Sayfalar

28 Ağustos 2024 Çarşamba

UÇMAKDERE UNUTULAMAZ

 

Kamera; Güven Uçmakdere
Hasan Dayı

Burhan Bey,İbrahim Bey,Yunus Usta
Uçmakdere

Hasan Dayı

                                          UÇMAKDERE UNUTULAMAZ!

  Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi kurulur kurulmaz, İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanlığı da doğmuş oldu. Tekirdağ’ımız için ele aldığı ilk projelerden birisi de Miras Atölyesi-I ile Miras Atölyesi–2 çalışmaları olmuş, halkımızın ve bizlerin teveccühünü kazanmışlardı.

    Kısacası, Şarköy bölgesi olarak; Uçmakdere,Gaziköy,Güzelköy,Süleymanpaşa bölgesinde ise Ertuğrul Mahallesi bulunuyor.Bu projelerin merkezinde bulunan tarihi mekanlar,şehrimiz adına; turizmin,kültürel ve sosyal yaşamın kalp atışları buralardan duyulup diğer bölümlere yayılması planlanmıştı.

  Yapılan ilk çalışmaları kim bilir kaç kez alkışlayıp, olumlu yazılar yazarak desteğimizi verdik. Bazen de projelerin yavaş gidişinden, durma noktasına gelişinden, buralardaki sosyal ve kültürel yaşama ayak uyduma sorunları yaşadıkları yüzünden uyarıcı yazılar yazarak şehrimizin geleceğine katkılar yapmak istedik.

   Seslerimiz duyulmuş olunsa da, sözler verilse de ne hazindir ki yen kurulan Büyükşehir Belediyesi kurumları ve oraların koltuklarına oturan yöneticilerin öne çıkmak, her gün halkın, şehrin kültürel, sosyal yaşamları içinde olmak gibi dertleri olmadığını da gördük…

   Bilirsiniz bir işin hakkıyla yapılmasını büyük deneyim sahibi olmuş insanlar bekler ve ister. Vehbi Koç gibi; oğullarına, kızlarına verdiği ilk derslerden birisi de şudur;

 “ Evlatlarım, işe alacağınız yönetici, bu işin en iyisi olmalıdır. O kişiye de en iyi ücreti vereceksiniz!”

   Gelelim Uçmakdere’ye… Miras Atölyesi merkezinde olan ve Uçmakdere insanlarının bu kalkınma davasına canla, başla katkı vermeye çalışmaları göz önünde bulundurulursa, burası tam da öncü olacak yerlerimizin en başında geliyor. Tekirdağ’ın turizmde, kültürel ve sosyal yaşamda, ismi öne geçecekse, üzerindeki ölü toprağını atmalıdır! Tekirdağ Ertuğrul Mahallesi, Şarköy Uçmakdere,Gaziköy ve Güzelköy gibi yerlerde belediyemizin ilgili birimleri de samimi,disiplinli ve istikrarlı adımları artık gecikmeden atması gerekiyor…

   Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi’nin sorumlu dairesi; İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanlığı’nın da katkılarıyla Uçmakdere’de Miras Atölyesi projesine yakışır üç tarihi bina yenilendi. Köyde yaşayan bir avuç Uçmakdere’li insan da yeme içme kültürü adına kolları sıvadı. Birden, terk edilen yerlere bile yaşam sevinci gelmesiyle birlikte yaşamın çığlıkları da duyulmaya başladı.

   Ya sonra? On bir yıllık Büyükşehir Belediyesi ve harcadıkları emekler, ortaya çıkan yenilenmiş üç tarihsel yapı, yıllardır değerlendirmeyi, bu öncü Miras Atölyesi projeleri için destek olmayı bekliyor!

   Bu destek nerede?

   Size soruyorum; Sayın, İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanım, yenilenen binaların ömrü, bomboş hiçbir şekilde işe yaramaz, sadece fotoğraf çektirilmesi için beklemek ve bekletilmek midir?

   Uçmakdere için hazırlanan planlar, projeler unutuldu mu? Burası unutulamaz!

  Aynı projenin içerisinde de Süleymanpaşa’da Beşevler ve Sarı Köşk var. Burası niçin halkın kültürel, sosyal yaşamı için faaliyete geçmedi? Neyi bekliyor? Sadece özel güvenlik görevlileri beklesin diye mi yenilendi?

  Şarköy Uçmakdere,Gaziköy,Güzelköy unutulamayacağı gibi buraları 12 oy boyunca iç ve dış turizme,sosyal ve kültürel yaşama hizmet için adeta yalvarıyor ama sizler niçin bu kadar unutkan,çekingen,üşengensiniz?

 Güven SERİN 

 

 

 

 

  






27 Ağustos 2024 Salı

CİNAYET Mİ?VAHŞET Mİ?

 


                                              CİNAYET Mİ? VAHŞET Mİ?

      ( Hoşça kal Mustafa Can Ekiciler )

  Gün geçmiyor ki genç bir ölüm haberiyle tanıyan tanımayan herkes derinden sarsılıyor. Önceden tanıdıklarım veya yeni tanıştığım insanlarla bu konular konuşurken artık insanımızın korkular ile yaşamaya alışmaya başladığını görmenin yanında bazı alışkanlıklarından da vazgeçmekte zorlandığını görüyorum.

    “ Arabamla Muratlı’dan, Malkara’dan, Çorlu’dan Tekirdağ veya Tekirdağ’dan Muratlı’ya giderken yolda gördüğüm, araç bekleyenleri arabama almaktan dolayı büyük huzur bulurdum. Ama artık tanımadığımız yabancıları almaktan çekiniyor korkuyoruz-korkuyorum!”

   Bu sözleri defalarca ve farklı insanlardan duydum, dinledim. Neymiş: - Artık tanımadığımız insanları özel arabalara almayacağız; alamayacağız! Buradaki düşünceye öyle veya böyle de olsa katılıyorum…

  Ya kamusal alanlar? Herkesin başına bir polis veya bir jandarma verilemeyeceğine göre; kamusal alanlardaki can güvenliğimizi nasıl koruyacak, engelleyeceğiz?

   Ailesinin büyük fedakârlık ve titizlikle yetiştirdiği, belki de şehrimizin, ülkemizin geleceğinde çok önemli hizmetleri olabilecek bir genç insan: Mustafa Can Ekiciler kamusal alanda öldürülmedi mi? Üstelik doğduğu, büyüdüğü yerlerin kucağında bir yerde…

   Suç işlemeye çıkmış, avını bekleyen vahşi bir hayvan özelliği taşıyan ve bir türlü kurutulmayan bataklıklarda yaşayan, ölüm timi gibi dolaşan bu insanlardan bizleri kim koruyacak ve kurtaracak? Böyle giderse, bu korkular daha da yayılırsa, zaten pandemi ile insanımız evlerine kapandı, artık daha da kendi dünyasına kapanıp, herkesten kaçar bir ruh âlemi içinde ayrı bir hastalığın pençesine düşmeyecekler; düşmeyecek miyiz?

   Mustafa Can Ekiciler’i öldüren de bir genç insan-katil! Buna benzer ölümlerden daha kaç tane yaşanması gerekiyor ki bütün bu kâbuslar, vahşetler son bulsun? İzmir’de yaşanan taksici cinayeti dün gibi gözlerimin önünde! O katil de genç bir insandı! Ölen de masum bir insanımızdı; tıpkı Mustafa Can Ekiciler gibi; henüz vadesi dolmamış, yaşama doymamış, yapacağı çok şey olan insanlardan…

  Zamansız, hiçbir ahlaka sığmayan bu tür cinayetlere, vahşetlere sadece ağıt yakarak, baş sağlığı dileyerek acıyı ve ölümü ortadan kaldırabilir miyiz? Hep böyle mi devam edecek?

   Güvenlik güçlerimiz tarafından her gün, ama her gün, neredeyse her saat operasyonlar yapılıp kamuya duyuruluyor; “ Bugün şu kadar suç örgütü çökertildi. Şu kadar suçlu tutuklandı!” Peki, ama tam olarak kökleri nasıl kurutulacak?

  Suçlular ile baş edebilmenin bilimsel tarafını yok saymamız mümkün mü? Bu tür katiller nerelerde yetişiyor? Hangi ailelerde? Üniversiteler, ilgili bölümleriyle araştırmalar yapın, vahşetlerin gerçek bilânçosu karşısında alınması gereken önlemleri aktarıyorlar mı? Bu raporlar dikkate alınıyor mu? Alınıyorsa niçin genç katiler, gencecik, masum insanları her an her yerde öldürmek için pusuya yatacak zamanı, enerjiyi, imkânı bulabiliyorlar? 

   Başkan, Recep Tayyip Erdoğan’ın sıklıkla tekrarladığı, özellikle yöneticilere, göre başında olanları uyardığı sözü yine hatırlatıp, yine haykıracağım; “ Sayın yöneticilerim sahaya inin artık!” Acının yaşandığı sahaya, evlere gerçekten inin…

   Sosyologlarınızla, psikologlarınızla, öğretim görevlilerimizle, uzmanlarımızla, bu kadim milletin bir türlü bitmeyen korkuları, acıları tam olarak bitmese de artık azalsın…

 Güven SERİN 

  

 

 

  


24 Ağustos 2024 Cumartesi

GEL GİTME KADIN

 

İNTERNET

                                                     GEL GİTME KADIN

 Mustafa Kemal Atatürk’ün müzisyenleri çok sevdiği herkes tarafından bilinir. İnsan ruhuna iyi gelen, insanı bilinç, düşünce ve yenilenme seviyesine getirecek her türlü sanat dalı ve bilimin peşinde koşan Atatürk’ün 24 yıl yanında duran, yaverliğini yapan Cevap Abbas;

 “ …Atatürk’ün sofrası bir okuldu “ sözünü kim bilir kaç kez tarihe, insan sosyolojisine, milletimize not olarak emanet etmiştir.

  Turgut Gürer’in eserinde, Cevat Abbas Gürer’in anıları bir bir incelenmiş, çok faydalı bir eser haline getirilmiştir. Yine bu eserde Sabiha Gökçen’in bir anısı da anlatılmıştır.

   Müziği çok sevmesi dolayısıyla, bir akşam yine müzisyenler davet edilmiş, Mustafa Kemal Atatürk’ün sofrasında, fiziksel beslenmelerden çok öte sanatsal, kültürel bir beslenme gecesi yaşanıyordu. Konuk sanatçılardan birisi de Selahattin Pınar,”Gel Gitme Kadın “ şarkısını söylerken Mustafa Kemal Atatürk’ün gözleri doluyor; ağlamaklı bir halde…

   Sabiha Gökçen, hatırasını anlatırken;

 “ Onu ilk kez böyle bir halde, bir şarkıyı dinlerken gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüm! Acaba bir kadın mı var diye düşündüm!” ifadelerine dikkat çekiyor.

   Ertesi gün Mustafa Kemal Atatürk, her zaman yaptığı gibi geceye dair bildik soruyu sorar;

“ Akşam nasıl geçti?” sorusuna Sabiha Gökçen; “ Güzeldi paşam. Fakat bir şarkıda gözleriniz yaşardı. Biz üzüldük. Hiçbir şey söylemedi ve durdu.” Mustafa Kemal Atatürk, gece ve dinlerken hüzünlendiği şarkıya ait bir hatıra olup olmadığın sorusu karşısında; “ Yak şu sigaramı kızım” cevabını verdi. Bir saat sonra Sabiha Gökçen’i çağırtır.

—Hazırlan çiftliğe gidiyoruz.

—Hazırlandık ve yola çıktık. Atatürk, yaver Cevat Abbas ve ben aynı arabadaydık. Çiftliğe doğru yaklaşıyorduk. Atatürk Cevat Abbas’a seslenerek:

—Bak Cevat, biz Anadolu’ya çıktığımızda bir marş söylerdik, deyince Cevat Abbas:

—Dağ Başını Duman almış paşam, diye cevap verdi.

—Hep bir ağızdan marş söylemeye başladık. Bana dönerek:

—Biz Anadolu’ya çıktığımızda, altımızda kırık dökük bir arabayla, yine kırık dökük yollar üzerinde dolaşırken bu marşı söylerdik, çocuğum.

—Baktım yine gözleri yaşarmıştı. Yine; “Yak şu sigaramı kızım” dedi. Bir akşam önceki toplantıda, onun gözyaşları ile bir kadın ilişkisi kurmaya çalıştığım için utandım. O zaman ve daha sonraki günlerde durumu iyice anladım. O,hemen her zaman, hatta mesut bir eğlence anında dahi, acı tatlı çeşitli memleket hatıralarıyla yaşar…

  Bir Kurtuluş öyküsü, bir Gelibolu Destanı kolay yazılmadığı bellidir. Mustafa Kemal Atatürk, bir dahi olmayıp, sıradanlığın, zaafların içende yenilen bir kişi olsaydı, çok sıcak bir camın üzerine soğuk su döken yaşlı kadının bize verdiği nasihat ve yaptığı deney gibi; o cam her yerinden tuzla buz olurdu…

    Mustafa Kemal Atatürk’ün olmadığı yerde, şu an için vatanımız neresi olur, nerede sığınmacı, nerede kemirilen, eritilen bir milletin fertleri olarak yaşardık; bilinmez…

 Güven SERİN 

  



21 Ağustos 2024 Çarşamba

AYTAÇ OY: KÜÇÜK MUTLULUKLAR

 


                                                                           Kamera; Güven TEKİRDAĞ


                                AYTAÇ OY: KÜÇÜK MUTLULUKLAR

    Aytaç Oy kimdir, Tekirdağ için ne anlam taşıyor? Dediğimizde, telaşa, unutmaya alışmış büyük çoğunluk için koca bir sessizlik oluşacaktır. Aytaç Oy bu sessizliği, şimdi yoğun bakımda yatmış olduğu yatakta hissediyor olsa, sadece o özel gülümsemesiyle gülümser; “ Boş ver Güven, bana küçük mutluluklar yeter de artar bile!” der…

   Şehrimizin kültürel, sanat yaşamına iz bırakmış son sanatçılardan birisidir, dersem abartmış olmam…

   Muhasebeciliğin yanında, şairliği, şairliğin yanında gazete yazarlığı ve bütün bunların yanında yaşama bildik bütün ama ve fakat-lardan öte tutunmuş bir insandır Aytaç Oy.

   Kızı Ayşen Hanım aradığında ağlamalı bir sesle; “ Babam yoğun bakımda Güven Bey. Sizin onu sevdiğinizi biliyorum. O yüzden haber vermek istedim.” Düğümlenen boğazların, ruhların kalp atışlarını kaç kişi dinledi ve biliyor bilmiyorum. Öyle, yaşamın şaşmaz döngüsüne o kadar çok inanmış olsam, her gün bu konularda yazılar da yazıyor olsam, bilinçaltımdaki korkuların ayak seslerini böyle zamanlarda çok yüksek ve sarsıcı bir şekilde hissettiğimi de söylemek isterim.

   Aytaç Oy’un şaşmaz kararlılığı, Türk Sanat Musikisi ile olan bağları, yaşamın karşısında duruşu onu yakından tanıyanlar tarafından çok iyi bilinir…

   Elimde 2007 yılına ait Dilek gazetesindeki köşesinde 43.Kiraz Festivali, Küçük Mutluluklar ve Mevlana Yılı hakkında çok küçük detayları, iz bırakır bir halde, çok büyük bir hissiyat içinde, gazete ve şehir arşivine taşımış. Bunun gibi onlarca, yüzlerce köşe yazısı bırakmış geride. Hepsinde kent bilinci, sanat bilinci ve sevgisi çıkıyor gün yüzüne…

   Bir gece önce muhasebe bürosunda çalışırken TRT4’te her akşam olduğu gibi müzik dinliyormuş. Ali Şenozan’ın bestelediği sözlerinin kendisine ait şarkı “ Doyulmaz Asla Aşka” çalınmaya başlayınca aldığı mutluluk, kendisinin de her fırsatta ifade ettiği gibi;

   “ Bunlar insanı yaşama bağlayan, üretkenlik heyecanını arttıran, pes etmemesi gerektiğini uyaran ‘Küçük Mutluluklar’dandı.”

   Şehirler, tarihi, mimari değerleriyle yüceltirler. İyi mimarların eserleri, iyi yöneticilerin bıraktıkları izler ve o şehirde iz bırakmış sanatçılarıyla, şehirler diğer şehirlerden öte, gelen gören ve orada yaşayan insanlara şehir bilincini, sevebilme duygusunu daha da pekiştirmek adına zenginleştirirler.

   Aytaç Oy, şimdi; o eşsiz hissiyatı, zenginliği, yaşamı Türk Sanat Müziği hissiyatı içinde, sessizliğin hüküm sürdüğü yatağında, hep özlediği şehri Tekirdağ’a dokunuyor. Kaf Dağları ardındaki öykülerin yaratıcısı gibi, düşünerek, kıskanması bir küçük mutluluk serüvenini yaşıyor… En pasif görünen, kendinden geçmiş sanılan bir bilincin, sanatla kol kola girmiş bir halde… Belki, uçsuz bucaksız evrenin yaşam dolu gezegeninde, geride bıraktıkları şiirleriyle, gazete yazılarıyla, anılarıyla, dostlarıyla bir yerlerde buluşmak için vedalaşıyor; kim bilir…

   AYTAÇ OY, sesimizi, soluğumuzu; engin yaradılışında bulunan üst sezgi ve iletişim diliyle duyduğunu biliyorum. Seni tanımanın onuru, her gün birbirine benzeyen yüz binlerce insanı bilmek, onları izlemek, görmek, duymak heyecanından çok öte bir şey; bir değer ve bir ONUR…

 Güven SERİN 

 


16 Ağustos 2024 Cuma

İPSALA'DA ZAMAN AĞIR AKAR

 

Kamera; Abdullah Yılmaz

                                İPSALA’DA ZAMAN AĞIR AKAR

  Herkesin, çok hızlı akıp geçen zamanla derdi olduğu bir dünyada yaşadığımızı biliyorum. Eski insanların sıklıkla tekrarladığı lafları duyarak büyüdük;  “ Nasıl geçti koca ömürler-bu zamanlar; hiçbir şey anlamadık!”

   Bu sözleri çok irdeledim. Onlar üzerinde düşündüm. Yaşamlarına yeni bir şey katmayan, yeni öykü yazamayan insanın doğasında sıkılma, tekrar ve ezbere karşı bıkkınlık duymanın kaçınılmaz bir doğa kanunu olduğunu gördüm. Bir yerde zaman akıp geçse de, bir sürü işler yapıyor görünse de, aynıyı tekrar edenler için zaman denen şey;  “Yalancı ve Yabancı…”

   Zamanın daha ağır aktığı, birçok anımın olduğu İpsala’ya, yine o zamanın derinliklerinden çıkartıp davet ettiğim arkadaşım Kazım ile birlikte gittik. Önce annemi Paşaköy’e getirdik. Bahçesi komşu Asiye Hanım tarafından sulanmış, temizlenmiş bir halde, zamanın ağır akışı içerisinde bulduk. Bir yerde her şey aynı gibiydi…

    Dut ağacı, kaybolan erik ağaçlarının, erguvanların, sümbüllerin, güllerin, zambakların anısına sahip çıkmış; zamanın son kırıntısına sımsıkı yapışmış bir haldeydi. Arkadaşım Şerif Bilir ile görüştük, akan zaman içerisinde kısacık bir anı daha zihnimizin not defterlerine düştük.

  İpsala’ya geldik. Anıların cirit attığı, koşarak, coşarak İpsala sokaklarında, caddelerinde dolanıp durduğu yere. Artık Ali ağabeyin bakkal dükkânı tarih olsa da, o meşhur İpsala’nın marifetli ustalarının keşkül, supangle tatları uzaklarda kalmış görünse de yavaş akan zamanın içerisinde onları da dokunmadan edemedim…

   Her gittiğimizde uğradığımız İpsala köftecisi, aynı tadı yarım yüzyıldır sürdürüyor diye övündüm… Üretme, diğer insanların mutluluğundan pay çıkarma sevdası içinde olan esnafların ömürleri bin yıl geçse de, sadece tabaklarındaki köftelerden para kazanma hırsları olmadığını biliyorum. Gözü, gönlü, mideyi doyurmak, insanın her haline hitap etmek apayrı bir zanaat, belki de sanat olayı…

  O tatların içerisinde ortaokul günlerini eşeledim. Köfteleri pişiren, servisi yapan lokanta sahibi ve çalışanları gülümsediler. Kimden söz ettiğimi hemen anladılar. O sabahları geliyor, dediklerinde; “ O esnaf burada olsaydı ona gecikmiş de olsa teşekkür etmek isterdim.” Sözünü daha fazla merak etmesinler diye açıklamada bulundum.

   Okul harçlığımızın beş köfteye yettiği kimi zamanlarda ana cadde üzerinde olan iki katlı küçük lokantaya koşardık. Burada genç, boylu poslu ve her daim gülümseyen bir esnaf bizi karşılar; “Hoş geldiniz çocuklar” demeyi neredeyse bir zanaat haline getirmişti. Yanılmıyorsam dükkânın alt tarafında birkaç masa, üst tarafı denen ( Kıçüstü ) bölümünde de üç masa vardı. Bizim için daracık merdivenlerden çıkılan üst kat bir sığınak yeriydi.

   Genç esnaf, köfte ustası bilirdi bizim beş köfte yiyeceğimizi. Her defasında da soğanı, domatesi bol olsun derdik. Biz söylesek de söylemesek de bol gelirdi her şey; soğan da, domates de, hatta bir sürahi su da onun gülüşüyle birlikte gelirdi. Beş köfteyle kaç ekmek yerdik bilinmez. Bizden kar mı yapardı yoksa zarar mı? Bunu hiçbir zaman hissettirmedi…

  Köfteleri yedikten sonra arkadaşım Kazım’a “ Birkaç çay içelim” diyerek bizim bıraktığımız zamandan daha büyük, daha bakımlı olan meydanda buluna çay bahçelerinden birkaç tanesine geçtik. Aklıma, belki yavaş akan zamanın hatırına biraz ötede Dursun’un işlettiği kıraathane geldi. Artık, onun mekânı da meydanın bir parçası olmuştu…

   Dursun, tıpkı kırk yıl öncesinin Dursun’u; geleni misafir kabul edip, derhal ne yapacağını, ikramlarından sonra bir şeyler lazım olup olmadığını sorar. Yine ikramını yapıp sordu; “Benim yapabileceğim bir şey var mı?”  

  Şairin tepeden baktığı İstanbul, şaire nasıl heyecan verdiyse, ben ovadan baktığım, neredeyse zamanın kıyıcığında öylesine bekleyen İpsala’ya o gün, o ruh âlemi içinde,ağır akan zamanın içine süzüldüm. Etrafımı, diğer masalarda oturan İpsala insanlarını koşulsuz izledim…

   Hepsi zamanın içerisinde donmuş yüzlerin bedenler gibiydi. Merak içinde, sen bir adım atsan onlar birkaç adım atıp; oraya yabancı gelen kişiyle, birkaç saat içinde arkadaş olup güne kim bilir ne sohbetler taşıyacaklardı.

   Baktığım kişilerin hiçbirinin ismini bilmediğim gibi şahsen hiçbirisini tanımıyordum. Ama yüzleri, bakışları tanıdıktı… Bana verdikleri enerji, bakışlardaki o mana, fazlasıyla tanıdık ve samimiyet taşıyordu. Sonra Balkanlara doğru uzun uzun: Onlar da çok tanıdıktı… Kimisi dumanlı, kimisi türkülerde, bazıları da filmlerde sanatçı duyarlılığı ve yüreğiyle konuşuyordu…

   İpsala’nın meydanları değişmişti değişmiş olmasına ama birçok sokak, cadde aynıydı. Yeni, bakımlı güzel evlerin yanında tek katlı, bahçeli ve İpsala ovası gibi verimli, meraklı bakan yüzler hep aynıydı; ağır akan zamanın içinde, belki de kıyıcığında kalmış insanlar ve İpsala…

Güven SERİN 


14 Ağustos 2024 Çarşamba

ORHAN PAMUK ve SARTRE

 

İNTERNET

İNTERNET

                                      ORHAN PAMUK ve JEAN PAUL SARTRE

 ( Müesses Nizama Dâhil Olmak!)

  Çalışmama “Meyve veren ağaç taşlanır” atasözünü hatırlatarak başlamak istiyorum. İki ünlü insanı, birisi Fransa Paris,21 Haziran 1905 doğumlu Sartre, diğeri İstanbul Türkiye, 7 Haziran 1952 doğumlu Orhan Pamuk’u amatör bir bakış açısıyla, ne ağacın meyvelerini yere düşürmek için taş atacak, ne de ismi yabancı diye diğer yazarı, filozofu göklere çıkartacağım…

   İkisinin de ortak yanı nedir diye soracak olursak: Yazma sanatına tutkun olmaları, her ikisinin de kendi ülkelerinin dışında ünlü oluşları diyebiliriz. Bir de Nobel Edebiyat Ödülü, her ikisinin de ortak başarıları, öne çıkan yanlarıdır.

