İNTERNET
YOKSA,ADAM GÜLÜMSEDİ
Mİ?
Denize yakın Tekirdağ mekânlarından birisinde
çay ve dondurma heyecanı yaşarken gördüm adam ve kadını. İç mekân daha serin
olduğu için oradaki boş masaya kuruldum. Deniz tarafını, yan bahçeyi engelleyen
hiçbir şey yoktu. Kafeteryanın büyük geniş camları sayesinde başımı çevireceğim
her tarafı görebiliyor, izleyebiliyordum.
Masaların etrafında biraz serinlemeye,
dinlenmeye ve sohbet etmeye çalışan yüzlerce insan; hepsi ayrı bir öykünün,
şehrin, kasabanın, köyün içinden süzülüp gelmişler.
Yan bahçede oturan kadın ile adam, özellikle
adam çok dikkatimi çekti. Neredeyse ön tarafa bakmayı durdurmuş bir halde, daha
sonra yazacaklarımı da nazikçe bir tarafa atarak, yuvarlak yüzlü, uzun burunlu
esmer adamı gözlemeye başladım.
Saçları, yanları ve enseleri hariç dökülmüş.
Ama geride kalanlar halen simsiyah; adamın esmer yüzüne yakışır bir haldeler.
Bir tost söylemiş adam. Bir de büyük bir limonata. Karısı ya daha önceden yedi,
ya da aç değil. Sadece denize dönmüş olduğu yüzü ve onları gözlemlediğim bir
saatlik zaman dilimine yayılan sessizliğiyle hatırlanabilecek bir duruş içinde.
Ak teni, eşi gibi yuvarlak yüzü, minyon görüntüsüyle sessizce oturuyordu.
Adamın en çok dikkatimi çeken tarafı,
yemeğini, tostunu yeme biçimi oldu. Bir yudum değil, ardı ardına dört yudum ısırıyor.
Ağzı iyice dolduktan sonra, şişen yanaklarını rahatlatmak için büyük bardakta
bulunan limonatadan büyükçe bir yudum çekmek için pipete yapışıyordu. Halk
dilinde adamın yeme biçimine; “ Tıkınıyor” derlerse de, tıkınma yerine yemek
yediğini ifade etmek isterim…
Bir de titiz ki sormayın! Adam her ağzını doldurup,
neredeyse yanaklarını şişiren büyükçe yudumlar ve limonatayı da içince,
muhakkak elinde bulunan o büyük beyaz mendile sarılıyor. Ağzının etrafını
sertçe siliyordu. Bu görüntü önündeki yemeği, yemek yeme eylemi bitene kadar
disiplinli bir şekilde devam etti.
Yuvarlak esmer suratına hiç uymayan oldukça
uzun bir burunu tamamlayan şey ise, adamın aşırı ciddiyeti. Sanırsınız ki
yaşamı boyunca hiç gülmemiş, gülümseme nedir tatmamış.
Gözlendiğini, izlendiğini farkına varmayan
adam yemeğini yedikten sonra bir sigara yaktı. Sigara içişi de kendi duruşuna,
yemek yeme biçimine yakışır haldeydi. Çok güçlü bir çekiş ve sonra dumanı
olanca hızıyla dışarıya fırlatışı, yarışmaya katılan; sigara içicilerin en sert
ve en hızlı duman çıkartma heyecanını içinde olduğunu sanırsınız. Sigara bitene
kadar, kimi gökyüzüne, kimi eşinin olduğu tarafa sigara dumanını üfleyen adam
bir kez olsun etrafa huzurlu bir bakış, bir tebessüm yapmadı.
Önümde duran çay, dondurma kendilerinden
geçmiş bir halde benim ilgimi bekliyordu. Oysa ilgim sadece kendine özgü hareketleri,
duruşu olan adamı izlemekti. Kimi bir İngiliz’in duruşuna, kimi bir filmdeki
ölüm mangasının başında bulunan komutana benzettim hiçbir şeyden haberi olmayan
masum adamı…
Bir süre sonra yanlarına tanıdıkları bir
başka adam geldi. Karısıyla sohbet etmeyen adam az da olsa yanlarına gelen
diğer adamla birkaç söz ederken çok heyecanlandım. Adam, sanki sohbeti
sırasında gülümser gibi oldu. Bir saniyelik bir tebessüm hareketi, alt dudağı
ve yüzünün alt bölümü sanki gülecek gibi olduysa da hemen o eski, sert duruşuna
geri döndü.
Sonra, sohbetin ve gözlemin ilerleyen
dakikaları boyunca çok bekledim; adam tekrar gülümser diye. Olmadı, yakınında
bile geçmedi. Kendimle tartışır buldum kendimi. Adam gülümsedi mi? Yoksa ben
öyle mi sandım? Bir yudum gülseydi ne olurdu sanki?
Kızgın, sert görünüşlü adamın gülüp gülmediğini
bir türlü öğrenemedim. Oradan giderken, adam eksiksiz aynı ciddiyet, kızgınlık
içinde yüzünde tek bir çizgi dahi oynamadan diğere adamla belli belirsiz
konuşan adamı geride bıraktım.
Sait Faik’in Burgazada’da duyduğu “ Hiş hişt”
sesini öykü haline getirişini çok uzaklardan hatırlar gibi oldum. Aynı adamın
bir saniyelik tebessümünü görür gibi olduğum gibi, milyonlarca yıllık zaman
aralığından çıkıp kapımı çalmış gibi bir hissiyat.
Yazar “Hişt hişt” sesinin nereden geldiğini
öğrenmek için çok uğraşıp araştırsa da hiçbir şey öğrenemez. Bütün
tahminlerinde yanılır… Ama öykülere, edebi dünyalara tat veren o son cümleleri
de bizlere ve bizden sonrakilere bırakır;
“ Nereden gelirse gelsin! Dağlardan,
kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten çiçekten; gelsin de
nereden gelirse gelsin. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena…”
Bir tebessüm, bir gülümseme, bir öykü, mizah,
düşünce, yorum; gelsin de nereden gelsin, diyerek bitirelim kendi öykümüzü…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder