Sayfalar

27 Mart 2024 Çarşamba

TEKİRDAĞ KAŞIKÇI'DAN DA YILDIZLAR ÇIKAR: CEMİL YILDIZ

 


İnternet



                                      KAŞIKÇI’DAN DA YILDIZLAR ÇIKAR

 ( Cemil YILDIZ )

  Köylerin, kasabaların, kentlerin ve ülkelerin saygınlığı, gelecek kuşaklara taşıyacakları öyküler, başarılar; içlerinden çıkarttıkları bilim insanları, sanatçılar, edebiyatçılar ve iş insanlarıyla ötelere; çok ötelere taşınır…

    Yok, olmuş, yok oluşa seyirci kalınmış köylerimizin insanlarının mücadelesi destansıdır… Örneğin, kentte yaşayan, şımarma kültürü içinde daralan bir kültüre sıkışmış genç bir insana “ Kara kış nedir?” diye sorsanız, onun için hiçbir şey ifade etmez. Köy yaşamını çok iyi bilen, aynı tastan çorba ve su içmiş insanlara;

“ Kara kış nedir?” deseniz:

 —Zorlukları aşmak, zorlukları yaşamak ve yaşama tutunmak-sözlerinin özleriyle karşılaşırsınız.

    1939 Kaşıkçı Tekirdağ doğumlu Cemil Yıldız tam da kara kış olarak bilinen yılların çocuğudur. Söylediği gibi, öksüz büyümüş, ilkokula epey geç başlamıştır.

   Belki de Cumhuriyet’in eğitim reformu ve coşkusu içerisinde Köy Enstitülerinden sonra başlatmış olduğu dönüşüm için Endüstri Meslek, Sanat ve Teknik Liseleri en öneli okullarımız içindeydiler. Liseyi bitirir bitirmez iş yaşamına yönelme, hatta kendi işini kurabilme kabiliyetini, bir yerde düşlerini gerçekleştirme şansını Sanat-Endüstri Meslek Liseleri verecek deneyime sahip öğrencileri yetiştirdiler.

  1939 Kaşıkçı doğumlu Cemil Yıldız’da Tekirdağ’da bulunan kuruluş felsefesinde yetenekli çocukları üretmeye, üretime kazandıran en önemli okullardan birisi, Tekirdağ Sanat Okulu’dur.

    Okulumuzun ismi o kadar çok değiştirildi ki şimdiki ismi; Tekirdağ Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’dir. Aynı zamanda bu okulumuzun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Belli zamanlarda ülkemiz için çok önemli yerlere gelmiş öğrencileri mezun eden, onları ülke sevgisi ve hünerlerle besleyen bu okul, gözden düşürülmüş, atölyeleri, derslikleri, spor tesisleriyle gözde olan okulumuzun futbol sahası başka bir yer yokmuş gibi Milli Eğitim beton binalarıyla, değerli memurların beton araç otoparkıyla doldurulmuştur…

   Cemil Yıldız’ın hikâyesi 1939 yılında başlamış ve yıl 2024,bu öykü şehrimizin, bölgemizin, ülkemizin çok ötelerine, diğer ülkelere ulaşmıştır. Çok önemli ülkeler için üretim yapan, Cemil Yıldız tarafından 1969 yılında Topkapı Gümüşsuyu’nda çok küçük bir atölyede kurulan Yıldız Kalıp 55 yılında birçok insanı şaşırtacak, “Vay be! “ sözcüklerini defalarca söyletecek aşamaya geldi.

   1979 yılında Avcılar’da 2500 metre karelik bir alanda,1992 yılında sadece fabrika alanı 10 bin metre kareye ulaştı.2006 yılına gelindiğinde ise 74 bin metre kare alana sahip bir yerde,500 kişiyi geçen çalışanı ve dünya markası, saygınlığı kazanmış YILDIZ KALIP, Tekirdağ Kaşıkçı Köyü’nden de yıldızların çıkacağının büyük ispatı, gösterisi, hayalleri, iş disiplini ve görgüsü olan herkesin bu yolculuğa çıkıp bu onura dokunup, Cemil Yıldız gibi, olay zenginlik olayı olmaktan öte geçme biçimi olduğunu vatan ve millet sevgisiyle bütünleştire biliriz…

   Cemil Yıldız Sanat Okulu günlerini anlatırken en çok sevdiği ders Matematik ve Matematik Öğretmeni Sabri Babacan’dan söz ediyor. Yaşamı boyunca görüştüğü öğretmeninin tekrarladığı bir sözü de hatırlatarak;

 “ Matematik evin kaynanasıdır. Her işe karışır.” 1939 Kaşıkçı Tekirdağ doğumlu Yıldız Kalıp markasını yıldızlar arasına taşımış Cemil Yıldız’ı yakından incelerseniz göreceğiniz ilk şey; Matematik olacaktır! Yani, iş disiplini ve asla şımarmamak…

   Matematik bilimi de asla şımarmaz! Ne mitolojiye, ne astrolojiye, ne masallara, öykülere benzer; tek bir kurgu yoktur; şaşmaz rakamların sonsuza olan yürekli yolculuğu sadece Matematik Bilimi içerisinde gizlidir.

    1939 Kaşıkçı Tekirdağ doğumlu ve doğduğu köyü, şehri, belgi ve görgü sahibi olduğu okulu unutmamış, çevresinde “Hayırsever iş insanı” diye anılan bu değerimizi bilmek, hissetmek, tanımaya çalışmak, tıpkı Matematik gibi değerli, yüksek disiplinli ve evrensel zekânın vicdanıyla süslü bir neşe içerir…

Güven SERİN 

 

  






25 Mart 2024 Pazartesi

GENÇ AVUKATLARA ÖNERİLER

 

İnternet

                                               GENÇ AVUKATLARA ÖNERİLER

( Hür İrade: Neden Hukuk? )

   Av.İzzet Güneş Gürseler’in Tekirdağ Milletvekilliği döneminde çevre bilinci, kent kültürü adına verdiği mücadeleleri, TBMM kürsüsünden ve yazdığı yazılar, kitaplarla dikkat çekmeye çalıştığı ve tüm yaşamı boyunca bir araya getirdiği deneyim ve bilgilerini anlatan, eseriyle de duyurmak ve uyarmak istediğini biliyoruz…

   Genç Avukatlara Güncel Öneriler ve yapmış olduğu çeviri; İngiliz Ceza Avukatından Tavsiyeler isimli çalışmaları tam olarak neyi anlatıyor ve neyi öneriyor olabilir?

   Her mesleğin; hangisi olursa olsun; çiftçilik, çobanlık, öğretmenlik, mimarlık ve avukatlık; güncellenmesi gerektiğini şu sözlerle çalışmasının başında dile getiriyor;

“ Avukatın düzenli ve sürekli bir biçimde kendini yenilemesi, geliştirmesi gerektiğini göz ardı etmemek gerekir!”

  Mesleklerin halk gözündeki güvenirliğini araştıran kurumların paylaştıkları istatistiklerde en güvenilir mesleklerin ilk üç sıralamasında:

1.Bilim İnsanları

2.Doktorlar

3.Öğretmenler

   Bu sıralama Almanya, Japonya, Macaristan, Polonya, Türkiye gibi ülkelerde hep aynı. En güvenilmeyen en alt sıradaki üç meslek ise:

1.Politikacılar

2.Hükümet Bakanları

3.Reklâmcılar

   Güvenirlilik sırasında altlarda bulunan diğer mesleklerden Din Görevlileri ülkemizde en alttan ikinci sıraya oturuyor. Gazetecilik 4.sırada ve avukatlık ise ortalarda bir yerde, üst sıralara ulaşması için tam da bu alandaki yenilenme, silkelenme ve insan denen canlının hem hukuk, hem vicdanıyla birlikte bir onur abidesine dönüşmesi için ciddi mücadele vermesi gerekiyor… Tüm meslekler böyle olmakla birlikte, söz konusu ADALET olunca, adaletin aksaması insanların sadece canlarını değil, yuvalarını da koruyup veya yok edecek zayıflığa veya onura ulaşması, ancak mesleğe gönül vermiş öncüler, idealistler sayesinde yükselebilecektir…

    Şeytanın Avukatı, eserinde şeytanın ele geçirdiği dünyaya yapmak istediği kötülükleri savunan, koruyup kollayan bir avukat varsa, tam olarak iyinin de, güzelin, masumların da bir avukatı “Hür İrade-Hür vicdan”  olmalı değil mi?

  Şeytanı ister soyut, ister somut olarak yaşasın! Kitaptaki veya filmdeki şeytanın her yerde, her kılıkta ve zekâsı, sabrıyla bizleri sürekli sınayan o büyük aldatıcı güç…

  Av.İzzet Güneş Gürseler, kendi deneyimlerinden yola çıkarak küçük kitapçığa çok değerli önerileri şöyle sıralanıyor.  1-Ortalamanın üstünde olduğunuzu kanıtlamak zorundasınız. 2-Avukatlığın serbest meslek olduğunu unutmamalısınız.3-“Büroda tek başına” yapılan avukatlık sona erdiğini kabul etmelisiniz.4-Uzmanlaşmalısınız.5-Yabancı dil bilginizi mesleki çalışmalarınızda kullanabilecek düzeye getirmelisiniz.6-Uluslararası avukat örgütlerine üye olmalısınız.7-Yabancı avukatlık büroları ile rekabet edecek, uluslararası iş yapabilecek düzeye gelmelisiniz.8-Baro çalışmalarına katılın. Siyasette ve sosyal yaşamda etkin olunuz.

  Anladığım şudur; bu öneriler bütün meslekler için olmazsa olmazdır… İlk bakışta ne çok şey gibi görünüyor… Sadece dokuz madde tam olarak yerine gelmiş, getirilmiş olsaydı, bugünün çiftçiliği, turizmi, eğitimi, emeklileri, öğretmenleri ve diğer bütün meslek grupları çok daha refah içinde, haklarını yasaların verdiği o,onurlu kutsiyet içinde ararlar ve savunurlardı…

  Klasik eserlere sadece bir roman, bir film, bir opera, bir öykü gözüyle bakan hep yanılır. Onlar, aynı zamanda evrenin de vicdanı, insanlığın darda kaldığı zamanlarda başvuracağı rehber eserlerdir…

  Hukuk ve hukuku evrenin vicdanıyla temsil eden, sahiplenen avukatlar veya adalet dağıtıcıları da şunu bilirler; tıpkı Şeytan’ın Avukatı eserindeki gibi;

 “ Kibir en güçlü günahtır…” ve “ Bizim sırrımız, insanı lüks yaşam içinde öldürmektir.”

  Bu oyunu kim ve ne bozar derseniz; “ HÜR İRADE-HÜR VİCDAN “ derim, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün seçtiği yol gibi;

 “ Milletinin, vatanın yanında; yakınında…”

Güven SERİN  


23 Mart 2024 Cumartesi

MAVİNİN KARANLIĞINA DÜŞDÜM

 

İnternet

                                        MAVİNİN KARANLIĞINA DÜŞTÜM

  ( Survivor All Star Yarışmacısı Batuhan )

   Bir zamanlar sözcük satın alan, hiç söylenmemiş sözcüklerin peşinde dolaşan, koşan Yunanlı bir şair varmış. Ona yeni, daha önce hiç duymadığı bir sözü getirene ücretini öder, sözü satın alırmış.

   Sanıyorum edebi dünyanın mazereti veya evrensel heyecanı hep aynı; kalbimizin çarpmasına neden olacak, henüz kırılmamış başka kabuklarımızı kıracak bir söz geldiği an; edebi ve felsefi dünyanın çırpınışları içinde hemen o sözcüğü “ Satın almak” istiyoruz…

  Ben de öyle yaptım; 19 Mart Salı günü gecesi annem sayesinde mecburen izlediğim Survivor yarışma programında, yine annemin tuttuğu takım, mavilere daha yakın bir halde programı izlerken duydum daha önceden hiç duymadığım bu sözcükleri;

   “ Mavinin karanlığına düştüm…” Kim bilir kaç insan için sıradan ve basit açıklaması olan bu sözcükleri hemencecik satın alıp, notlarım arasına bıraktım. Dokunulup, üzerinde zihin yorgunluğu yapacağım belki de engin okyanuslarda kıyıdaki dalgalarla oyun oynayan, spor yapan sörfçüler gibi sörf yapacağım bellidir…

   Sözü kullanan yarışmacı Mavilerin takımından Batuhan… Dokunulmazlık oyununda altı arkadaşı tarafından potaya gitmesi için oy kullanıldığı ve hayal kırıklığı için söylemiş olduğu sözün derinliğinin, içtenliğinin ne kadar farkındaydı bilinmez! Zaten kırılma anlarında, samimi hüzünlerde ne olursa oluyor. Tıpkı büyük gezegen olaylarından sonra dünyaya, yüzeye çıkan kaplıca, mineralli sular gibi, bir kırılma yaşaması gerekiyor…

   Genç yarışmacı Batuhan için arkadaşlarına sitem, derin bir düş kırıklı için söylenen bu söz, beni başka derin ve karanlık mavilere savurduğunu inkâr edemem. Yazın dünyasıyla çocuğun dünyası birbirine benziyor. Düşlerin erdemi içinde, birçok yasayı alt eder, kendi kuralsız-lığınız içinde bir sürü neşeli oyun kurarsınız.

   Öyle yaptım, bir yarışmacının, popüler kültür haline gelen, her yaştan ve meslekten izleyicisi olan Survivor içinde duymuş olduğum sözü, kendi sığ alanıma; sığdaki derinliklere kadar taşıdım…

  Önce denizlerimizin, okyanuslarımızın henüz büyük kısmını bilmediğimiz, mavilerin karanlık dünyalarına sığ bilgilerimle girmeye çalıştım. Bir grup insanın uzaylıların girip çıktığı, oralarda kendi uygarlıklarını kurduğuna inandığı o derin mavi suların hakkındaki bilgilerimiz, henüz çok az…

    Bazı bilim insanların ise, o derin mavi suların da hissettiği, bir yerde kendi canlı yaşamları içinde gizemli hissiyatı olduklarına inandıkları o derin mavilikler hakkında öğrendiğim her bilgi, görüntü karşısında, bu dünyalara önem veren bilim insanları gibi heyecanlanıp, sıradan insanın karmaşasından kurtulduğumu sanıyorum…

   Ya gözümüzü gökyüzüne çevirdiğimiz zaman, sonsuz dediğimiz mavi derinlik? Uzaya çıkan, uzayda bulunan bilim insanları her gün bizim içinde bulunduğumuz mavi gezegene bakarken hissettikleri? Bugün imkânımız olsa, gezegenin ötesindeki diğer gezegenlere gidiş imkânımız olsa; derin ve sonsuz karanlık karşısında, her gün kavga ettiğimiz, her gün paylaşamadığımız dünyayı kim bilir nasıl arar ve özleriz…

Güven SERİN 

 

 

 

  



20 Mart 2024 Çarşamba

VADİDE Kİ O YER!

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                                        VADİDE Kİ O YER!

 ( Sağlamtaş )

  Büyük dönüşümler; köyden kasabaya, kasabadan kente olan göçler çok hızlı olduğu için; geride neleri bıraktık, neleri kaybettik tam anlayamadık ve anlamaya gayret edemedik…

  Kaybedilen şeyler; sadece kırlar; ağaçlar mı? Mevsimlerin her halini; renklerini, seslerini, kokularını izleme şölenleri mi? Lokma günlerinin sosyal yaşama kattıkları, katacakları mı? Okullar mı? Sağlık Ocakları mı? Yoksa bütün hepsiyle birlikte anılarımızın saf ve kendine özgü renkleri, sesleri mi?

   Vadide ki o yer; sadece, içinden birçok geçtiğimiz birçok yer gibiydi. Ayrıntılarından, oraya ait bütüne ait parçalardan, coğrafi ve tarihsel unsurlardan oluştuğunu anlamak için; durup görmek, bakmak, dinlemek gerek…

   Biz de öyle yaptık; diğer zamanlar gibi geçip gitmeyip, o yer dediğimiz vadinin içinde, çalışkan insanların birbirlerine sokularak bir araya geldikleri Sağlamtaş diyarına geldik…

  Sağlamtaş’a Müstecep tarafından geliyorsanız, ilk dikkatinizi çekecek olan badem ağaçları olacaktır. Baharın soluğunu duyar duymaz beyaz giysilerini giyen badem ağaçları, bir zamanlar buraya yerleşen, yurtlarını bırakıp gelen Rumeli insanlarının doğa ile insan arasındaki bağların karşılığını bütün görkemiyle bulmanız, görmeniz hatta duymanız mümkün…

   Badem ağaçları ticari olmaktan öte, ailelerin bayram tatlılarına, eski günlerine şahitlik içinde sınır boylarına, birer nefer gibi dizilmişler. Sağlamtaş’a yaklaştığımızda ise tepelerde ceviz ağaçlarını, cevizleri sert kuzey rüzgârına karşı koruyacak olan servileri gördük.

  Durup baktığımızda tepelerden vadide ki o yer dediğimiz Sağlamtaş evlerine, bildik ve bilmediğimiz binlerce öykünün de orada evlerin içinde, dışında, bahçelerde, bağlarda ve kuzey tepelerinde; Ganoslar’a kadar uzanan çam ormanlarında kim bilir ne zenginlikler duruyor. Sonlu yaşama sahip insandan çok öte de duracak gibi…

  Mehmet Bey ne aradığımızı, neyi görmek istediğimizi anlamış ki, yeni yapılan kaldırımların, sokakların ve bitmiş olan Sağlamtaş Spor sahasının, yine yakın zamanda Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından bitirilmiş olan çok amaçlı kullanılacak olan düğün salonunu gördük. Su şırıltıları duyduğum yer için:

—Burası nedir? Sorusu karşısında Mehmet Bey: - Bizim köyün deresi, diyerek cevap verdi.

—Bir ismi var mı bu derenin?

—Vallahi biz hep dere dedik buraya…

   Dere denilen yeri daha yakında incelemek için sağına, soluna yaklaştım. Şaştım kaldım dersem yanlış olmaz dostlarım. Burası bir nehir yatağı gibi derin, geniş, aynı anda tonlarca suyu taşıyıp kilo metrelerce ötelere taşıyacak kadar kadim geçmişe sahip bir dere yatağıydı…

  Dere denilen, bana göre muazzam bir nehir geçmişi olabilecek yerin güney kısmı, Ganos Dağları kuzey kısmı oluyordu. Alabildiğine yemyeşil çam ormanlarıyla kaplıydı. Gözümü kapatarak bu yere getirip gözümü açsalar, burasının Tekirdağ bölgesinde Sağlamtaş olabileceğini düşünemezdim. Tam manasıyla; insanın, suyun, dağların, tepelerin ve vadilerin birleştiği bu yerde; insanın, insanlık yolculuğunda birlikte taşıdığı bütün marifetler pişiyor, etrafa misler gibi kokular yayıyordu.

   Vadiye yaklaşık 140 yıl önce yerleşmiş, Rumeli kültürü ve dokusunu da beraberinde getirmiş insanların bütüne katkısı; yani birlikteliğe ve Sağlamtaş gibi bir yeri, yeşille marifetle buluşturmaya, boşalan, neredeyse eriyen köylerin yanında direnmelerinin nedeni; çalışmaya ve yaşadıkları yere duydukları büyük sevgi ve sevda…

  Mehmet Bey de Tekirdağ merkezde yaşarken, şimdi Sağlamtaş diyarına, yeşilin, dinginliğin, çok farklı kuş seslerinin olduğu bu yere dönmüş…

   İnsan denen canlı, çok zengin olmak için çok çaba harcıyor harcamasına ama yaşamın sonunda herkesin aradığı tek şey; “ Saf Huzur” değil mi? İşte, böyle değerli yerlerin saf huzuru; kalabalık ve kargaşadan sıkılmış insanları bekliyor; ilk zamanlarda olduğu gibi; taptaze…

 Güven SERİN 

  

 

  







18 Mart 2024 Pazartesi

ÇANAKKALE ZAFERİ: KUTLU OLSUN

 

İNTERNET

İNTERNET

                            ÇANAKKALE ZAFERİ KUTLU OLSUN

   Tarih bilimi; yaşamın ve yaşam kültürünün, millet olma bilincinin tam da kendisidir.

   Bir milletin destansı zaferleri hiçbir paranın,ticari ve siyasi düşüncenin satın alamayacağı,taşıyamayacağı kadar güçlü ve eşsizdir…Neden derseniz; çünkü, milletin tamamına aittir.Milletimizin tamamını temsil eden şehitlerimizin kanları o diyarlarda; VATAN ve MİLLET için aktı; hiç eksiksiz ve hiçbir şüpheleri olmadan; öleceklerini bilerek şehit oldular…

  Bu milletin, yaşadığı ülkenin;  doğusuna, batısına, güneyine ve kuzeyine laf ederken çok iyi düşünülmesi gerekir! Bu vatanın sahibi, bütün milletimizdir. Bu yüzden, gelecek kuşaklarla bağ kurmak, millet bilincini yitirmemek için zaferleri, şehitleri anarken bin dereden su getiren bir felsefe, duyarlılık ve tarihsel bilinçle yapmalıyız…

  Sadece Çanakkale Deniz Zaferi, bir yerde binlerce yıl önceki Truva Savaşı’nın karşılığı, ödeşmesi, susmuş ve susturulmuş ruhlara bir yudum dua, bir kucak nefes gibidir.

  Neden mi? 18 Mart 1915 günü saat 11.30’da İtilaf Devletleri gemileri, başta İngiltere ve Fransız gemileri ölüm kusmaya, bu aziz toprakları ateşle kavurmaya başladıklarında, toplarını ilk ateşleyen savaş gemisinin adı; Agamemnon’dur! Yani, Yunanlılar ile Truvalılar arasında yapılan savaşa orduları götüren, Truva kentini ve Truvalıları on yıl uğraştan sonra yakıp yıkan Miken Kralı…

  Agamemnun ismini taşıyan İngiliz zırhlısı da, Çanakkale’ye, topraklarımıza ilk saldıran, toplarını ilk önce ateşleyen olarak, tarihe bir gönderme yapmaktan başka bir şey yapmıyor. Bir yerde Türkleri Truvalıların devamı gibi görüp; “ Sizlerin de sonu öyle olacak; yanıp, yıkılacak, yok olacaksınız!” manasını taşımıyor mu?

   Savaşın üzerinden 108 yıl geçmiş olsa da, İngiltere’nin durduğu yer, bizlere bakışı ne kadar değişip değişmediğini, bugünün değerleriyle anlamaya çalışmalıyız. Güçsüz hale düşecek bir ülke,108 yıl önce işgal etmek için on binlerce insanın ölmesine acımayan, ilk fırsatta bizleri bu topraklardan kovma ve bu kadim toprakları ele geçirmek isteyen fırsatçılarla dopdolu…

   Tarih bilimi, diplomasi, felsefe ve edebi sanatla iyi mayalanır ise tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün 1918 yılında İstanbul’u işgal etmiş, kendi bayraklarını çekmiş İngiliz, Fransız zırhlılarını görünce söylediği sözün gerçek duruşuna dönüşür;

 “ Geldikleri gibi giderler” sözü, laf olsun diye söylenmiş bir söz değil, tarihi çok iyi bilen, okumuş ve okuyan, büyük savaşlarından muhteşem dersler, dip notlar çıkartmış bir dehanın seslenişi, bütün zamanlara bu topraklarda yaşayan millete en değerli mirasıdır.

  Geldikleri gibi gittiler; hem de iki kez… Ama yine geldiler… Değişen, dönüşen dünyada, geçmişimize baktığımızda sayamayacak kadar destansı zaferleri olan bir milletin ferdi olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Destanı, Savaşı’ndan sonra hemen ekonomik savaşı ele alması, ekonomiyle birlikte kültürel savaşı başlatması ne anlam taşıyor; biraz düşünmelidir…

  Ne kadar güçlü olursak olalım, ekonomiyi, kültürel yaşamı, tarihi bilmiyorsak, eninde sonunda erimeye, kaybolmaya, başka milletlerin tarihlerini savunmaya, anlatmaya mecbur kalırız…

  Çanakkale ve Gelibolu destanlarına kan, yürek, gözyaşı akıtan bütün kahramanlarımızı, şehitlerimizi ve onların şefkat dolu, ekmek kokulu analarını anıyor, kutluyorum…

Güven SERİN 

 

  





16 Mart 2024 Cumartesi

ÇARESİZ BAKIŞLAR

 

İNTERNET

                                                   ÇARESİZ BAKIŞLAR

  Eski insanlar kendi alışkanlıkları, gelenekleri dışında bir olay duyunca hemencecik:

—Bakalım daha neler göreceğiz? Başımıza taş yağacak; bozuldu bu insanlar… Gibi haykırışlar içinde acıklı ifadeler kullanırlardı. O eski insancıklar şimdiki sosyal medyadan, paylaşılan fotoğraf, video çalışmalarından haberleri olsa kendi zamanlarının yaşam biçimlerine nasıl bakarlardı acaba?

   Görünen o ki, antik zamanlarda bile insanlar birbirinden şikâyetçi olurdu. Kimini kınar, kimini dışlarlar ve her zaman nesiller arası çatışmalar içinde herkes hep geçmişin avuntusuyla kendi ahlaki masumiyetini yaratır, destansı bir anlatım doğardı. Sanki geçmiş hep masum, hep dupduru…

    Öyle bir şey olması düşünülemez; her dönüşüm, çağ kendi zorluklarıyla birlikte inanılmaz seçeneklerini de insanlığın önüne serer; mecburdur…

   Sosyal dünya tam manasıyla sosyolojik devrimlerin içinde yüzüyor. Neredeyse sınırsız paylaşımlar… Hiçbir zaman giremeyeceğimiz bir mekânın içine kadar giriyorsunuz. Nasıl mı; artık kendisini ifade etmek isteyen insanların merakı, zaafları veya zenginliklerinin hünerleri neyse öyle… Fotoğraflarla, videolarla, canlı capcanlı paylaşımlarla bir den bir başka şehirdeki, ülkedeki olayları an ve an izleme, değerlendirme ve yorumlama şansını yakalıyorsunuz. Teknolojinin zaferi bir yerde susmuş insanlığın, kendini saklamak, gizlemek yerine bir şekilde ifade etme çılgınlığına kadar ulaşacağı bellidir.

