Kamera; Güven- AKDENİZ
Çağrı, kayalardan,kayalara tutunmuş çam ve zeytin
ağaçlarından geliyor:)) Gel, lütfen gel,diye...
Kamera; Güven- Akdeniz
Kayalara tutunmuş,mazeretsiz yaşamı kabul
eğlemiş ağaçları, canlıları sevdim...
Kayaların yüksek tepelerinden aşağı, denize ulaşan
ses; "gel, senin krallığın bu kayalar, kendu kulübeni
burada yap." diyordu bana:))
SON İKİ KULAÇ
Yaşam bize, biz istemeden sunulan muhteşem bir dünyadır. Paha biçilemez yaşamların, paha biçilen iplerin ve kulaçların da uçunda olduğu bilinen bir doğrudur.
Deniz insanları: “deniz ile oyun oynamaya, deniz ile şaka yapılmaya gelmez.” Derler. Yaşamın kaynağı, yaşama sunduğu desteğin ta kendisi olan deniz; dans ettiği arkadaşını nazikçe boğar bazen. İpek bir urgan gibi boynunuza sarılır denizin kolları. Bir kadının sarılışı gibi sarmalar ve korkulan ölümün, korkutulan insanın var olmak ile yok olmak arasındaki dönüşümü izlenir; dalgaların ışık ile yer değiştirmesinin heybetli geçiş törenleri arasında.
Gençliğimin deli heyecanlarında Egenin Meriç ile birleştiği diyarlara yakın olduğum günün akşamlarında açılırdım Yunan sularına doğru. Deli bir cesaretin küçük bedeni; kıyıya bakınca, küçülen insanları gördükçe büyürdü attığı kulaçlar. Büyük bir bedenin deniz tanrısına dönüşümü gibi suyun gizemleri arasında ilerlerdim korkulu cesaretin muhteşem gururları ile.
Karadan denizin içlerine, balıkların ve bilinmezlerin krallığına açılışımın üzerinden çok yıllar geçti. Toprak çok kere açıldı ve çok kez içine hapsetti; serbest kalan ruhların bedenlerini. Çok ağlayanlar, az mutlu olanlar oldu o günlerden beri. Uygarlık diye diye; insanın ruhu ile bedeni ayrıştırıldıkça ayrıştırıldı. Sanki tüm laboratuarlar insanın bedeni ile ruhunu çözümleme formülleri üretimi üzerine kurulmuşlar!
Şimdi, bu zamanda yılın 2011’i, yaz zamanında suların insanları arınmaya davet ettiği törenlerde; ben de eskisi gibi kulaç atmaya başladım. Kulaçlarım ile yüzdüğümü, bedenimi ölüm tanrıçasından kaçırdığım sular, Akdeniz’in derin, gizemli sularıydı. Akdeniz, sanki sonsuza açılan bir kapı: Okyanuslara, büyük balıklara, yerin ötesine, aşkların büyülü dünyasına gitmek için varılan giriş kapısı gibi.
Kaptan teknenin motorunu durdurdu. Demir atılıyor sıcaklığın içinden soğuğun dibine doğru. Dip, ışığın kırıldığı, aşağıları göstermediği yerde; teknenin demirini sarıyor bedenine. Kıyı ve kıyıdaki mağaralar çocukça heyecana, deli gösterilerin Ege sularında kaybolduğum yıllara getiriyor beni. 15–20 kulaçta çıkarım kıyıya. Mağaraların hazinelerini keşfeder, birkaç küçük kaya parçasının toplar Doğa Irmağa hediye ederim deyip, Akdeniz’in ışık ile her an değişen maviliğine daldım.
Dağların uzantısı tepeler şehvetli bir kadın gibi çağırıyor beni. Kayalıklar, en cesur dağcıları çekecek gösteriyi yapıyorlar. Kayaların arasından hayata merhaba diyen çam ağaçları; insan aklını zorlayacak bir şekilde hayatın devam ettiğini ve onlara verilen kayalarda bile hayatın var olduğuna tanıklık yapmamızı sağlıyorlar.
Hayat varsa, güneşte var! Güneş varsa, sularda; Akdeniz’de var deyip kayalara doğru açılıyorum. Yüzmeyi unutmuş, idmansız beden; yolun yarısında yoruluyor. Kendimi yorgun, bitkin hissettim. Sular; tonlarca ağırlığa ulaşan gemileri kaldıran, milyar kere milyar canlıya ev sahipliği yapan sular, beni kaldırmak istemiyor. Yakın olan kıyı, birden uzaklaşıyor bana. Bir cankurtaran cesaretine sahip ben; canını kurtarma telaşını bile tam manası ile yaşayamadım. Paniğim dışa değil içeydi. Dışarıdan bakanlar; ne güzel serinlediğimi, su ile seviştiğimi; yaşam içinde başka yaşamlar yarattığımı sanırlar. Ben, yaşamı devam ettirecek kulaçları bulamıyordum artık. Kıyı uzaklaşıyordu. Mağaraların daveti, deli bir çocuğu ateşlemiyordu artık.
İnsanın enerjisi, atacağı kulaçlar azalınca ve durma noktasına gelince; bağırmak, yardım istemek, çığlığın çırpınışlarına gebe kalmak gibi bir derdi de olmuyor. Benim de olmadı. Ne çığlığım, ne de çırpınışım. Birkaç kez dibi bulmak istediğim ayaklarım, dipsizliğin serin sularını hissetince daha bir yaklaştı muhteşem ölümün davetine.
