Sayfalar

26 Şubat 2020 Çarşamba

SESSİZLİK ÇIĞLIĞIN TACIDIR


Godot'yo Beklerken;döngü ve hiç bitmeyen bekleyiş...



                                      SESSİZLİK ÇIĞLIĞIN TACIDIR


   Birkaç yüzyılda dünya nüfusunun nereden nereye geldiğini bir düşünsenize? Milyonlar, birkaç yüzyılda milyarlara erişti. Bunca insan ve inanılmaz bir uğultu, bağırış, sesleniş, haykırış ve ortalığa saçılan gürültü karmaşası içinde vaziyeti idare eden diğer türler…

  Oradan oraya göç eden uygarlıklar, birbirini yutmak, yok etmek için savaş eden krallıklar gibi, büyüğün içine dolan küçük umutlar; sel ve dünya suları gibi, bir yandan diğerine akma mecburiyeti içindeler…

  Bu korkunç seslerin, karmaşa ve kargaşanın karşısında durur Samuel Beckett. Ağız denilen insan boşluğundan çıkacak her sese, boşlukta kaybolacak nefeslerin ses selleri olarak bakar. Beckett’in sevdiği boşluk, sessizliğin boşluğudur.

  Beckett’in 1950’li yılların başında yazdığı Godot’yu Beklerken oyunu, İkinci Dünya Savaşı sonrası insanların sessizliğidir aynı zamanda. Yani,”çığlığın tacı olan sessizlik…” Godot’yu Beklerken oyunu, iki sahnelik ve iki karakter; Gogo ile Didi ( Vladimir ile Estragon) üzerine kurulmuştur. İki saatlik trajikomik oyun, yaşayan gezegen karşısındaki yaşam telaşımızın anlamını ve anlamsızlığını, insanların kendi içlerinde yarattıkları binlerce kavramın karşılığını ve karşılıksızlığını bir güzel anlatır, gösterir…

   Birinci sahne; bir köy yolu ve bir ağacın yanında başlar. İnsanın, insanlığın sahnelerinden sadece birisi… Belki de damıtılmış olan özü; mavi boşluk içerisinde karakterlerden birisi gökyüzüne çevirdiği yüzü ve iradesiyle çok önemli bir gözlem yapıyormuş ciddiyetindir. Diğeri ise ayağını sıkan ayakkabılarını çıkarma eziyeti içinde; “ Yapacak hiçbir iş yok” der. Diğeri; “ Ben de tam bu konuyu düşünüyordum. Hayatım boyunca kendine, ‘ mantıklı ol Vladimir henüz her şeyi denemiş değilsin.’ Demiş, karşı koymuştum bu fikre. Ve hiç pis etmedim.”

  Bu tür diyaloglar iki saat boyunca bir köy yolunda, taşlık bölgenin tek ağacının hemen yanında sürüp gider;

“ Bazen son ânın geldiğini hissederim. O zaman iyice telaşlanırım. Nasıl desem… Hem rahatlarım… Hem, korkuya kapılırım…”

Estragon Vladimir’e sorar; “ Bizim rolümüz ne? Rolümüz mü? Telaşlanma! Yalvar yakar olacağız…

   O kadar aşağılanacak mıyız? Artık hiçbir hakkımız yok mu? Yasak olmasa gülerdim bu sözüne! Haklarımızı kaybettik öyle mi? Onlardan kurtulduk…”

   Vladimir, hatırlayanın, sorgulayanın peşindeyken, Estragon her daim unutanın ve her gün yaşama yeniden başlayan bir insanın ruhsal durumu içindedir…

  İki insan ve iki ayrı dünyanın canlıları gibi zıtlıkları içinde birbirini tamamlarlar… Dünya insanlarının, milletlerinin kendi zıtlıkları içerisinde bunca ölümcül savaş yapmalarına rağmen birbirinden kaçamayıp, birbirlerine ihtiyaç duyup sokuldukları gibi…

  Birbirlerine iki zıt karakter, Samuel Beckett’in yazmış oldukları oyun gereği günlerdir ne olduğunu, kim olduğunu bilmedikleri birisi; Godot’yu beklerler… Her bekleyiş sonunda gün geceye kavuşur ve bir gün sonra tekrar aynı yere; köy yoluna, taşların içerisinde yaşam bulmuş ağacın yanına; bekleme yerine dönerler.