  İkisi arasındaki derin farkı, yine kendi düşünce, bilgilerim doğrultusunda açmak, konuşmak isterim. Jean Paul Sartre’ye 1964 yılında Nobel Edebiyat Ödülü verildi. Fazla değil 42 yıl sonra da ülkemizin yazarlarından Orhan Pamuk’a aynı Nobel Edebiyat Ödülü verildi.

  Sartre bu ödülü reddetti. Sebebini de, tarihe not düşerek, yok edilmeyecek biçimde yapmayı borç bildi. Reddetmesinin sebebi nedir acaba? Sartre’ye göre bu ödülü kabul etmek; “ Müesses nizama dâhil olmak” demekti. Yani kurulu düzenin içinde hapsolmak, onların istediği gibi yazmak, düşünmek…

  Ülkemizin Nobel Edebiyat Ödülü alan yazarı Orhan Pamuk ne yaptı? Seve seve, koşa koşa ödülünü aldı. Almasa mıydı? Ülkemizdeki Nobel ödüllerine bakışı daha da derinleştirdi. Bir kesim bu ödül; “ Siyasidir…” dediklerinde akla şu Orhan Pamuk açıklamaları tarih bilimli durduğu sürece hep gelecek;

  “ Türkler 1 Milyon Ermeni’yi, 30 Bin Kürt’ü öldürdü.” Açıklamalarını yaptıktan sonra gelen bir ödül kafaları hep karıştıracak… Karışan kafaların, bu düşüncelerin ışığında Orhan Pamuk’un yazarlığını sorgulayacak, bu ödülü almasaydı daha iyi olurdu diyecek yetkiyi kendimde görmüyor bulmuyorum…

  Özgür iradenin ortaya konması, düşüncelerin, tartışmaların berrak ve insan merkezli olması önceliğimdir. Yani, adalet olduğu sürece fikirler asla saklanmalı… Bana göre, sana göre, ona göre değil, adaletin yasalarına göre bir fikir kendi iç dünyasını dışa taşırsa, bu fikir etrafında bilgili kişiler tartışırsa ülkenin demokrasisi, tarih bilinci, kültürel, edebi yaşamı da ileri gider…

  1964 yılında kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü hemen reddeden Sartre basına açıklamalarda bulunur. Tam anlamıyla özgürlüğü, devrimleri savunan Sartre, bu ödülle affedilip düzenin, yani müesses nizamın içine çekileceğini hissederek; “ Bu ödülü istemiyorum. Reddediyorum” açıklamasını hiç zaman kaybetmeden, ama ve fakat’lara gebe kalmadan yaptı. Tarihe, duruşuyla, yapıtlarıyla, davalarıyla, yürüyüşleriyle, fikirleriyle, halkın içinde kalarak geçmeyi başardı. Birileri aferin desin, kendi doğrultularında düşünsün, konuşsun, yazsın diye değil; sürekli özgürlüğü savunan bir düşünce insanının, yazarın her daim özgür kalması için…

   Ya Orhan Pamuk? Birçok yazarın bu ödülü onur kabul edip, nasıl büyük sevinç yaşadıysa öyle mutluluğun içine girip seve seve edebi, belki de siyasi demlenmesini yapmıştır…

  İsveç Akademi Sekreteri Horace Engdahl, ödülü kazanan Orhan Pamuk ismini açıkladıktan sonra ödül gerekçesini açıkladı;

“ Çağdaş romanın köklerini değiştirdiği için bu ödülü Orhan Pamuk kazanmıştır.”

   En çok garibime gidense Orhan Pamuk’un tarihçi, siyasetçi rolüne bürünüp “ 1 Milyon Ermeni” den söz etmesi olmuştur. O güne kadar bu konularla ilgili hiçbir akademik çalışması, açıklaması bulunmazken, birden bu açıklamaları yapması, hiçbir zaman altı doldurulmamış, bu konuda bilgisi olanların şüpheleri giderilmemiştir.

  Zaten Orhan Pamuk da bu tür eleştirileri duymak istemedi. Açıklamalarını yaptı ve ödülünü aldı. Çok çalışkan, aranan, okunan birisi olduğu için de sürekli üretiyor. Bir yerde “Meyve veren ağaç taşlanır” diyerek, kendi şahsi rolünü bir yerde kendi toplumundan uzak kalarak başarıyla ve mutlu bir şekilde uyguluyor…

   Dedik ya özgürlük! Demokrasi ve adalet… Düşünce ve tercihler ne kadar çok çeşitlenirse, bu kadim milletin üretecekleri, yapacağı buluşlar, gelişmiş medeniyetlerle yarışı o kadar ileri taşınır; bazı düşünceler, ödüller bize ters gelse bile…

 Güven SERİN 

  






13 Ağustos 2024 Salı

ROMANTİZM UYUMAZ

 

İNTERNET

                                                 ROMANTİZM UYUMAZ

   Gün, birkaç saat önce aydınlamaya başlamış, Tekirdağ esnafı, insanları henüz uyanıyordu. Bacaklarımda yeterli enerjiyi bulamadığım için Çiftlikönü esnafına sabah çorbası için gitmekten vazgeçtim.

  Bir U dönüşü yapıp Ertuğrul Mahallesi zengin anıları ve yaşam kıpırtıları içinde atölye yolundayım. Açılan birkaç küçük esnafın ya çalışanı ya sahibi olan bir kadın ve bir erkek; günün hangi saatinde olduklarından bile haberdar olduklarını sanmadığım romantik bir duruş içinde konuşuyorlar.

  Kadın dükkânının önüne oturmuş, elinde bir kahve fincanı ara sıra yudumladığı içeceğiyle genelde ona eğilerek konuşan erkeği dinliyor. Aralarında bir motosiklet var. Kadın kaldırım üzerindeki sandalyede, erkek de motosiklete yaslanıp neredeyse kadının dudaklarına değdi değecek bir halde, büyük bir özgüven içinde anlatıyor, kim bilir hangi düşlerin pembe, kırmızı, sarı, uçsuz bucaksız taraflarına dokunuyor!

   İster istemez, böyle manzaralar karşısında mutlu oluyor görünsem de Sigmund Freud’un Cinsellik İçgüdüsü ve Ölüm İçgüdüsü hakkında bilgilerimi tazelemek, hatırladıklarımın üzerinde eşelemek zorunda kaldım.

  Erkeğin aceleci ve kurnaz yaklaşımları romantizmin doğasını bozuyor görünüyordu. Kapalı bir alanda olsa, anlattıkları karşısında kirpikleri bile gülümseyen, dişi bakışıyla erkeği o an için onayladığını hissettiren kadına daha da yakın olacağı belli olan hareketler karşısında şaşırmadım.

    Ahlakçı yönden değil de, nitelikli ilişkilerin doğmaması, toplumsal olarak, insanı daha bir insan yapacak ilişkiler-bir araya gelmeler ve birbirine sokulmalar, yeterli samimiyet, görgü, edebi ve felsefe ruhu taşımıyorsa, yaz yağmuru gibi gelip geçip, birkaç saat sonra geriye hiçbir iz bırakmayan denemelerden, kırgınlıklardan ve mahcubiyet çizgisinden öteye geçmiyor, geçemiyor…

  Sigmund Freud insanların, yani bizlerin; içimizdeki korkunç, ölümcül güdülere odaklanmaya başlamıştı. İnsanların dış saldırganlık kadar iç saldırganlıkla da yüzleşmesini istiyordu.

    Freud, zihnin üç elementten oluştuğunu söylüyordu. Birincisi, tutkularımızdan oluşan bir kazan. Ölüm güdümüz ve cinselliğimiz burada bulunabiliyordu. İkincisi, süper ego bölümü adını verdiği bölüm var. İmkânsız idealleri dayatabilecek, acımasız eleştiriler getirecek bir iç bilinç! Süper ego, katı, denetleyici bir ahlak koruyucusu gibiydi. Birinci bölüm, zevk ve dürtülerle sonsuz çatışma halinde olan şey, süper ego idi.

  Freud, zihin içindeki savaş ve yolunu bulmaya çalışan üçüncü elemente ise ego adını verdi.

   Üç element, iç ve dış çatışmalar düşüncelerinden ne anladık bilemiyorum. Toplumumuzda bu tür düşünceler henüz günlük yaşamın içinde olmadığı gibi, çok lüks veya çok gereksiz-zaman kaybı gibi algılana biliniyor, büyük çoğunluk tarafından böyle kabul görülüyor.