  Ne olursa olsun, hiçbir gelişme, yerli veya yersiz davranışlar laf olsun diye, birden ortaya çıkmazlar. Hepsinin sosyolojik, psikolojik, ekonomik sebepleri olduğu kaçınılmaz bir gerçektir…

  Geçen yıl izlediğim, sosyal dünyada takip ettiğim bir kadının hastane odasında, hasta yatağında, bir yerde ölüm döşeğinde yatan eşinin fotoğraflara yansıyan son halini hiç unutamadım.

  Üç gün sonra da eşinin ölüm haberini paylaştı aynı arkadaş. Üç gün önceki fotoğraftaki adamın bakışları zaten “Ben öldüm” diyordu. Boşluğa, upuzun ve anlamsız, ruhunu çoktan sonsuza yollamış boş bir kelebeğin boş kozası duruşu gibiydi; kupkuru…

   Ne bir eleştiri, ne bir kara mizah gözüyle bakıyorum bu olaya. Kendini ifade etmek isteyen, hüznünü, ölümün son hallerini veya yaşamın çığlıklarını göstermek, duyurmak, paylaşmak isteyen içinden ne geçiyorsa yapsın…

   Hemencecik teraziyi çıkartıp; ahlak bekçiliği, sosyoloji profesörlüğü rolüne soyunma yetkisini kendimde görmüyorum. Bildiğim bir şey var; değişim kaçınılmazdır. Evrim, bizleri uzayın derinlerine göç etmeye hazırladığı, insan denen üst canlının merak kavramı, denemeden yok olmayacağı, dönüşümün de bu tür denemelerden geçeceğine inanıyorum.

   Her gelişme, en cıvık olanlar, en şamatacılar, en ciddi duruşlar dahi; eninde sonunda evirilmeye, canlı yaşamın minicik parçalarını ayrılıp bir başka bütünün peşinde koşmaya mecburdur; yaşamın ta kendisidir bu tür mecburiyetler. Alışkanlıkları, korkunç kara yargıları bırakmayı becerdiğimiz an; komik, yanlış dediğimiz şeyler de kendi anlamlarıyla gün yüzüne çıkıyor…

    Bir yerde anlama, yorumlama ve yepyeni kavramlarla iç içe dönüşüm neşesi, huzuru yaşıyoruz…

Güven SERİN 


15 Mart 2024 Cuma

MALKARA GÖZSÜZLÜ RECEP USTA'NIN FARKI

 

İnternet

                MALKARA GÖZSÜZLÜ RECEP USTA’NIN FARKI

   Gelişmiş, ileri ülkeler bizlerden birkaç veya beş on adım önde koşuyorsalar, dünyanın gidişatını ilgilendiren kararlarda beş on ülke karar verici ve güç gösterisi içindeyseler, hepsinin ekonomik gücü ve kültürel bilinci ileri seviyededir.

  Gezmeyen, görmeyen, iyi eğitim vermeyen, kısacası eğitimi istikrarlı ve gelişen dünyaya göre planlamayan, görgü ve kültürü beslemeyen ulusların göçlerden başka; eriyen köy ve kentlere bakan insanların çaresizliğinden başka bir şey gelmiyor ellerinden…

  Malkara Gözsüz Köyü veya hiçbir zaman sindiremeyeceğim Mahallesi, önü açıldığı, yardımların istikrarlı ve planlı bir şekilde yapılması halinde gelişmiş ülkelerin bilincine sahip; çalışkan insanlarla, işçi ve ustalarla dopdolu…

  Malkara Gözsüz aslında ülkemizin binlerce, on binlerce yerin temsilcisi gibi; tarımın, hayvancılığın merkezi olup, markaları tıpkı diğer Malkara peynir markaları gibi uluslar arası sahaya çıkabilecek, onların kalitesiyle boy ölçüşebilecek yerlerimizin en başında geliyor.

   Gözsüz evlatlarından birisiyle; Sağlamtaş pazarından dönerken, Müstecep köy-mahalle kahvehanesinde tanıştığım Recep Usta-Recep Akbulut’tan söz edeceğim sizlere.

  Üreten, düşündüren ve çevresinde sevilen bir insandan; Recep Usta’nın sadece çalışmaya, üretmeye değil, kadim kültürümüzün, kadim insanları gibi kazanırken başkalarını da düşünen, ürettiğinden gönülden paylaşan felsefeyi anlatmaya çalışacağım…

    Sağlamtaş yolculuğu sırasında çay ve sohbet amaçlı durduğumuz Müstecep köy, mahallemizde kahve önünde oturan bir kişi vardı. Bize “Hoş geldin” selamı verdikten sonra kahveye, emanet mekânına geçerken; “ Size birer çay ikram edeyim” diyerek gözden kayboldu.

   Getirdiği çayların tazeliği, demlenmiş hali, tıpkı Müstecep insanı gibiydi; gönüllü ve bereketli… Kısa sohbet ve nereden açıldıysa konumuz taze peynire kadar uzandı. Eskiden annemin yaptığı taze peynirlerden söz ederken, kahveye emanet olarak bakan Müstecepli arkadaş; “ Peynir alacaksanız, bakın araç tam karşıda. Sahibi namaza gitti. İster taze beyaz, eski peynir; muhakkak alın” deyince, sıradan bir öneri gibi duymazlıktan geldim.

  Ticari açıdan, alış veriş yönlerinden o kadar çok yorulmuşuz, o kadar çok şüpheci hale gelmişiz ki, ön yargılarımız da bizle beraber büyümüş ve olgunlaşmış…

  Masaya birisi daha geldi. Sonradan öğrendik ki, gelen peynirlerin sahibi Recep Usta, Recep Akbulut’muş… Sohbet, aracındaki peynirlerinden daha değerli… Güngörmüş insanlar, insanlığın öncüsü olmayı hak ediyorlar. Özellikle sohbetin içinde sıklıkla geçen otoriter bir baba, Recep Ustayı daha 12 yaşında ticari dünyanın çırağı olmaya, adanmış bir nefer gibi yola çıkmış…

   Babanın otoriterliğinden her söz edişinde aynı zamanda; “ Babam çok efendi bir insan!” dikkatini çekip, sanki özenle seçtiği sözcüklerde, baba ve annesine bir toz taneciği dahi konmamasını istemiyor…

  Recep Usta ile içilen çayların sayısı, sohbetin içeriği ve derinliği dostluğa yakışır seviyeye geldi. Sağlamtaş pazarından dönüyormuş. Peynirlerinin büyük çoğunu satmış. Onun dile getirdiği gibi; “ Yok satıyoruz be kardeşim! Yetiştiremiyoruz.”