  Godot nasıl birisidir? Nedir? Uzun mu, kısa mı, insan mı, in mi, cin mi; bildikleri bir şey yoktur… İnsanın, insanlığın beklediği gibi, yaşamlarında bir rüyaya dönüşmüş o büyük sürprizi bekler dururlar…

  Biz insanların, hepimizin yaptığı şey bu değil midir? Ölümlü olduğunu bile bile ölümcül kavgalar, mal-mülk, kin-nefret, hınç biriktirmeleri hep bizim ölümsüzlük hapı yutmuş karakterimizin bir parçası değil midir?

  Vlidamir ile Estragon yine bir kavga anında, her defasında yaptıkları gibi birbirlerini suçlarlar. Ve aralarındaki atışmalar, iki sosyolog konuşmasına dönüşür;

“ Ayrılsak daha iyi olur. Her seferinde böyle dersin, sonra kuyruğu kıstırıp yine geri dönersin. En iyisi öldürmem, öbürü gibi! Öbürü mü? Öbürü de kim? Milyarlaca gibi… Her insan çarmıhını sırtında taşır. Ölene dek… Ve unutulur…

  Mademki susmasını beceremiyoruz… Beklerken sakin konuşmaya çalışalım. Haklısın, biz tükenmeyiz. Düşünmeyelim diye özrümüz var. İstemeyelim diye. Nedenlerimiz var. Bütün ölü sesleri! Kanat çırpar gibi bir gürültü çıkarır. Yapraklar gibi. Kum gibi. Bir ağızdan konuşur hepsi. Her biri kendi kendine! Ölmüş olmak onlara yetmez… Kendilerinden söz etmek isterler; fısıldarlar… Yapraklar gibi. Kum gibi. Kül gibi.

  Bekledikleri Godot bir türlü gelmez. İnsanın beklediği ölümsüzlük iksirinin gelmediği gibi, eninde sonunda bir kül, bir kum taneciği gibi fısıltılar içine karışacağımızı bile bile bekler dururuz bize ayrılan sahnenin köşeciğinde bir yerde…

  Son sözü Beckett söyler; “ Sessizlik, çığlığın tacıdır…” Belki, küllerimizin, atomlarımızın-moleküllerimizi sessiz çığlıkları, yeşermeyi, birleşmeyi bekleyen çılgın halleri gibi bir şey…

 Güven Serin







20 Şubat 2020 Perşembe

PALAVRACI KEŞİŞ


ŞİO-MĞVİME MANASTIRI









                         

  PALAVRACI FRER-KEŞİŞ

    Tesadüfün bu kadarı olur; yolculuk esnasında yanıma aldığı kitaplardan en önemlisi; Geoorey Chaucer’in Canterbury Hikâyeleri eseridir. Kitapta bulunan öyküler, yüzyıllar öncesine; geçmişe dönük olsa bile; günümüzün kurnazlığı, hilebazlığıyla, sosyal ve kültürel yaşamıyla yakından bağlar kurdum.

   Güney Kafkasya gezisi sırasında Tiflis bölümünde, eski başkent Mtsheta yakınlarındaki Şio-Mğvime Manastırını da gezdim. Dağların içine sokulmuş Ortaçağ’dan bu yana manastır olarak kullanılan yerin keşişlerinden birisini tanıdım. Daha doğrusu o,beni müşteri olarak gördüğü için kendini tanıttı.

  Keşişin bedensel dili yolculuğumun başından sonuna kadar olan bölümünde hiç ama hiç güven vermedi… Tiflis yakınlarındaki Şio-Mgvime Manastırı keşişinden söz etmeyeceğim elbet. Onu daha öncesinden yazdığım için, Canterbury Hikâyeleri’nde ki Frer-Keşişten söz etmek istiyorum.