   Biz yine günün erken saatlerinde uyumayan romantizmi saatlerine geri dönelim! Erkeğin tatlı, içten olmayan gülümsemesiyle kadının kirpiklerinin bile mutluluktan uçtuğu ana… Kadın, bir o kadar temkinli duruşuyla,

 ”Ben kolay lokma değilim!” ifadelerini, insanın olduğu her yerde sonsuz derece farklı ilişkilerin de olacağını, ama olması için insan denen canlının yaşayacağı her türlü ilişkiye değer verip değer katması gerektiğini savunup, altını kalınca çizelim…

 Güven SERİN 

   


12 Ağustos 2024 Pazartesi

İNCİ TANELERİ SADECE BİR DİZİ Mİ?

 

İNTERNET


                                 İNCİ TANELERİ, SADECE BİR DİZİ Mİ?

   ( Türküler Tadında ve Tuzunda…)

 

  Dizilere, sürekli kendini tekrar eden tartışma ve haber programlarına bir yerde sınırlama getirmiş birisi olarak, kalbimi ve zihnimi İnci Taneleri dizisine sonuna kadar açtım.

   Bu açışı, sarılışı, muhtaçlığı ben de merak ettiğim için tüm bölümlerini izlediğim İnci Taneleri dizisini irdelemeye devam ediyorum. Peki, ama 17 bölümlük bu diziye neler sığdı? İzleyenlere ne vermiş olabilir? Niçin bu dizinin çekim kuvvetine kapıldım?

   İçinde edebiyat, tarih, şiir, türkü ve felsefe tadında yaşamların analizi olduğundan dolayı olabilir mi?

   İnci Taneleri dizisinin ilk bölümü başlarken; “ Gerçek hayat hikâyelerinden esinlenir” yazısı ve onun ardından senaryosu yazarı Yılmaz Erdoğan ismi aynı zamanda dizinin gideceği yönü, çok sesliliği, zenginliği de anlatmaya yetiyor.

  Gerçek şairler, yazarlar konaklardan, yalılardan, son derece rahat ve huzurlu yaşamlardan doğmazlar. Doğsalar bile o yaşamlarla sürekli ters köşeye düşerler. Yaşamın bütün renkleriyle ıslanmadıkça, boyanmadıkça ne gerçek şair, ne yazar, ne de ressam kendini diğer zamanlara taşıyabilir…

  İnci Taneleri dizisi ve bölümleri içinde yaşama dair birçok şey; kıpırtı, hırıltı, sancı, çığlık, sevinç, coşku, esinti, romantizm, felsefe, tarih, arkeoloji, eğitim; okul bahçesindeki çocuklar gibi hepsi, bir yerde televizyon sanatının yapmak istediğini yapıyorlar…

Para kazanıyorlar bol reklâmlarıyla, iyi analiz edenlere, yaşamın içinde kaldıkları sürelerin anlamını, anlamsızlıktan kurtarıp can taşıyan halinize bir daha can katıyorlar…

   Dizinin başkarakteri bir öğretmen! Suçlanan, mahkûm edilmiş bir öğretmen. Sıklıkla dizinin içine serpiştirdiği, türküleri, filozof bakışını, şair, eğitici sözleri kâğıda değil zihne not alınıp derhal uygulamaya konulacak türlerden;

 “Güldürmediğimiz bir insana bir şey öğretemezsiniz! Her kızgınlığımız da ne kadar da haklıyız değil mi?” Bu sözcükler, genç bir öğrenciyi, annesiyle babası ayrılmış genç kızın ruh âlemini savunurken, kızına parasal yönden sonsuz kredi açmış anneye söyleniyor.

   Dizinin bir yerinde bir başka büyük şair, Didem Madak anılıyor ve hatırlatılıyor. Aynı zamanda yakın zaman edebi tarihimizin çılgın zenginliklerin, yapay dünyalara adanmış insanların soluklanacak sözcüklerinin bile olmadığını da gösteriyor, anlatıyor. Bir kış günü yüzümüze çarpan, soluğumuzu kesen soğuk ve rüzgârın etkisiyle;

“ Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca/Balkona yorgun çamaşırlar asmayı/Ki uçlarından çile damlardı.”

  Annesiyle sıklıkla tartışan, okula gitmek istemeyen genç kız sakinleşince, değişim ve dönüşüme başlayınca, özel ders veren edebiyat öğretmenine annesi sorar:

-        Sakinleştirici filan vermediniz değil mi?

-        Yok! Biraz şiir verdim o kadar!

   Acaba, yaşadığımız bu dünyada her gün deli divaneler gibi çırpınışlarımıza biraz şiir aktarabilsek, birkaç resim yorumlasak, sevdiğimiz bir iki antik kente uğrayıp insan öyküleri öğrenip yorulmasak, nasıl bir ruh dinginliğine sahip oluruz?

  Her şey var dedik ya bu dizide. Çok parası olup da alkole sığınan, tek çareyi orada gören bir başka gence, bu sefer Pers kökenli şair, İsfhani’ye ait, yüzyıllar önce yazdığı-yaktığı dizeleriyle seslenir kendi çağının şairi;

 “ Acının katılaşmasıdır efkâr/Sanırsın çaredir, içince geçer/Budur zannedersin merhemi, içince geçmez hâlbuki içindeki”

   Ve 17.bölümün sonuna, sezon kapanış bölümüne gelinir. Senfoni orkestrası insan ruhunu kılıktan kılığa geçirecek büyük eserini; davullar, nefesli çalgılarla daha da acıklı hale getirirken konuşur suçlu sanılan, bilinen ve suçlanan kişi;

 “ Eğer bir insan, hayatta herkesten, her şeyden daha fazla sevdiği bir insanı, gerçekten öldürmüşse, bunu hiçbir yumuşak bakış saklayamaz!”

  Dopdolu bir dizi; gece yaşamından mafya sahnelerine, en masum olana kadar… Bir film, tiyatro, özgün bir klasik eser tadında izlemek adına; sakin, dingin bir ruh bütünlüğü içindeyseniz, iki saatlik bölüme gizlenmiş bir başka dize, söylem belki de kendi kilitli, çakılı yaşamınızda bir şeylerin oynamasına, yer değiştirmesine yardımcı olur…

   Mağaranın karanlık tarafına mecbur bırakılan zincirlere bağlı yaşamın, zincirleri kırıp aydınlığa çıkıp, Zerdüşt’ün aradığı şeyi aramaya bile çıkma şansı sunabilir, merak içinde kendini arayan seyircisine…

Güven SERİN 

 

 

  

 

 

 




10 Ağustos 2024 Cumartesi

TEKİRDAĞ ANILARI

 

İNTERNET

                                                     TEKİRDAĞ ANILARI

   ( Hıfzı Veldet Velidedeoğlu )

   Yaşadığımız ve misafir olduğumuz şehirlere anılarla bağlanırız. Anılarımızın oluşmasına, sağlam kalabilmesine mekânlar, bulunduğumuz şehir insanları ve şehrin doğası çok şeyler katar. Yani bir yemeğin tuzu, biberi, yağı neyse, şehir anıları da öyledir; yaşamın tuzu, biberi, yağıdır…

  İyi bir aşçı iseniz; Ord.Prof.Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu gibi,1936 eylülünde misafir olarak gelmiş olduğunuz Tekirdağ anılarını 38 yıl sonra Yol Kesen Irmak eserine taşırsınız…

  Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularından, Velidedeoğlu daha 16 yaşında kurucu mecliste kâtip olarak çalışmaya başlamıştır. Atatürk Söylev’ini ( Nutuk’unu ) mecliste okuduğu 6 gün,36,5 saat boyunca, baştan sona dinlemiştir.