  Müstecepli bir kadın, önceden verdikleri siparişi almak için geldi. Ben de peynir aracının yanına gittim. Kadın tereyağlarını aldı. Daha başka var mı, diye sorunca, mümkün olmadığını, hele tereyağı hiç yetişmediğini-yetmediğini anlattı. Derken, sağdan soldan gelenler, Recep Akbulut’a saygıyla selam verip, birer, ikişer, hatta üçer kalıp beyaz peynir, kaşar alıp, sadece alış veriş değil, özledikleri, sevdikleri insanla sohbette etmek istiyor ve ediyorlar.

   Bu arada her sattığı üründen bana da bir parça veriyor. Öyle böyle değil, tatmam için verdiği kocaman peynir parçaları resmen bir öğün olacak derece karnımı doyurdu.

   Recep Usta’nın üretim sahasına 12 yaşında çıkmış olduğunu bir kenara bırakmadan şu ifadeleri söylemek isterim! Üretme yolculuğu, çıraklık, zorluk, sabırla, inançla başlarsa, şimdi olduğu gibi; Recep Usta Gözsüz’ün, Malkara’nın, Tekirdağ’ın, Trakya’nın, Türkiye’nin onuru olabilecek derece kadim kültürlerdeki gibi,otuz yaşından sonra yakaladığı bolluğu,bereketi diğer insanlarla gönülden paylaşıyor; anılarıyla,kazandıklarıyla hiçbir ayrım yapmadan…

   Bölgemizin ve ülkemizin en önemli sorunu olan; köylerin, mahallelerin göçü, eriyip bitmesi, bu mutlu karşılaşmaya gölge düşüren tek şey. Hayvancılık bitiyor, ölüyor ama büyük atılımlar, tersine çevirecek planlamalar ne yazık ki ufukta görünmüyor. Örneğin, Gözsüz Köyü-Mahallesi için ihalesi dahi yapılan GÖLET, söz verildiği gibi bir türlü başlanmayan yatırımlarımızdan birisi. Malkara Gözsüz’e gölet yapılsaydı, su gelseydi ne olurdu, diye araştırınca; “Çok şey olurdu! Belki de göç verme tersine döner, hayvancılığımız azalmaz, artardı.” Sözleri karşısında içim burkuldu… Üreten köylerimiz ve onlara yapılacak yatırımlar öncelikli olmalı. Başımıza bela olan plansız ve bizlerin sonunu getirecek göçler durdurulmak adına, bir yerden başlanmalıdır; acilen…

 Güven SERİN 



11 Mart 2024 Pazartesi

ZAFERİN RENGİ

 

İNTERNET

                                                       ZAFERİN RENGİ

    Sinemalarda 16 Şubat tarihinde gösterime giren film: Zaferin Rengi, Abdullah Oğuz imzasını taşıyor.1918–1923 yıllarını, işgal edilmiş bir milletin sadece topraklarını, vatanını değil, ezilen, küçümsenen, onurunu da nasıl savunacağını ve savunduğunu anlatıyor…

   Bu filme sadece Fenerbahçe taraftarı olarak gider, sonsuz bir mutluluk duyarsanız da haklısınız derim. Övünmek, onur duymak, nesillerden nesle aktırılan sportif zekânın, inancın ve sevginin karşılığını savunmak, göstermek sosyolojinin, psikolojinin onaylayacağı davranış biçimi değil midir?

   Filmi izleyenler veya izlemeden yorumlayan, film ve tarih görgüsü olmayanların yaptığı ve yapacağı ciddiyetten uzak eleştirileri dikkate almayacağım. Bir film yapımcısı, iyi bir tarihçi eleştiri yaparsa, başımın üzerine koyup anlamaya çalışacağım…

   6 Mart Çarşamba günü filmi izlemek için yola koyuldum. Halk Günü uygulamaları yaptıkları için epey pahalı olan film ücretinin yarısını verdikten sonra film saatini heyecan içinde bekledim.

  Bir kez daha uyarmalı ve hatırlatmalıyım! Filmlere epey yüksek ücret vererek giren film seyircisi neredeyse 15–20 dakika reklâm izliyor, dinliyor. Korkunç değil mi? Zorunlu bir film, sanat işkencesi değil mi?

   Yine filme dönmek istiyorum. Bir Beşiktaşlı, hatta doğuştan Beşiktaşlı olarak gündüz gösterimi olan filme; 4 numaralı salona girdim. Bir tesadüf mü diyeceksiniz bilmem! Ayırttığım koltuk H–11.Benden başka filmi izlemeye gelen kişi sayısı da 11. Aynı zamanda tarihimizin en önemli bölümünü anlatan filmin epik tarafı, filmin en önemli bölümünü anlatan Fenerbahçe futbol takımının sahadaki dizilişi, sarı lacivertli futbolcuların sayısı da bilindiği gibi 11’di.

   Kitapları istediğimiz kadar okuyalım; sanat dallarının diğerleri devreye girmezse bir ulusun, tarihsel öneme çok büyük olan dönemlerin en önemli parçaları eksik kalıyor. Diğer nesillere aktaramadığımız tarih bilimi de sürekli yenilenen, dönüşen milletlerin gençliği için yok hükmünde olacaktır.

   Osmanlı, koca bir imparatorluğun yok oluş-bitiş zamanları, İstanbul, Anadolu ve Trakya’nın işgal yılları ama aynı zamanda Mustafa Kemal’in dehasının bir kez daha ortaya çıkması ve derin uykuya dalmış bir milletin uyanış yılları başlamıştır.

   İşgal güçlerinin, dünyayı sömürmekten bıkmayan İngilizlerin işgal ettiği İstanbul, kontrol altına aldığı Saltanat ve Anadolu’ya giren Yunan askerleri, yaşanan ve yaşatılan bin bir türlü eziyetlerin, her birinin bir film, tiyatro olabileceği gerçeğini hiçbir zaman unutmamalıyız.