  İnsanların masum duygularını farklı alanlarda kullanmak adına seçilen en kolay yollardan birisidir; İnançlar… Bu hikâyedeki keşiş, yaşamın içerisinden farklı bir unvanla her an karşımıza çıkacak güçte; ağzı iyi laf yapan, kapısını çaldığı her haneden bir şeyler isteyen bir adam…

  Sıklıkla uğradığı zengin evlerinden kabul ettiği Thomas ve eşinen hanesine de geldi. Thomas hasta yatağından keşişi her ne kadar saygı gösterisi içinde kabul etse bile, Keşişin palavracı olduğunu baştan beri biliyordu…

   Evin erkeği Thomas’ın hasta oluşunu fırsat bilen keşiş, büyük miktarda para alabilmek için bir sürü dil döküp korku taşıyan öyküler bile anlattı. Thomas can derdinde, keşiş ise koparacağı büyük paranın derdindeydi. Güya, yapılacak Manastır için yardım topluyor; verilenlerin ismini bir kâğıda yazıyor, dışarı çıkınca, yazdığı ismi siliyordu.

  Keşiş, Thomas’a dil dökmekten yorulmuş, amacına ulaşmak için işi biraz daha duygusal hale getirmek için; “ Thomas! Tanrı aşkına yap bir iyilik!” diye, Thomas’ı en zayıf olduğu Tanrı ile sınamak, kandırmak istemiştir.

  Buraya kadar hasta yatağında usul usul ve zoraki olarak Keşişi dinleyen Thomas hiç de aptal bir insan değildir. Onun bir planı vardır. Gücü kuvveti yerinde olsaydı, keşişi tuttuğu gibi dışarı atmayı düşünüyordu. Ama ona bir sürprizi vardı Thomas’ın.

  “Sana sadece şu anda üzerimde ne varsa onu verebilirim. Kardeşim olduğunu mu söylemiştin? Keşiş heyecanla cevap verir; “ Evet, elbette.” Thomas, yattığı yerden konuşmasına devam eder; “ Güzel. Teşekkür ederim. Şimdi hâlâ yaşıyorken manastırınıza bir bağış yapacağım. Sana söz veriyorum, eline alacaksın onu. Ama tek bir şartım var. Manastırındaki bütün frerler-keşişler sana vermek üzere olduğum şeyden eşit pay alacaklar. Böyle yapacağına dair kutsal kardeşliğin üzerine itiraz bulmadan, ya da tereddüt etmeden yemin etmelisin.”

   Keşiş, verilecek hediyenin-paranın daha da büyük olacağını düşünmüş olmalı ki; “ İsa’nın kanı ve kemikleri üzerine yemin ederim.” Diye karşılık verdi. Thomas’ın elini sımsıkı sıkarak; “ Bana güvenebilirsin.” Dedi.

  Thomas “ Tamam o halde. Şimdi elini arkama götür. Aşağı indir. Kaba etlerim arasını yoklarsan orada senin için sakladığım bir şey bulacaksın.” Frer “ Aha, sanırım ödülüm büyük olacak.” Diyerek elini çarşafın altına daldırdı. Hazineyi bulabilmek için Thomas’ın kıçını eliyle yoklamaya başladı. Thomas, frerin parmaklarını kıçında hissedince ansızın devasa bir osuruk çıkarttı.”Araba çeken bir çiftlik atı osursa ancak bu kadar gürültü çıkartır. Sabancının öküzü olsa bu kadar feci kokmazdı. Korkunç bir gürültüydü.

   Frer John öyle bir irkildi ki ayağa fırladı hemen.” , “ Seni pislik herif! Kasten yaptın bunu! Bu osuruğu sana ödetmezsem ben de ne olayım! Bekle de gör!”

  Gürültüyü işiten evin uşakları koşarak Thomas’ın yattığı odaya geldiler. Frer’i ite kaka dışarı attılar. Frer, burnundan soluyan yaban domuzundan farksızdı, der kitabın öyküsünü kaleme alan yazar…

  Hazine bulacağım, daha fazla kazanacağım diye çevresindeki insanları aldatanların düştüğü bu durum; “OSURUK” olarak kalsa iyi. İnsanların güvenini kaybeden, adı palavracı-ya çıkan bir insanın elinde bulunan bir yudumluk yaşamı; en az hasta yatağında keşişe bir ders vermek için bir öküz kadar güçlü osuran Thomas’ın osuruğundan daha beter bir çürümüşlük-tür; kokuşmuşluktur, yok oluşun sefaletidir…

  Toplumlara palavracıların verdiği zararı kimse veremez. İş yaşamlarına, sosyal hayatlara, kendi özel hayatlarına; her şeyin bir osuruk gibi çürümesini, yozlaşmasını sağlarlar palavracı insanlar…

Güven SERİN 

14 Şubat 2020 Cuma

BEN ORDAN GEÇERKEN






                                    BEN ORDAN GEÇERKEN BİRİ


   Yaşamının neredeyse yarısı hapishanede, kalan yarısı da sürgünde geçen Nazım Hikmet’in önemli bir şiiri bestelenerek müzik dünyamıza bir ağıt gibi armağan edilmiştir. Sanatçının sanatı hüzün ve özlemlerle yoğrularak var ediliyor. Tıpkı kültürel yaşamın küçük kırıntılarla oluşması gibi bir şey…

   Nazım’ın efkârından, Zülfü Livaneli’nin sesinden doğan bu şarkının sözleri, dinleyeni etkilemeden çekilmez geri. Gece ve karlı bir yolun, kayınların karanlık gölgesinde özlem denen şeyin muazzam bir kora dönüşebileceği bir yol ve yolculuk şarkısı…

  Kayınların arasında kış gecesinin karlı ve ıssız yolunda görünen bir pencerenin ışıltısı, ülkesini, sevdiklerini özleyen bir insanın kurtuluş umudunun yüceliğini de anlatıyor…

  “Ben oradan geçerken biri/AMCA dese gir içeri.”

   Şair, bir ses duymak ister; yalnızlığının özlemini giderecek; hiç olmazsa bir ses ve beş on dakikalığına ısınacağı sıcak bir evin sıcak hoşluğunu sanatın düşleriyle yakalamak ister…

   Yedi numaralı halk otobüsüne binme aşamasında yan yana geldiğimiz kadın yolcuya “Buyurun” dediğimde, henüz çantasındaki bozuklukları bulamamış kadının verdiği cevap;

  “ Amca siz önce buyurun!” demez mi? Şairin, yakalamaya çalışıp duymak içine büyük özlem duyduğu sihirli sözcük; “AMCA!” söylenince bir parça irkildim sanki! Bugüne kadar bana “ Amca” diye sesleneler yeğenlerim Cem ve Ata’dan başkaları değildi. Ağabey sözcüğünün, seslenişin gençliğine hapsolmuş algım,”Amca” seslenişini bir yaşlanma uyarısı gibi algıladı. Birden nezaket içeren bir alınganlık içerisine düştüm…

  Yedi numaralı halk otobüsüne binerken “ Amca” seslenişini de yanımda alarak tek kişilik koltuğa oturdum. Neredeyse gözlerimi örten lacivert kasketimi çıkartırken “Amcalık” rütbesini de çıkarttığımı hissetim. O anda, Nazım’ın sürgünde yaşadığı hayatta, gece yapmış olduğu karlı kayınların olduğu yolda hissettiği ve beklediği çağrı, kendi ülkende, güven içerisinde yaşadığım şehirde, bana cazip gelmemişti.

   Yarım yüzyılı geçen yaşamımızda, bizlerin yaşında olan dedelerimizi düşündüğümde nesil farkının ne büyük şansa dönüştüğünü görmemezlikten gelemem… Halen, dağlarda yürüyebiliyor, haftalık yüzme salonuna gidip amatörce de olsa yüzme sporumu yapıyorum. Canım isteyince bisiklete binip, günlük yürüyüşlerim dedemin yüz metrede duraklayıp yorgunluk gidermeye dönüşmemiş durumda.

  Bir sözcük, bir sesleniş o kadar mı harekete geçirir insanı? Yoksa “Amca” seslenişinin ardında görüntümün yaşlanma haline dönüştüğünü mü kastetmişti otobüse benden sonra binen, bana öncülük veren kadın?