   Cumhuriyet’in ve devrimlerinin yetişmiş insanlara ihtiyacı vardır. Bir deha, Mustafa Kemal Atatürk tarafından esaret, işgal zincirleri kırılmış olunsa, yepyeni bir hürriyet doğmuş olsa da, Prof.Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu gibi aydınlarımız olmasaydı Cumhuriyetimiz 100.yılını zor kutlardı. Bütün zorluklara rağmen, bugünün neşesi, umutları kaybolmamışsa onlara ve onların eserlerine, hatta anılarına da çok şey borçluyuz…

   Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Onursal Başkanı olan Velidedeoğlu’nun Tekirdağ anısından haberim yoktu. Onun gibi bir başka Hukuk insanı Av.Güneş Gürseler’in arayıp bu eserden haberdar etmeseydi, Tekirdağ anılarından yine haberim olmayacaktı. Yollamış olduğu üç sayfayı defalarca okudum.1974 yılında yazılmış olan eserden sadece üç sayfa bile insan sosyolojisini, şehir kimliğini, edebi ve felsefi düşünce içinde anlamak için;  bir çağrı, hatta bir gülümseme…

   Prof.Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu,1936 Eylülünde Tekirdağ’a hastanede başhekim olarak görev yapan dostuna misafir gelmiş.1936 Eylülünde Tekirdağ’da bir hafta kalmış. O zamanların şehir nüfusunu, şehir kimliğini göz önüne getirmek gerekirse, ahşap evlerin henüz tükenmediğini, Türk Yahudi, Ermeni ve Rumlarının henüz Atlantis Kıtası gibi kaybolmadığını da söyleyebiliriz. Kısacası şehrimizin her mahallesinde çok ayrı kültürler, inançlar, gelenekler ve görenekler yaşansa bile; aynı denizin, aynı toprakların çocukları olarak yaşamın içinde kim bilir hangi unutulmaz anılara hizmet ediyorlardı…

   Velidedeoğlu Avrupa’dan geleli iki yıl olmuştu. İstanbul’un yakınında, bağ-bahçe ve o günün hiç bozulmamış, henüz balıklarını yitirmemiş denizinde epey vakit geçirmiş. Anlattığına göre her gün kayıkla gitmiş olduğu plaja gitmeyi serüven anlayışı içerisinde gerçekleştirmiş. Yanına aldığı hasır şapkası, birkaç kitap ve günlük yiyecekleriyle birlikte kendisinin ifade ettiği gibi;

“ Hiç dokunulmamış, bozulmamış, pırıl pırıl kucağını açan incecik kumları arasında, tek başıma, yaşamın tadını çıkardım.”

  Yaşama mana katan şey anılar ve o anıları yazı sanatına teslim etmekten geçiyor. Meşhur bir söz var; “ Gözyaşıyla yazılan anılar, gözyaşıyla dinlenir” Bence, bu sözü daha da genişletebiliriz; “ Tebessüm, doğa sevgisi içinde yazılan anılar, tebessüm ve doğa sevgisi içerisinde dinlenir.”

   Gece olunca dostu olan hastane başhekimi evine, Tekirdağ Belediye Başkanı Muhterem Pekel ve şehir tüccarlarından birisi gelmiş. Gelenler başhekimin arkadaşları olduğu belli. Hemen bir masa hazırlanmış. Vakit geçirmek için poker oynamak istemişler. Dördüncü kişi olarak misafir doçent Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nu davet etmişler.

—Buyurun

—Ne olacak?- diye soran genç misafire hekim arkadaşı:

—Bir poker partisi yapacağız, der.

—Ben poker bilmem, sözüne orada bulunan Tekirdağ Belediye Başkanı:

—Estağfurullah beyefendi tevazu buyuruyorsunuz.

—Ben poker bilmem

—Aman beyefendi, o kadar sene Avrupa’da bulunmuşsunuz, buna imkân var mı?

  Düşünsenize genç doçentin düştüğü durumu… Ona bakan küçümseyici gözleri. Veya ondan çok şey bekleyenlerin kırık umutlarını, diye düşünebilirsiniz. Bu değerli insan da böyle düşünmüş ki aklından hiç çıkmayan bu anıyı 38 yıl sonra yazdığı esere taşımıştır. Şu satırlar 38 yıl önce yaşadığı anının ağırlığını anlamaya yetiyor;

“ Hiçbir şey anlamadığım, hala bugün de bilmediğim oyun terimlerini dinleyerek geçen o akşamki iki saatlik sıkıntıyı hiç unutamam.”

  Poker oynamayı bilmeyen Ord.Prof.Dr.Hıfzı Veldet Velidedeoğlu üç yabancı dili: İngilizce,Fransızca ve Almanca çok iyi biliyordu.Poker ve oyun terimlerini bilmeyen Velidedeoğlu’nun 5 ciltlik Medeni Hukuk kitabı,100’e yakın bilimsel incelemesi,araştırma ve konferansları,Almanca ve Fransızca inceleme ve çevirileri ve daha bir çok akademik çalışma…

   Ölümünden bir gün önce ( 23 Şubat 1992 ) yazıp gazeteye yolladığı köşe yazısında ATATÜRK gibi sadece ve sadece gençlere seslendi;

 “ Gençler, Atatürk’ün çağdaşlaşma yürüyüşünü sürdürünüz; bunun için ikinci Milli Mücadele’yi başlatınız.”

Güven SERİN 

 




9 Ağustos 2024 Cuma

YAŞAM İÇİNDE GİZLENMİŞ YAŞAMLAR

 


İNTERNET

                                     YAŞAMIN İÇİNE GİZLENMİŞ YAŞAMLAR

  ( Sadberk Hanım Müzesi )

   İnsanın evrimsel yolculuğu, kentleri hızla dolduran büyük toplulukların toplum bilincinin, sosyolojisinin yeterli seviyeye ulaşmaması, edebiyatın, sanatın, bilimin daha fazla ciddiye alınmaması; bizleri yaşama karşı yavan bakışlar içinde bırakmıyor mu?

  Yaşadıklarımızı, başımıza gelen iyi veya kötü olayları hep, şans ve şansızlık üzerine ait sözcüklerle; onaylıyor veya lanetliyoruz… Yaşam ait ara renkler, sesler, kokular, heyecanlar ne zaman ortaya çıkacak?

   21.yüzyıl tam olarak bizler için neyi ifade ediyor? Bizler için neyi ifade ediyor sözünü cevapsız bırakacağım… Ama evlatlarımız, gelen ve gelecek olan nesiller için daha fazla özgürlük, daha fazla göç ve kendi doğdukları şehirlerden, ülkemizden kaçışı ifade ettiği bellidir…

  Yaşanan gençlik erozyonlarına, dur diyecek, gerçek manada bu soruları değerlendirecek kurum ve kuruluşlarımız nerede? Sorusuna cevap bile bekleyecek zamanım yok gibi…

   Neden mi? Zaman nehri bütün çığlıkları, kayıpları, şans ve şansızlıkları hiçbir ayrım gözetmeden içine alıp, yeniden yaşam sahnelerine taşıyor da ondan…

   Ne zamandır bu yazıyı yazmak istiyor ama bir şekilde zihnimin nöronları daha olgunlaşmasını bekliyordu. Henüz başlığı bile bulamamış, bulduğum an ise hemen yazı sanatının dehası, sınırsız heyecanı içinde yazmaya başladım.

   Bilirsiniz, başımıza gelen kötülükleri, şanssızlıkları hep bir kişiye bağlarız. Kendimiz hariç… Bazı kişiler doğuştan şanslıdır bazı kişilerin gözünde. Bazıları da doğuştan daha şanslıdır, bazı coğrafyalarda doğmuş olanlar için…

   Yeterince edebi zenginliğe, sosyolojik, psikolojik etkenlere sokula bilseydik, şans ve şanssızlığın insan denen büyük dehanın bakış açısıyla nasıl yer değiştirebileceğini de anlama imkânı bulup, belki göklere yükselmiş bir yarı tanrı kılığında “Vay be!” diyebilme duygusunu tada bilirdik…

   Yaşamımın içinde, fazladan bir yaşam veriliş anını burada paylaşacağım. Hani o yumuşak, o evren bakışlı hayvancıklar-kediler için söylenir ya hep; “ Yedi canlı bu hayvanlar” aslında, yaşam içinde kim bilir kaç gizli yaşam, belki de herkes için sekiz, on canların verildiği anları görmeden geçip gidiyoruz…

   Tekrar kendi öyküme, yaşamın içinde fazladan verilen yaşam hakkımın oluşum anına dönmek istiyorum.

