerin devam ettiğini görünce sevindim ve yaşam için her şeyin bitmediğinin sevincini sessizce, ama kayaların, kumların, Akdeniz’in tanıklığında bir kahraman gibi yaşadım.

 Işık ve ışığın aydınlatacağı suların kıyıları, kıyılarda sığınacağımız mağaralarımız ve o mağaralara ümit kelimesini yazan insanlar var olduğu sürece, yaşamlar da, sevdalar da, hüzünler de, muhteşem sevinçler de var olacak…
Güven Serin




11 Temmuz 2011 Pazartesi

İNSANIN HİKAYESİ

Kamera; Güven Akdeniz Kıyısında Sıçan Adası
Açıkları
Seong Cheol ve Su Jın ile arkadaşlığını
insanın hikayesi adına başlatan Doğa Irmak:))

Kamera; Güven Sıçan Adası ve Akdeniz
Kayalardan, sadece kayalardan oluşmuş
adanın zeytin ağaçlarını görünce; martılara,
rüzgara teşekkür ettim.


Kamera; Güven
Kaptan dümenin başında yol alırken
Akdeniz'de, kim bilir ne kaptanlar da
kendi dümenlerini insanlık denizinde
yürütüyorlar.
Bol olan milyar sayıdaki insanlık;
kıt olan insanlığa muhtaç!


Kamera; Güven Akdeniz Kıyıları
Nerede bir kayalık görsem; içimdeki keçinin
ruhu dirilip hop hop,zıp zıp; zıplayasım geliyor:))


Kamera; Güven   Phaselis Antik Şehri
Akdenizin maviliğine, lacivertine, renk ve renksizliğine
sırtını dayamış büyük uygarlık birazcık
yorgun. İnsanın ve tabiatın üzerine bindirdiği
yüklerin yorgunluğu...
Sütunlardaki yazılar, yontulardan oluşmuş
figürler taptaze; ustaların ter kokusunu ve
şarkılarını bile üzerinde taşıyor gibiydi.


Kamera; Güven Phaselis Antik Şehri
Şehrin denize (koya) açılan Hadrian kapısından
bakış.


Kamera; Güven Phaselis Antik şehri tiyatrosu
Tiyatronun en yükseğine görkemli çam ağacının
gölgesine sığındım. Yüzlerce yıl önce oynanan
tiyatroyu tekrar izlerken; günümüzün oyunlarını da
düşündüm. Hiç bitmeyen canlı-kanlı ve lanetli
oyunlar; gerçek sanata ve sanatçıya yan gözle
bakan hoyrat bedenlerin soylu oyunları...

İNSANIN HİKÂYESİ



 Aynı dünyada yaşadığımız insanlarla bazen aynı gemide veya mekânlarda bir araya geliriz. Merhaba, Selam, Aleykümselam, Hello, Bonjour,Ciao, Lorem veya; Ben Türküm, I am British, Jono İtaliano, İch bin Onutscher, Je suis Français gibi seslenişlerle ilişkilerde ilk adımları atarız.

 Ülkelere ayırmışlar bizi; iki yüz devlete. İki yüz devletin içinde binlerce millet, varlığını var etme savaşını verir; için için. Bir de insanı ararlar Âdem ile Havva’da. İnsanı, insandan öte taşımak isteyen binlerce din adamı, tapınak; insanı ararken insanlıktan çıkan savaşları sessizce izliyorlar.

 Su Jın ve Seong Cheol ile aynı gemide farklı iki ülke insanı olarak buluştuk. Güney Koreli kadın ile erkeğin dünyayı tanıma merakı ülkemize de uğramalarını sağlamış. Uzak Doğuluların uğradıkları ilk yerler; Pamukkale, Kapadokya, İstanbul ve Antalya. Onlar da öyle yapmışlar. Sanırım son duraklarında bir tekne gezisinde de birlikte olduk.

 Milyar yaşındaki dünyamızın milyar sayıdaki insanının milyarlık hikâyelerinden birini Su Jın ve Seong Cheol ile yaşadık. Otuz yaşını henüz bitirmişler. Yüzlerindeki görüntü daha yirmi yaşında olduklarını anlatıyor bana. İki gezgin insanın kendi ile barışık gülüşleri, gün boyu hiç yok olmadı.

 İki insan da, değişimin, farklılığın, dönüşümün peşindeydiler. Birkaç İngilizce kelime haricinde sözcüklerin büyüsüne sığınmadık. Hâlbuki sözcükler, cümleleri, cümleler insanı; insanlığı bütünler… Ama bazen, kural bozulur…

 Sığındığımız asıl şey, insanın başlangıç hikâyesiydi! İnsan dilleri öğrenmeden önce, yemeyi, içmeyi, uyumayı, korkmayı, kaçmayı öğrenmişti. Su Jın ve Seong ile aynı masada yemek yedik, su, kahve, bira içtik. Yemek yerken, içerken, denizde yüzerken farklı ülkelerin sıraya konmuş insanları değildik. Güneşimiz, müziğimiz, denizimiz bir…

 Teknede bulunan Arap aile, henüz çok küçük bebekleri ile insanın ilk dili ile konuşuyorlar; daha doğrusu, beden temasları ile sevgi gösterisi yapıyorlardı. Bebek, o da insanın ilk halinin dili ile emziği ağzında uyumakla meşguldü.

 Buğday tenli kadın da insanın ilk dili ile konuşuyor; yorgun bakışlarında, bıkkınlık gösterisini ne modern insan hatırına, ne de günümüz uygarlıklarının taklit sunumu adına yapıyordu. İnsanın ilk halinin yorgun, bıkkın ve pes etmiş görüntüsü vardı; yalnızlığının ortasında. Kadın, denizin ortasında, bol müzikli, bol eğlenceli bir teknede olmasına olmuştu ama belki de gün sonunun yalnızlığının, belki de kalabalıklarının matematiksel düşüncelerini önceden önceye yapıyordu.

 Tam karşımda duran genç çift ise, geminin en ilginç büyük ailesini oluşturuyorlardı. Erkek, büyüklük adına ne kadar güç varsa kendinde toplamış kadar iriydi. Büyük gövdesinin kasları spor yapan birisin kasları gibi güçlüydü. Yüzmek için denize atladığında, teknenin arkasından denize atlayanların kaldırdığı suyun üç mislini büyük gövdeli adam kaldırdı. Sanki suya bir insan değil de kocaman bir balık atlamıştı. Sonra, yanına çağırdığı kadını; onun yarısının yarısı büyüklükte; yani çıtı-pıtı kızıl saçlı bir kadındı. Çocukları daha bebekti. Ama tüm aile, gerekli güvenlik önlemleri; can simitleri, yelekleri alındıktan sonra sanki denizin içinde bir gemi kadar güvenli duran adamın yanına indiler. İki insan; kadın ve erkek, görünüşte birbirine zıt görünseler de, insanın ilk hali; ilk hikâyesi gibi, birbirini çoktan kabul eğlemişlerdi. Küçük ve iri olmalarının sıkıntısının zerresi bile yoktu yüzlerinde.

 Yan masada duran aile ise tam günümüzün muhteşemliği içindeydiler. Onlar, daha doğrusu ailenin tek kara yağız erkeği; elinden düşürmediği telefonuyla geziye başlarken de, geziyi bitirirken de aldığı aracı, sattığı aracı, aralarındaki farkları aradığı tüm tanıdıklarına bağıra, bağıra anlattı. Günümüzün, muhteşem kültür gösterisini, bir gezi keyfi ile noktalarken; ailenin kadınları ise erkeğin bol övünmeli saltolarına karşın, birer yardımcı çalışan gibi, sağlı, sollu durarak cesaret verdiler; konuşmayı, övünmeyi; iş ile geziyi saklambaç oyununa çeviren adama.

Phaselis antik şehrini gezerken de insanın hikâyesini düşündüm. Tıpkı gemide insanın hikâyesini yaşayan bir insanın tanık olduğu gerçekler gibi; uygarlıklar kurmuş, yüceltmiş, yükseltmiş; mimarisi, sanatı, savaşçılığı ve ticareti ile varken, yok olan bu insanlar nerede; bu halklara ne oldu diye, düşünerek yürüdüm Akdeniz ile birleşmiş Phaselis antik şehrinin yorgun caddelerinde…

 Hiçbir yüzyıl savaşsız geçmedi bu diyarlarda. Bu diyarlar; Akdeniz, Ege sularının hemen bittiği topraklarda insanın hikâyesini yukarılara; çok yukarılara taşıyan insanlar yaşadı. Şehir kurdular yüzlerce, binlerce yıl evvelinden. Kanalizasyonu, tiyatrosu, hamamı, tapınağı, kütüphanesi, alış-veriş dükkânları, eğlence mekânları olan şehirler. Heykel yapan, keskileri ile yazı yazan, mermere, taşa insanın ruhunu kazıyan sanatçıları, filozofları ve şairleri oldu; savaşı eksik olmayan uygarlıkların.