  Tarihimize ve başka milletlerin tarihlerine öfke, kin duyarak değil, anlamaya çalışarak, anlaşılır olmayı öğrenebilir, öğrendikçe, niçin başımız yere eğilip, niçin ezildiğimizi de gençliğimizle birlikte kavrayabilir, diğer uluslar içinde gıpta edilecek bir ulus olmanın yüce aklına, saygınlığına da sahip olabiliriz.

   Bu kadar zengin tarihi, özellikle edebiyata, sinemaya, tiyatroya bu kadar çok ve tarihsel önemi olan konu bulunabilecek az millet ve vatan vardır.

   Abdullah Oğuz ve ekibi 1918–1923 döneminin az duyulan, çok öne çıkmayan çok önemli bölümlerini mercek altına almışlar. Sinema dili, teknolojisiyle bitmekte, ışığı ve soluğu sönmekte olan bir ulusun lideriyle birlikte en önemli futbol kulüplerimizden birisi ola Fenerbahçe’nin Kurtuluş mücadelesine futbol ayakları, ulusa adanmış genç yürekleri, yöneticileriyle yaptıkları katkının önemini; hiç gocunmadan, sıkılmadan ağlayarak anlayabilir ve anlatabiliriz…

   Bir toplum hep ağlayarak mı onur duyacak ve sevinecek? Geçmişi bu kadar büyük kırılmalarla doluysa, Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı eğitim, öğretim, sanat, felsefe, tarih anlayışı izlediği yolda emin adımlarla gitmiyor veya gidemiyorsa; geriye kalan şey, filmlere, destanlara, tiyatrolara ağlamak…

  Ağladığımız filmler, tiyatrolar belki de o günün işgal altındaki ulusumuza, Fenerbahçe futbol takımının İngilizlerle yaptığı maçların verdiği morali, sunduğu uyanış dokunuşunu alacağız; “Yeter” diyeceğiz; bu kadar uyku ve

kandırılmak; “ Yeter…”

 Güven SERİN 


 

 

 

   



8 Mart 2024 Cuma

KİBAR HANIMLARIN TEDAVİSİ

 

İNTERNET

                                 KİBAR HANIMLARIN TEDAVİSİ

                                             ( Mikes Kelemen )

     Ömrünün son yıllarını Tekirdağ’da geçirmiş ve şehrimizde ölmüş Macar yazar Mikes Kelemen, sadece Tekirdağ’ın kültürel, sosyal değerleriyle değil, o günün Osmanlı İmparatorluğu içindeki resmi, kültürel, sosyal ilişkileri de önemli buluyor. Engin bilgi, görgü ve mizah anlayışı içerisinde düşündüren, güldüren Türkiye Mektupları eseri sadece edebi yaşam için değil Milli kültürümüz için de çok değerli bir eser.

    Mikes Kelemen’in dili, duyarlılığı ve görüşleri 300 yıl öteye uzanmamızı sağlıyor. O günün Edirne şehrine, İstanbul’a ve Tekirdağ folkloruna dokunmak, anlamak için bu eser başucu olabilecek, her hayali mektup sürekli edebi serüveni, irdelenip bizleri başka düşüncelere, araştırmalara yollayacak kadar güçlü ve temiz bir dille konuşuyor…

   Macar yazarın sözünü ettiği kibar hanımlar, ya Romanya, Macaristan, ya da bir süre yaşadıkları Fransa’da tanıma, izleme, görüşme fırsatı verdiği hanımlardan olmalı. Bana soracaksanız; dünyadaki bütün kibar hanımları da anlatıyor…

    Genç yaşta evlenen zengin ve kibar hanımların tutulmuş oldukları çiçek hastalığı sonucunda ve sonrası uygulanan tedaviler nedeniyle, yüzlerinde siyah lekelerden söz ediyor. Bunun için bu kibar hanımların döneminin en iyi doktorları tarafından, diğer hanımlardan faklı ve pahalı tedaviler uygularmış!

   Kibar hanımlardan birisi hastalanınca etrafa toplanan hekimler farklı farklı tedaviler önerirlermiş. Hekimler için bu öneriler epey karlı bir işmiş… Böyle hekim önerilerinden birisi de, çiçek hastalığına tutulmuş kibar hanımın yüzünün yaldızlanmasıymış! Bu iş nasıl oluyor demeyin? Yaprak şeklinde olan altın yaldızları yüzlerine yapıştırılan kibar hanımlar bir süre böyle kalırlarmış. Yaldız kaplı yüzlerin ardından bakarmış; kibar ve korku dolu gözler…

   Yüze yapışık ve bir yere çıkamayan kibar hanımların yüzlerindeki yaldızları kaldırmaya gelince bir başka kibar hanım acıları, sıkıntıları çekiliyormuş. Yapışmış yaldızları kaldırmak ayrı marifetmiş. Çeşitli sular, kuruyan, yüze sımsıkı yaldızları çıkarmaya çalışmak uğraştırıcı olmanın yanında kibar hanımın canını çok yaktığı belli olsa da, kibarlık adına bu işin de yapılması kaçınılmazmış…

   Her şey bittikten sonra, çiçek hastalığı tedavi edilecek diye yapılan bu uğraşlardan sonra yaldızların söküldüğü yerde kalan siyahlıklar da kibar hanımın bir ömür taşıyacağı lekelerden birisiymiş…

   Mikes Kelemen hayali mektubundaki sözünü ettiği kibar hanım olayı ülkemize gelmiş olduğu ilk yıllarda; Yeniköy İstanbul Aralık 1717 yılında yazılmış, üzerinden 300 yıldan fazla geçtiği halde edebi dünyanın ölümsüzlüğünü anlama ve anlatma adına önünde saygı duyacağımız, geçmişimize bir pencere aralamaktan öte bir kapı açtığını ifade etmek isterim.

   Dönemin sadrazamının kendilerine çok iyi davrandığını da sıkça notları arasına alan Mikes Kelemen, yiyecek içecek yönünde karınlarının doyduğunu ama üstlerinin, başlarının döküldüğünü, giyecek sorunları olduğunu da tarihe, şehrimizin simgeleri haline gelmiş olan Rakoczi Müzesi ve bu müzeye ismini veren Macar Prens II. Ferenc Rakoczi’nin elinin sıkı olduğunu da anlıyoruz.

   Macar yazar, Prens Rakoczi’nin danışmanı, kâtibi olan Mikes Kelemen aynı tarihlerdeki hayali mektubunda “ Efendimizin bir huyu da var ki, istemeden bir şey vermez. Bu kadar yıldır hizmetindeyim, daha bir kere bile bir şey istemiş değilim.” Saf gerçeğine, yaşadıkları sorunlara da kendi yazı ve felsefesiyle tarihsel bir dokunuş bırakıyor…

   Dilin kendi döneme dokunuşu, kara mizah ve mizahın günlük olaylarla iç içe girmesi, bu edebi esere çok daha farklı tatlar katıyor.