   Sarıyer’de bulunan Sadberk Hanım Müzesi ziyaretim bitmişti. Müze içindeki zenginlik, düzen karşısında şaşkına dönmüş bir halde Piyasa Caddesi kenarında duruyordum. Hep derler ya halk içinde “Basiretim bağlandı” O anın dalgınlığını, donukluğunu, zihnimin uykuya yatışını nasıl anlatmalıyım? Cadde yokuş ve caddeden geçen araçlar çok hızlı… Fakat ne caddenin yokuş, ne de araçların hızından haberim yok. Sanki zaman yarılmış, sessiz ve gayet güvenli bir vadiye düşmüşüm gibi…

   Kısacası, zihnim tam bir ölüm sessizliği içinde birkaç adım atıp, karşıdaki caddeye ve oradan da denizin kıyısına geçmeyi niyetlendim. Halen zihnim açılmamış; o ölüm sessizliği içinde. Nasıl olduysa hiçbir ses, soluk, ikaz yok! Sadece bir sezgi veya bir başka kurtarıcı sola bakmamı istedi. Baktım ve dondum! Olduğum yerde öylesine, savunmasız kaldım. O körüklü büyük yolcu otobüsü, öyle bir sıyırıp geçti ki bedenimi; “Ölüm böyle bir şey miş!” bile diyemeyecek kadar buzların altında, ölmüş bir bedenin yaşama dönüş anındayım…

   Yıllar önce yaşadığım ve bu anı, yaşamın içinde saklı yaşamlar yazısına taşıyana kadar bekledim. Geceleri, gündüzleri kim bilir kaç kez aklıma geldiği an; sanki oluk oluk yaşam, oluk oluk korku akıyor zihnimin milyarlık hücrelerine…

   Kim bilir kaç milyon insanın da yaşamında bu tür hediye yaşamlar gizlidir. Ama zihnimiz edebi dünyaya, sosyal ve psikolojik olaylara açık değil, sadece kaygılara teslim olduysak; bin kez hediye edilecek yaşamları bile yaşamadan öldüreceğimiz belli değil midir? 

Güven SERİN 


8 Ağustos 2024 Perşembe

PALAVRA PALAVRA

 

İNTERNET

                                           PALAVRA PALAVRA


  Siz istediğiniz kadar “ Artık palavraya karnımız tok” deyin, bu işi içselleştirmiş, böyle davranarak vaziyetini-kariyerini korumuş insanların daha farklı davranabilmesi mümkün değildir…

  Ajda Pekka’nın söylediği Fransız kökenli şarkının anlattığı öykü de palavra üzerine kurulmuş ilişkiyi anlatıyordu.

   Günlerdir, belki de haftalardır bu konu-düşünce zihnimin içinde tepinip duruyor. Yalı bölgesine gidip, kara ile deniz bağları-düşleri içinde geziniyor, yeniden bu düşünce bir sirk cambazı gibi karşıma çıktı. Üstelik Ajda Pekkan’ın sesi, haykırışıyla birlikte… 

   En çok gülümsememe neden olan palavra biçimleri;  “Bize adam gibi söyleseydi: Benim şuna-buna, bu kadara ihtiyacım var, deseydi: Biz vermez miydik?”

   Bu tür söylemler tam manasıyla masumiyeti, dürüstlüğü, dobra dobra söylemleri anlatsa da aslında öyle değil. Bilirsiniz, doğruyu dokuz köyden kovma adaletini…

   O yüzden, eğri olanı, yanlış yapmış olanı ezmek, yaralamak için bu büyük sözler söylenir; “ Bize gelseydi, bize haber verseydi, doğruyu söyleseydi, canımızı alsaydı…”

  Bayatlamış toplumsal karşılığı olmayan, kalmamış söylemler. Burada doğruluğa karşı mıyız? Asla… Eğriliğin yanında mıyız? Asla… Ama insan yaşamlarını, sosyolojisini, psikolojisini, davranış biçimlerini ucuz sloganlarla geçiştirmeye, katılmadığımı söylemek istedim…

  Askerlik yaşamımda bu tür insanları yakından tanıma fırsatım oldu. İstanbullu Ahmet de güya doğruyu söyleyenlerden, eğri de yapsa; “ Ben yaptım, ben aldım, ben yedim” derken bile bizlerin zaaflarını iyi çözmüş, bu işin karlı tarafını keşfetmiş bir İstanbul çocuğu idi.

   Bir defasında alınması gereken askeri malzeme için para toplayıp Ahmet’i İstanbul’a yolladık. Yol parası, olmayan Ahmet’in cebine yol parası koyduk. İznine fazladan bir haftalık izin de eklenince Ahmet için bulunması zor olan bir ödül oldu bu yolculuk.

  İstanbullu kurnaz ve doğruculuk savunucusu Ahmet bir hafta sonra geldiğinde elleri bomboştu.

—Malzeme nerede?

—Bulamadım

—Ya parası?

—Yedim, harcadım!

  Bu işi öyle çözmüş ki, güya Ahmet doğru söylüyor! Yediyse yedi, içtiyse içti misali Ahmet öyle bir pişkin öyle bir bu işin uzmanı olmuş ki adeta yamyam olmuş. Bir daha Ahmet’e böyle bir fırsat vermedik. Ama Ahmet için kurban mı yok?

   Ahmet gibiler o kadar fazla ki toplumumuzda, nasıl olsa toplumun beklentileri öyle veya böyle; ben de bu toplumun içinde onların istediği gibi, ama yine de doğru görünürken, eğrilerle besleneyim…

   Yazı yaşamım içinde özellikle koskoca kurumların önemli bölümlerinin idarecisi olan kişilerin telefonlarıyla defalarca arandım. Telefona çıkar çıkmaz:

—Güven Bey, çok ağır yazmışsın. Hiç olmazsa bizi bir arayıp sorsaydın, bir çayımızı kahvemizi içseydin biz size durumu açıklardık…

   Neredeyse bütün savunmalarda böyle açıklamalar yatıyor. Yani, bir arasaydın, yazmadan önce bize bir haber verseydim… O zaman haber, haber olur muydu? Çevir kazı yanmasın, türküsüne dönüşür müydü?

   Dönüp dolaştık nereye geldik acaba? Ahlak anlayışının, bilincin gelişmesi için kurumların da adalet, şeffaflık, liyakat anlayışı üst seviyeye çıkması gerekmez mi?

   İstikrarlı adalet; yani herkese eşit davranan bir adalet sistemi, aynı zamanda ahlakı da yeniden düzenlemez, yaratmaz mı?

   Görünen o ki, pişkinlik seviyesi iyice arttı. Diğer gazete köşelerinde ve Habertrak Gazetesi köşesinde neredeyse her gün bir kurumun eksikliği, yetersizliği üzerine yazılar yazıyoruz. Kaçında tam olarak değerlendirilip halkımızın yararına değişim, dönüşüm başlatıldı?

   Her alandaki kirlilik, duyarsızlık neredeyse yaşam biçimi haline geldi. Kırılan sokak, cadde taşları döşenmediği gibi, pislik, çukurlar, kuralsızlık, düzensizlik her yerde kol geziyor.

   Sizin anlayacağınız dostlar; verilen sözlerin çoğu; palavra palavra…

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

  


5 Ağustos 2024 Pazartesi

ADAM GÜLÜMSEDİ Mİ?

 

İNTERNET


                              YOKSA,ADAM GÜLÜMSEDİ Mİ?

   Denize yakın Tekirdağ mekânlarından birisinde çay ve dondurma heyecanı yaşarken gördüm adam ve kadını. İç mekân daha serin olduğu için oradaki boş masaya kuruldum. Deniz tarafını, yan bahçeyi engelleyen hiçbir şey yoktu. Kafeteryanın büyük geniş camları sayesinde başımı çevireceğim her tarafı görebiliyor, izleyebiliyordum.

   Masaların etrafında biraz serinlemeye, dinlenmeye ve sohbet etmeye çalışan yüzlerce insan; hepsi ayrı bir öykünün, şehrin, kasabanın, köyün içinden süzülüp gelmişler.

   Yan bahçede oturan kadın ile adam, özellikle adam çok dikkatimi çekti. Neredeyse ön tarafa bakmayı durdurmuş bir halde, daha sonra yazacaklarımı da nazikçe bir tarafa atarak, yuvarlak yüzlü, uzun burunlu esmer adamı gözlemeye başladım.

   Saçları, yanları ve enseleri hariç dökülmüş. Ama geride kalanlar halen simsiyah; adamın esmer yüzüne yakışır bir haldeler. Bir tost söylemiş adam. Bir de büyük bir limonata. Karısı ya daha önceden yedi, ya da aç değil. Sadece denize dönmüş olduğu yüzü ve onları gözlemlediğim bir saatlik zaman dilimine yayılan sessizliğiyle hatırlanabilecek bir duruş içinde. Ak teni, eşi gibi yuvarlak yüzü, minyon görüntüsüyle sessizce oturuyordu. 