  Algılarımız, geleneklerimiz, eğriye doğru seslenişlerimiz her yerde fazlasıyla yok mu? Pazaryerindeki pazarcıların kendinden yirmi yaş küçük kadınlara dahi “Abla” diye seslenişine yüzlerce kez tanık olduğum halde, bu sözcüklerin, seslenişlerin üzerinde “Amca” seslenişi kadar durmamıştım…

   İşin aslı, insanımızın duygusal yanı; kendimizden büyük gördüğümüze hiçbir akrabalık ilişkisi bile olmasa her daim sesleniş biçimleri; “Ağabey-Amca” değil midir? Yok, bunun bir ayıbı. Bilinen sözcüklerin kısırlığı ve kısalığı; “Hanımefendi” veya “Beyefendi” nezaketine uzak oluşumuz, her daim birbirimizi idare edişimizin sırrı burada gizlidir…

   Şekspir’in Hamlet oyununda bir yerde bir söz duyulur; “Her şeyi oluruna bırakmak…” Gelişmiş ülkelerin yazar ve şairlerinin eserlerinde binlerce, on binlerce sözcüğü kullandığını, yaşama hediye ettiğini düşür kendi yaşamımızda, günlük hayatımızda elli-yüz sözler günü ve yaşamı düşünürsek; seslenişlerde ki “Amca” , “Abii” sıfatları pek de yanlış şeyler değil gibi görünüyor…

  Edebiyatı bilim değil de birkaç ağdalı söz söyleme olarak görmemizin kısalığı, kısadan hisse çıkarmakta zorlanışımızın yolculuğu oturduğumuz kahvehanelerde ve hapsolduğumuz süslü odalarımızda ki kısa derinlikte bile gün yüzüne çıkmıyor mu?

  Hamlet, vücudunda yayılan zehir yüzünden ölmek üzereyken; “ Vaktim olsaydı…” der, yapacaklarını yapamamanın hüznünü arkadaşı Horatio’ya duyurur; “ Vaktim olsaydı…”

 
Güven SERİN  
 

12 Şubat 2020 Çarşamba

ÇOBAN SELAMİ'Yİ SAF BEYAZLIĞA UĞURLADIK


ÇOBAN SELAMİ-YENİKÖY -TEKİRDAĞ

HUZUR İÇİNDE;ey soylu kişi...



Kamera; Güven

Çoban Selami,Yunus Usta,Tamer Kaptan 

Ganoslar Diyarı



Çoban Güven

Kamera; Yunus Usta; Ganoslar Diyarı...




Kamera; Güven

Gök mavi,yer yeşil;insan umutları değişken,
daha vakit varken,uçan kuşların telaşını,
bitim tükenmeyen yaşam sahnesini görsen...

"Eğer kalbin kırıksa dost yüzünden/
Uzat elini bak beş parmağım var benim de/
Gel sende katıl bizlere/Dolaş bahçemizde gönlünce" 

                           
  ÇOBAN SELAMİ’Yİ SAF BEYAZLIĞA UĞURLADIK


   Nasıl ki kadim zamanlarının Truvalı çobanı yaşamışsa, Assoslu çoban bu köşemize konuk olduysa, Çoban Selami yıllar önce köşemde; başköşede ağırlanan konuklar gibi ağırlandı.

  Çoban Selami’yle yollarımız yedi sekiz yıl önce, Ganoslar tepelerinde kesişti. Yeniköy’ün hemen üzerinde, Çoban Selami’nin doğup büyüdüğü yerin biraz ilerisinde bir dinlenme ânıydı Çoban Selami ile karşılaştığımız an. Keçilerini otlatıyorken, keçilerinin doğadan aldıkları ilham, esenlik ve tabii hal; Çoban Selami’nin de yüzüne, şafak güneşi gibi vurmuştu.