 Ve ben; Akdeniz’in koynuna gizlenmiş; Kemer ile Tekirova arasında çamlar ile örtülmüş bu şehirde gezerken; kayboldu sanılan insanları bulmanın sevincini yaşadım. O insanlar; içimizdeler, bizim aramızdalar. Zorunlu değişimin dönüşümünü yaptılar. Kimi din, kimi millet, kimi dağ-deniz, orman değiştirerek var oldular.

 Bugün, yaşadığınız yerde, dolaştığınız diyarlarda; eli, beyni ile üretip, beden teri döken bir insan görürseniz; biliniz ki insanın hikâyesinin başladığı ve yükseldiği uygarlıkların kayboldu sanılan insanlardan birisidir; o gördüğünüz mahcup ve sürekli işi ile meşgul olan insan!

 İnsanın hikâyesi, ne 10 bin yıl önce, ne de iki milyon yıl önce başladı. Savaşlar, hileler, düzenbazlıklar ile istenildiği kadar bölünsün, çarpılsın, toplansın; insan, kendi hikâyesini yazıp, saklayacaktır görmek isteyenler ve tabiat için…
Güven Serin














2 Temmuz 2011 Cumartesi

GÜNEYE YOLCULUK

Kamera; Güven - Ürgüp
Ey taşa,toprağa can vermeye,anlam katmaya
çalışan insanlık; aynı zamanda, yeşili,dereyi
ırmağı,vadiyi de yok eden,varken yok sayan
sen değil misin?

Kamera; Güven
Ürgüp
Toprak insan eliyle,insan ruhu ile anlam buldu,
değerlendi,hizmet sundu...


Kamera; Güven-Ürgüp
Taş,yaşama tutunmuş, yaşam için kormuş insan
eliyle insana hayat,güvence sunmuş;
yüzlerce yıl önce; masalımsı tünellerin
tabiat ile insanı buluşturduğu; iyi ile kötünün
savaştığı diyarlar...

GÜNEYE YOLCULUK



 Yolculuk nire hemşehrim? Güneye, güneyin billur tanecikleri ile ısınmış, Akdeniz ile ıslanan kumsallarının olduğu yere. Bir gecenin içinden göklerin bilmem kaçınca katında, Toros dağlarının üzerinden süzülerek ineceğiz Antalya’ya.

 Belirli kesimler için tatilin, doğduğu yerden uzaklaşmanın hâla lüks sayıldığı güzel memleketimin insanını ömrümün geçen yarısında hiç anlamadım! Zorunluluktan gidemeyenleri anlarım elbet. Ama akıl fakirliğini onurlu fakirlikle, bütçe yaparak, zarar-ziyandan artıracağı halde birkaç günlük tatili, geziyi kendilerine lüks sayan kişileri hiçbir zaman anlayamam…

 Bu yazı, gazetemizde temmuzun yaz sıcakları ile koyun koyuna yayınlandığı zaman, eskilerin dediği gibi; bir kaza-bela olmasa, ben çoktan Antalya’nın altını üstüne getirmeye başlayacağım bile. Şimdi, “destur” diyenleri duyar gibiyim. Gez anasını satayım, bu ölümlü dünyada yanında getiren mi var, diyenleri de… Elbet gezer, tuzu kuru haytanın, diyenleri di duymadığımı sanmayın!

 Gezileri yaşama ait değişimler, öğretiler olarak görüp kültürleşmesine öncülük yapmaya çalıştım. Çocuklarıma birkaç ev bırakmaktansa hayatta olan, bitenlerden, farklı kültürlerden oluşmuş doğal mirasları hep yeğledim. Yemeden, içmeden ve ağzına kadar sıkışmış insanlara bırakılacak mirasların da nasıl yağmalandığını bilmeyen varsa beri gelsin…

 Güneye, inmeyeli 24 yıl geçmiş aradan. Koskoca 24 yıl; bir ömrün neredeyse çeyreğinden fazlası… Antalya deyince değerli Coğrafya öğretmenimiz Ahmet Başar’ı anmamak, büyük bir ayıp gelir bana. Kendini değişime adamış idealist bir öğretmen… Her zaman bakımlı, titiz ve duyarlı bir öğretici! Antalya seyahatini okulumuzdaki Gezi Kolunu kuran, destekleyen ve neredeyse onlarca, belki de yüzlerce gezi yapan Ahmet Başar’a borçluyuz. Güneye çıktığım, gençlik baş dönmelerimin yaşandığı ilk büyük gezi işte o zamanlar olmuştu.

Antalya ve çevresi tatilin her çeşidine müsait! Sadece deniz isteyene deniz, havuz isteyene havuz, cennetten yeni gelmiş hurileri merak edenlere de bolcu huri var güneyin sıcak kumlu, bol arkeolojili memleketinde.

 Ormanı, dağı, arkeolojiyi, antik kentleri, mağaraları, çağlayanları seviyorsanız; Antalya ve çevresi bulunmaz bir doğa parçası. Daha şimdiden; yazı, kaleme alınırken bile bedenimdeki değişim başlamış durumda. Ayaklarım dağ keçisi toynaklarına dönüşüyor. Kalbim, dağ aslanları gibi atmaya başladı bile. Sırt çantam, fotoğraf makinem hayatta zenginlik olarak algıladığım en değerli eşyalarımdır. Sırt çantamın içini merak edenlere duyurul; bol içecek, not alacağım kâğıtlarım ve birkaç kitap…

 Har an gündemin değiştiği, yarının diğer bir güne hiçbir zaman batılı anlamda huzur getirmediği memleketimde hâla kendi gündemimi yaratıp, yakalamanın ve insan denen canlının bir mucize olduğuna inanmış bir bedenle vücudumu, kendi irademle taşıyıp, dolaştırmanın, düşündürmenin, yazmanın, okumanın, dinlemenin, izlemenin muhteşem zamanları içinde yedi günlük tatile doğru gidiyorum dostlar.

 Yedi güne neler sığmaz ki? Yedi gün; 168 saattir. Bir insanın hayatında çok küçük bir zaman aralığı gibi görünse de inanmayın siz! Yetmiş yıl yaşayıp da yedi tane güzelliği bir araya getirmemiş, yedi tane heyecanı olmayan milyonlarca insanın yedi çocuk doğurup büyüttüğüne, yetmiş yedi sorun yaratıp, onları yaydığı çok gördüm de, yedi güne, yedi muhteşem heyecan-macera sıkıştırana az rastladım.

 Geçen yıl Ege’nin taş mekânlarının bol olduğu diyarlarda insan denen canlının insanlaşma gezintisini yaparken bu yıl güneyin sıcaklarına, binlerce yıllık tarihine akıyorum.

 Değişimin, öğrenmenin, maceraların soylu hatırına güneye iner inmez; Olimpos’a yanan taşa, yaratılan efsanelerin hiç bitmediği yere koşacağım. Düden’e, Manavgat’a gidip suların türküsünü; insanlığı var eden yaşamın sesini bir kez daha dinleyeceğim. Aspendos antik tiyatroya gidip, binlerce insanın; kadın ve erkeğin oturduğu taşlara oturup, milyonlarca insanın yaşadığı gezegenimizin sanat ve ilimden yoksun bırakılınca kaderlerinin kötülük ürettiğini bir kez daha sessizce irdeleyeceğim…

 Şimdi, bu hayta güneyin sınırsızlığı içinde baştan çıkar, tanrı ve tanrıçaların bol olduğu diyarlarda bir tanrıçanın kurbanı olur sanmayasınız! Özgürlüğe inanan bendeniz, özgürlüğün sınırsız olmadığını, kuralsız da büyümediğine de inanan birisiyim. Yularını koparmış deli danalar gibi özgürlük adı altında çılgınlıkları; sadece yemeleri, içmeleri, sevişmeleri de yaşam saymayan bendeniz; tanrıçalara da, güzel kadınlara da, sanatı seven, estetiğe, güzelliğe inanmış bir insan gözü ile izleyip, alkışlayacağım…

 Güney yolculuğumuz bu yıl ilk kez ekibimizden bir kişinin gelmeyişi ile üçe indi. Büyük kızım Özgün, hayatında ilk kez bütünleme ile tanıştı. Şimdi biz güneyin efsanelerine uçarken, o evde ders çalışacak. Ekibimizin değerli üyeleri, küçük kızım Doğa Irmak ve Fatma Hanım, güneye ilk kez ineceklerinin büyük heyecanı ile hazırlar.

 Şimdi, dostlarım; dağ başını duman almış, marşı eşliğinde güneye uçuyorum. Ülke gündemi her an değişirken, kazaların da her an kurbanlar aldığı ülkemizde, ben ruhumun, yakalayacağı yeni keşifleri bedenim ile onurlandırmaya gidiyorum.

 Bir hafta sonra, yepyeni gündemlerle, yedi güne sığacak yetmiş yedi güzelliklerle buluşmak, görüşmek üzere…
Güven Serin