Kıyıya on metre ya vardı ya da yok! Her şeyin bittiği an, bu zamandır dedim kendi kendime. Ne bir üzüntü, ne bir terk edişin kırgınlığı vardı bedenimin bu dünyaya bıkmamış ruhunda. Hiç kimse ile helalleşme gibi alacak-verecek tarafında da değildim. Pişmanlığın gözyaşları da yoktu, suda iyice ıslanmış bedenimde.
Kıyı, dağların bittiği yer olduğu için normal kıyıların insan kurtarıcı yakınlığında değildi. Son ana kadar derinliğini koruyordu. Hâlbuki yaşama ne kadar yakındım; yaşamın içinde son anlarını yaşarken!
Akdeniz kim bilir kaçıncı yaşamı, bir başka yaşamlara çekeceği anı yaşamak üzereyken, ışığı; ışığın az ilerideki kıyının kayalarını aydınlattığı dibi gördüm. Dipteki kayalar, ışığın ve suların temiz ve titiz gösterisini yapıyordu. Işık, biraz daha cesaret; son iki kulaç diye yalvarıyordu sanki! Ve ben de öyle yaptım; son iki kulacı, kulaç sayılırsa eğer, öyle yapıp ışığın dibi gösterdiği yere gelebildim. Yüzlerce metreyi güle oynaya yüzen beden; son iki kulacı ne büyük zorlukla alabiliyormuş!
Işığın dibi aydınlattığı ve beni tekrar yaşama davet ettiği yere gelince ayaklarımı aşağıya bıraktım. Zar zor değen parmak uçlarımla; bir balet gibi ağır ağır kıyıya ilerledim. Kurtuluş destanı; Nazım’ın Kurtuluş Destanındaki insanlardan birisi gibi; anayurdumun kurtuluşu ile kendi bedenimin kurtuluşu için; yüzüm, elim, ayaklarım değil; görünmeyen milyarlık hücrelerim sevinç çığlıkları atıyordu. Yere uzansam kalkamam. Ve ben; sallanan, rüzgârına muhtaç bir tohum gibi, küçük kayaların kıyısında mağaralara doğru ilerledim.
Büyük bir korku yaşayan hayvan gibi çiş isteğim gelmişti. Korkunun işemesi olmalıydı; büyük korkunun… O sallantı, o kurtuluş heyecanı içinde bile ayıplara kurban gitmeyeyim; tekneden diğer insanlar tarafından görülmeyeyim diye kayalığın açılmış büyük ağızlı mağarasına girdim. Birkaç metre içeride hayata merhaba işemesini yaparken; tam ta idrarımın düştüğü kayanın üzerinde bar yazı duruyordu. Daha öncelerden gelenler tarafından yazılmış bir yazı! O yazı, sadece bir kelimeden oluşuyordu. Ümit, kelimesi, ümit ismi yazılmıştı mağaranın girişindeki yan duvarı oluşturan kayaya.
Ümit, kelimesi üzerine düşen ıslaklık, ölümden kurtuluşumun şerefine kalkan kadehten dökülen şarap kayaları kutsuyordu. İşte, tam o anda dönmüştüm yaşama. Ümit kelimesini görünce, ışığın daveti ve ümitlerin devam ettiğini görünce sevindim ve yaşam için her şeyin bitmediğinin sevincini sessizce, ama kayaların, kumların, Akdeniz’in tanıklığında bir kahraman gibi yaşadım.
Işık ve ışığın aydınlatacağı suların kıyıları, kıyılarda sığınacağımız mağaralarımız ve o mağaralara ümit kelimesini yazan insanlar var olduğu sürece, yaşamlar da, sevdalar da, hüzünler de, muhteşem sevinçler de var olacak…
Güven Serin
Aman lütfen dikkat Sevgili Güven; korkuttun satırları okurken.
YanıtlaSilMerhaba Zühre. Bir kez daha hatırlatalım; suyla şaka yapmaya gelmez:))
YanıtlaSilSevgiler...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilHoşgeldiniz; merhabayın... Deniz,ölüm,insan; çok merak ettim şimdi:))
YanıtlaSilI do not know Turkish, but thank God for Google Translate. I read several of your posts, very nice, emotionally, in every case and romantic. In Croatia regarding the Turkish series, and it is now a big hit, so you might learn that the Turkish word.
YanıtlaSilRuzmarınka Hello. I also know of tha best Turkish language. :)) Welcome back here. You've convinced you taht the thickness of tha universal culture blog mutu me.
YanıtlaSilPeace be upon your land of our land do...
From now on I'll start to learn a few words in Croatian. :))
Agreed, you learn croatian, and i learn turkish
YanıtlaSilAgreed. :))Very good idea :))
YanıtlaSilHold on to ideas humane, humanity is a good option for...
Zdravo Ruzmarınka
Hey, I think your site might be having browser compatibility
YanıtlaSilissues. When I look at your blog in Ie, it looks fine but when
opening in Internet Explorer, it has some overlapping.
I just wanted to give you a quick heads up! Other then that, fantastic blog!
My homepage: cccam