 Güven SERİN 

 

 

 


4 Mart 2024 Pazartesi

ENEZ,HASKÖYLÜ SEPETÇİ

 


Kamera; Rahmi Bey

                              ENEZ, HASKÖY SEPETÇİSİ-KELETERCİSİ

  Sepetçilik nedir ne değildir diye bir araştırma yapsanız; karşınıza, insanlık tarihi kadar eski bir sanat dalı çıkacaktır. Eski Mısır, Afrika’ya, Babil, Sümer’e, belki de çok daha ötelere uzanan marifetli insanların söğüt dallarını, el zanaatı ve sanatıyla insanlığın önünde nazikçe boyun eğdirme öyküsü çıkacaktır…

  Rahmi Muço ile çıkmış olduğumuz yolculuğun yönü, ilk ence Enez istikameti olsa bile, içinden geçeceğimiz köylerde, özellikle kahvehanesi, okulu olan büyük köylerde durmak; durup bakmak, dokunmak üzerineydi…

  Sakin bir Tekirdağ günü, aracın hızı fazla olmaktan öte yavaş denecek, etrafı seyretme, baharın kırlardaki eğlencesini yakından gözleyip dokunmakla birlikte başlamış oldu. Rahmi Muço’nun kullandığı araç harici, bizi sürekli geçenlerin çok acelesi olmalıydı. Araç trafiği, araç kullanma kültürümüz, hatta kaderimiz; “ Acele” ile yoğrulmuş, mühürlenmiş olmalı…

   O yüzden, bitmeyen araç kazaları, dinmeyen gözyaşları ve içinden gelip geçilen bir sürü öyküsü, sanatı ve zanaatı olan yeri anlamadan, anılar denizine katmadan geçen, bir yerde sürüklenen yaşamlar…

  İlk durağımız Enez Hasköy İlkokul ve Ortaokul yanı oldu. Çocuklar bahçedeydi. Baharın neşesinden hiçbir farkı olmayan, bütün yerleşim yerlerinin devamı, geleceği olan çocuk seslerini duymayı o kadar özlemişim ki, bir hayal âlemi, bir masal ortasına düşmüş gibi oldum. Trakya’da, Anadolu’da yüz köyü gezsek, belki üçünde okul bulacağımız, okulun dışında yine yitik, sessiz sokaklar, viran, çökmüş binalar göreceğimiz yerler çığ gibi büyüdü…

   Hasköy İlkokul ve Ortaokulu da taşımalı eğitimin merkezinde. Civar köylerden gelen öğrenciler olmasa Hasköy, okulunun kendi öğrencisi beş kişiymiş…

    Kent merkezlerine hücum borusu çaldığından beri, dikkat ederseniz kentli olmaktan çok öte, köylü olmanın yüksek değerleri, kıt halleri aranır, özlenir oldu! Ama çok geç, çok dramatik bir son…

  Hasköy’ün merkezine gitmek için köyün sokaklarına, minaresi görünen cami yönüne yol aldık. Meydanda bir cami, birkaç kahvehane, gayet bakımlı boş meydanda da sepetçi kamyonu duruyordu. Söğüt dallarından yapılmış sepetler, nerede olursa olsun bana geçmişi hatırlatıyor. Taş, ahşap kültürünün, antik şehirlerin anlattığı, anlatamadığı düşleri, öyküleri…

   Genç görünüşlü sepet satıcısı küçük oğluyla müşteri bekliyordu. Müşterisi azalan ama diğer köylere göre biraz daha büyük olan bu yerde nafakasını aramaya gelmişti. Sepetçinin eşi, sepetçi kadın mahalle, sokak aralarına girmiş, kim bilir kaç saat gezintiden sonra yorgun bir halde Hasköy meydanına, eşi sepetçi adamın yanına geldi.

  Hasköylü bir adam; sonradan isminin Ekrem Uysal olduğunu öğrendiğim bahçe işiyle uğraşan: - Sepetlerin fiyatı kaç para? Deyince sepetçi: - 150 TL cevabını verdi.

   Hasköylü cebinden çıkarttığı parayı; 110 TL’yi sepetçiye göstererek, bütün param bu diyerek, bildik alışveriş kurnazlığını yaptı. Müşterisi az olan, artık değerleri bilinmeyen sepetçi, günü, hiç olmazsa günün nafakasını kaçırmamak için kendi ördükleri, kendi ürettikleri sepeti satış değerinin 40 TL altında tereddütsüz verdi.

   Hasköylü Ekrem Uysal ile kısa bir sohbetten sonra elimi omzuna atarak, eve gidecek Hasköylüyü, kahvehaneye çay ve sohbete davet ettim. Sepetçi gibi tereddütsüz kabul etti. Aldığı sepeti ne yapacağını sordum. Ben ıspanak ekiyorum, pazarlara çıkarmak için satacağım ıspanakları sepete dolduruyorum cevabını verdi. Yanımıza yaklaşan bir başka Hasköylü, sepetlere bakarak: - Buna ne dersiniz; sepet mi keleter mi?

  Keleter sözcüğünü duyar duymaz sanki bin yıllık uykudan uyandım! Neredeyse kırk yıldır duymadığım bir kavramdı keleter! Elbette o büyük sepetin yaşadığım, doğduğum yerdeki ismi; keleter di! Üreten yerlerde bağımız kopunca, kavramlarla, öykülerle, üretimle, binlerce yılda oluşan sanat ve zanaat dallarıyla da kopan bağların iç çekişini derinden hissettim.

  Tüketen toplumların acı sonu böyle olacağı bellidir. Önce köy okullarımızı, sonra köy sağlık ocaklarımızı, derken köylerde yaşayan gençleri ve onlarla birlikte çocukları yitirdik…

   Aklımızca zamana uymak böyle bir şeydi… Nereye gidiyorsa öncü olan,arkadan gelenler de bunu büyük marifetmiş gibi izleyerek,kendilerini güya işkenceden,zorluklardan kurtarıp rahata,huzura taşıdılar…

  Çaylar içildi, oturduğumuz kahvehane içindeki elli altmış yıllık ve büyük özenle biriktirilmiş Hasköy insanlarının fotoğrafları incelendi. Kısmen öyküleri dinlendi. Veda niyetine değil, tekrar görüşmek dileğiyle diyerek; Büyükevren, Yenice, Enez’e doğru meşe ormanları ve korulukları izleye izleye yola

koyulduk…

Güven SERİN