  Yunus Usta’nın tanıdığıydı Çoban Selami. Sohbeti, otlağa yayılmış keçilerinin beslenme dinginliği ve mecburiyeti kadar huzurluydu. Sigarasını aynı dinginliğin usta haliyle sardı. Sonra, insan denen canlının geçici ömür içerisinde olduğunu bilen belge bir kişi gibi baktı tepeden aşağıya; vadiye, Yeniköy’e doğru. Muhtemelen çocuk zamanlarını hatırlamıştı. Zamanın nasıl geçtiğini, kimsenin bilmediği zamansızlığı, sahneye çıkmış oyuncuların rollerini anlayan bir yönetmen gibi, sahnenin seyirci tarafına, seyircilerin de dışına çıkan diğer hayata ait olduğumuzu biliyormuşçasına, saf huzurun içine teslim olmuş herhangi canlı gibi, ağırlıksız ve iniltisiz; seyretti Ganosların her bir tarafını…

  Bir kış günü, kırlara saf beyazlığın serildiği Şubat zamanı Çoban Selami’nin kalbi durdu. Elinden hiç düşürmediği sigarası, rüzgârlı tepelerde hep yanında olan tütünü, biricik arkadaşı kabul ettiği sarızehir bir insanı daha vakitsiz aldı aramızdan…

  Gün, poyrazın; kuzey rüzgârının günüydü. Aydoğdu Mahallesinden kalkan cenaze aracı ve Çoban Selami’nin tanıdığı insanlar; arkadaşları, akrabaları, hep birlikte; insanın yüzünü bıçak gibi kesen poyraza aldırış etmeden Yeniköy’ün yolunu tuttuk. Kumbağ’dan sonra, saf beyazlığa teslim olmuş tepeler, ormanlar, şölene dönüşmüş yenilenme zaferinin tadını çıkartıyormuşçasına, uğuldayan rüzgârın tabi haline onurla tanıklık ediyorlardı; meşeler, çamlar, katırtırnakları, zeytinler, çalılıklar…

  Yeniköy Mezarlığı Çoban Selami’yi bağrına bastı. Öz çocuğunu; kekik, ıhlamur, adaçayı, keçi sütü kokan bedenini, saf beyazlığın saygın bakışları, kuzey rüzgârının dehşete hatırlatma yapan uğultusu içerisinde; Yeniköy mezarlığı, ölümü, nice ölümü kabul edip kutsadığı gibi kutsuyordu…

   Şairler de ölüm üzerine çok şey söylediler. Düşünceleri, ölümün ayak sesleri, yaşamın bütün neşesinin, eğlencesinin sona erdiği anın son habercisini anlatıyor Ülkü Tamer;

“ Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca…

Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz
…………….

   Çoban Selami, Yeniköy tepelerine, ormanlarına düşen saf beyazlık gibi saf, dingin bir halde ayrıldı şehrimizin insanları arasından. İgmar Bergman’ın filmindeki başkarakterin yaptığı gibi pazarlığı bile yapmayı düşünmedi. Oysa ölümün haberi bir ay önce yaşadığı bir kalp kriziyle bildirilmişti ona. Belki de fazla oyalanmaya lüzum girmedi bu dünyada…

  Yedinci Mühür filminin ana fikridir ölümü kandırıp oyalamaya çalışıp yaşamı uzatmak; şövalye savaştan geri dönmektedir. Denizin kıyısında yorgun-argın kendine gelir. Satranç tahtası hemen yanı başında durmaktadır. Torbasını karıştırırken, biraz ötede birisi belirir;

“ – Kimsin sen? – Ben ölümüm! – Benim için mi geldin? — Uzun zamandır seninleydim. – Bedenim korkuyor ben değil.”

  Ölüm meleği, şövalyenin canını alacağı sırada şövalye seslenir; “ – Bir dakika dur! Hep öyle derler.” Ve şövalye ölüm meleğine satranç oynamayı teklif eder. Kazandığı sürece ölümü ertelenecektir. Ölüm meleği, onu yeneceğinden o kadar emindir ki, bunu kabul eder…

  Film bu! Deyip geçmeyin. Her filmin, tiyatronun, operanın bir konusu vardır; insana, medeniyetlere dair… Çoban Selami, böyle bir pazarlığı yapmayı düşünmeyenlerden; elindekiyle yetinen insanlarımızdan sadece birisi; güle güle Çoban Selami; huzur içinde; Tanrı'nın rahmetiyle…


Güven Serin 


4 Şubat 2020 Salı

BİR GARİP ÖLMÜŞ DİYELER




Kadim uygarlıklardan birisi;TRAKLAR


                                    BİR GARİP ÖLMÜŞ DİYELER


  Yunus Emre yüzyılların ardından böyle bir sesleniş yapar; yalnızlığın ölümle son buluşunu, garipliğin diğer insanlar gözünde pare etmediğinin edebi ve sosyolojik törenini miras bırakmıştır geriye.