  Adamın en çok dikkatimi çeken tarafı, yemeğini, tostunu yeme biçimi oldu. Bir yudum değil, ardı ardına dört yudum ısırıyor. Ağzı iyice dolduktan sonra, şişen yanaklarını rahatlatmak için büyük bardakta bulunan limonatadan büyükçe bir yudum çekmek için pipete yapışıyordu. Halk dilinde adamın yeme biçimine; “ Tıkınıyor” derlerse de, tıkınma yerine yemek yediğini ifade etmek isterim…

   Bir de titiz ki sormayın! Adam her ağzını doldurup, neredeyse yanaklarını şişiren büyükçe yudumlar ve limonatayı da içince, muhakkak elinde bulunan o büyük beyaz mendile sarılıyor. Ağzının etrafını sertçe siliyordu. Bu görüntü önündeki yemeği, yemek yeme eylemi bitene kadar disiplinli bir şekilde devam etti.

   Yuvarlak esmer suratına hiç uymayan oldukça uzun bir burunu tamamlayan şey ise, adamın aşırı ciddiyeti. Sanırsınız ki yaşamı boyunca hiç gülmemiş, gülümseme nedir tatmamış.

   Gözlendiğini, izlendiğini farkına varmayan adam yemeğini yedikten sonra bir sigara yaktı. Sigara içişi de kendi duruşuna, yemek yeme biçimine yakışır haldeydi. Çok güçlü bir çekiş ve sonra dumanı olanca hızıyla dışarıya fırlatışı, yarışmaya katılan; sigara içicilerin en sert ve en hızlı duman çıkartma heyecanını içinde olduğunu sanırsınız. Sigara bitene kadar, kimi gökyüzüne, kimi eşinin olduğu tarafa sigara dumanını üfleyen adam bir kez olsun etrafa huzurlu bir bakış, bir tebessüm yapmadı.

   Önümde duran çay, dondurma kendilerinden geçmiş bir halde benim ilgimi bekliyordu. Oysa ilgim sadece kendine özgü hareketleri, duruşu olan adamı izlemekti. Kimi bir İngiliz’in duruşuna, kimi bir filmdeki ölüm mangasının başında bulunan komutana benzettim hiçbir şeyden haberi olmayan masum adamı…

   Bir süre sonra yanlarına tanıdıkları bir başka adam geldi. Karısıyla sohbet etmeyen adam az da olsa yanlarına gelen diğer adamla birkaç söz ederken çok heyecanlandım. Adam, sanki sohbeti sırasında gülümser gibi oldu. Bir saniyelik bir tebessüm hareketi, alt dudağı ve yüzünün alt bölümü sanki gülecek gibi olduysa da hemen o eski, sert duruşuna geri döndü.

   Sonra, sohbetin ve gözlemin ilerleyen dakikaları boyunca çok bekledim; adam tekrar gülümser diye. Olmadı, yakınında bile geçmedi. Kendimle tartışır buldum kendimi. Adam gülümsedi mi? Yoksa ben öyle mi sandım? Bir yudum gülseydi ne olurdu sanki?

   Kızgın, sert görünüşlü adamın gülüp gülmediğini bir türlü öğrenemedim. Oradan giderken, adam eksiksiz aynı ciddiyet, kızgınlık içinde yüzünde tek bir çizgi dahi oynamadan diğere adamla belli belirsiz konuşan adamı geride bıraktım.

   Sait Faik’in Burgazada’da duyduğu “ Hiş hişt” sesini öykü haline getirişini çok uzaklardan hatırlar gibi oldum. Aynı adamın bir saniyelik tebessümünü görür gibi olduğum gibi, milyonlarca yıllık zaman aralığından çıkıp kapımı çalmış gibi bir hissiyat.

   Yazar “Hişt hişt” sesinin nereden geldiğini öğrenmek için çok uğraşıp araştırsa da hiçbir şey öğrenemez. Bütün tahminlerinde yanılır… Ama öykülere, edebi dünyalara tat veren o son cümleleri de bizlere ve bizden sonrakilere bırakır;

   “ Nereden gelirse gelsin! Dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten çiçekten; gelsin de nereden gelirse gelsin. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena…”

   Bir tebessüm, bir gülümseme, bir öykü, mizah, düşünce, yorum; gelsin de nereden gelsin, diyerek bitirelim kendi öykümüzü…

Güven SERİN 

 


3 Ağustos 2024 Cumartesi

ZENNURE'NİN ÇEŞMESİ

 



                                              ZENNURE’NİN ÇEŞMESİNDE

 ( Erzurumlu Nesip Aykın )

    Neredeyse her gün yalı bölgesi kıyıcığında görüştüğüm, hal-hatır sorup fırsat bulunca sohbet demlediği insanlardan birisidir Nesip Aykın.”Erzurum’a, Tortum’a gideceğim” dediği vakit, aklıma gelen ilk söz:

—Ne zaman?

—En kısa zamanda, cevabına sevinirken biraz da hüzünlendim. Doğduğu, oyun oynayıp, karakterinin ilk filizlerinin verdiği diyarlara gitmek; insan ruhu, maneviyatı ve kültürü adına bir ayrıcalık, bir yüzleşme, hatta silkelenme biçimidir…

   Antik zamanların içinde bir filozof; “ İnsan, her geç başladığı yere geri döner” sözü üzerinde tekrar tekrar düşündüm. İçinde duygu kırıntısı taşıyan herkesin, her nerede olursa olsun, ana diliyle konuşmayı öğrendiği, özgürce oyunlar oynayıp büyüdüğü yere karşı dumanları tütmeye başlayan bir özlem kabarır içinde.

   Sonsuzluk ve Bir Gün eserinde bir yazar, son saatlerinde o korkunç iniltili, acılı soruyu sorar kendine;

 “ Neden böyle geç döndüm ülkeme? Kendi dilim varken! Hala kayıp kelimeleri bulabilecekken… Ya da sessizliğin içinde unutulmuş kelimeleri çıkarabilecekken… Neden ve sadece neden kendi ayak seslerini duydum evin içinde… Neden?”

  Erzurumlu Nesip Aykın, her insanın, şairin, yazarın, filozofun duyduğu hisleri, taşıdıkları hissiyatı taşıyarak gittiğini biliyorum. Yüreği öyle kabarmış ki, o çağrıya artık kulaklarını kapayamazdı;

“ Gel artık… Sessizliğin içinden unutulmuş öyküleri, şiire ve dilden dile taşı…”

  1500 km’lik yolculuk böyle başladı. Yola çıkmanın erdemi, sonsuza uzanan menzilinin formülü; gönüllülük ve koşul koymamaktır… Bedeniniz değil, bırakın ruhunuz çıplak halde çıksın…

  Nesip Aykın, türküleri söyleye söyleye, şiirlerini yaka yaka bu yolculuğu tamamladı. Atalarından kalan bağ-bahçe yerlerine gidip yaşlı armut ağacının şimdi olmayan yerinde eşelendi durdu. Tıpkı, kendi gülfidanlarımı, erguvan ağaçlarımı, sümbülleri, zambakları, erik ağaçlarını her daim aradığım gibi bir hissiyat içinde doldu taştı…

   Bir genç gördü yakın bahçelerinden birinde. Sordu:

—Kimlerdensin genç adam?

—Sucu Rasim’in oğluyum; bilir misin?

—Bilmez miyim evlat! Yöresine, çevresine yardımı eksik etmeyen Rasim Ustayı kim bilmez?

   Rasim Usta çok sevdiği karısına doyamamış, ölümünden sonra kuşa, kurda, bütün canlılara su versin diye taş bir çeşme yapmıştı. İsmini de Zennure’nin Çeşmesi koymuş, taşa dokunan ellerin yüreğinin sevgisini sevgiliye böyle göstermişti.

   Rasim Ustanın oğlu ile Nesip Aykın epey dertleştiler. Arınmış halde çıkılan yolculuğun ilk meyvesiydi bu tanışma. Genç adam Nasip Aykın’ın şiir yazdığını, hatta yaktığını duymuştu. Biraz tebessüm, biraz tereddüt içinde:

-Nesip Amca, babamın öyküsünü de anlatan bir şiir yazar mısın?

—Yazarım evlat diyerek yol boyunca her halk ozanının yaptığı şeyi yaptı, ileride türkü olacak şiiri pişirdi;

“ Gündüz dumana bürünür,

   Gece melekler görünür,

   Ötelere yol yürünür,

   Zennure’nin Çeşmesinde

   Sucu Rasim’in eşi,

   Ustanın sevdası, düşü,

   Diner garibin gözyaşı,

   Zennure’nin Çeşmesinde.

    Karşı yoldan kervan gelir,

   Rasim ustayı bilen bilir,

   Ne dilek tutarsan olur,

   Zennure’nin Çeşmesinde.

    Nesip bir hayale daldı,

   Vefayı sevgiyi buldu,

   Başında uyudu kaldı,

   Zennure’nin Çeşmesinde “

Güven SERİN