   İnsanın olduğu her yerde bu “Garip Oyun” oynanacaktır, garipliklerin şaşkınlığı içerisinde kimi ölümün ardından yas tutuculara, ağıt yakıcılara, yemek yapıcılara, dua okuyuculara büyük paralar verilerek şanla, şerefle kutlanacak; gidenin ardından yepyeni abartılı öykülerle ruhu rahatlatılmaya çalışılacak…

  Bir yandan da Bilge Yunus’un söylediği şiir; sosyolojik bir kanıt gibi, insanın olduğu ve yaşadığı her yerde hakkını vererek okunacaktır;

“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk suyla yuyalar
Şöyle garip bencileyin”

  Bu topraklarda; Trakya diyarında günümüzden çok öte; 2800 yılları önce yaşanan bir öyküyü anlatmak isterim. Ölmüş olan Arcite isimli bir şövalyenin-kahramanın ardından yapılan “Ölüm Töreni” Bilge Yunus’un, ilahi ve ebedi yalnızlığının tam zıttı olan bir ÖLÜM TÖRENİ…

  “Arcite’nin naşının konduğu tabutun üzerine altın örtü örtüldü. Arcite’nin naşı da aynı kumaşla örtüldü. Arcite’nin ellerine beyaz eldiven giydirildi. Başına defneyapraklarından bir çelenk ve eline parlak bir kılıç kondu.

   Arcite, soylu kandan geliyordu. Mevkisi ve soylu kanı ona yakışır bir cenazeyi hak ediyordu. Arcite’nin eşyalarını taşıyan üç at ve üç adam; birinin elinde Arcite’nin kalkanı, diğerinin elinde mızrağı ve üçüncüsünün elinde ise saf altından bir Türk yayı vardı. Atinalı savaşçıların en soyluları, ağlamaktan gözleri kıpkırmızı kesilmişti. Şehrin evlerindeki pencereler kara örtülerle kaplanmıştı.

  Bu cenaze töreni için büyük hazırlıklar yapılmıştı. Odun yığını o kadar yüksekti ki, yeşil tepesi göğe değiyordu adeta. Tabanı ise neredeyse yirmi kulaç genişliğindeydi. Aralarında hiç boşluk olmadan yığılmış dallar ve samandan oluşuyordu. Meşe ve köknar, huş ağacı ve titrek kavak mürver ve çobanpüskülü, kavak ve söğüt, karaağaç ve çınar, dişbudak ve şimşir, ıhlamur ve defne ağaçlarının dalları vardı. Akçağaç, alıç, kayın, fındık ve elbette hüzünlü söğüt. Nasıl kesildiklerini anlatacak zaman yok…

  İnsanın insanlık yolculuğunda kendi yarattığı asil kanlar, soyluluk unvanları; ast üst kavramları öteden; çok öteden bugüne; 21.yüzyıla uzanmayı becermiştir. Bu unvanları nazikçe, edebi ve sosyolojik dille reddeden insanların seslenişleri; bu unvanların, asil öykülerin çok ötesine taşınmayı, sıçramayı, bu öyküler gibi yaşamayı becermeleri ayrı bir edebi ve evrensel başarıdır.

  Bilge Yunus’un başarısı da bu öykünün dilden dile, edebi eserden esere aktarılması gibi her daim aktarılma hakkına kavuşmuş, o’nun dizeleri basit yaşamlarımızın algılarının ötesine taşmıştır. Üstelik oldukça basit ve sade bir yaşam sürerek; iç derinliğine inmeyi, orada boğulmadan yüzmeyi başaran bir bilgelik içinde;

“ Hey Emre’m Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin”

Şar (Şehir)

 Güven Serin