Kadim uygarlıklardan birisi;TRAKLAR
BİR GARİP ÖLMÜŞ DİYELER
Yunus Emre
yüzyılların ardından böyle bir sesleniş yapar; yalnızlığın ölümle son buluşunu,
garipliğin diğer insanlar gözünde pare etmediğinin edebi ve sosyolojik törenini
miras bırakmıştır geriye.
İnsanın olduğu her
yerde bu “Garip Oyun” oynanacaktır, garipliklerin şaşkınlığı içerisinde kimi
ölümün ardından yas tutuculara, ağıt yakıcılara, yemek yapıcılara, dua
okuyuculara büyük paralar verilerek şanla, şerefle kutlanacak; gidenin ardından
yepyeni abartılı öykülerle ruhu rahatlatılmaya çalışılacak…
Bir yandan da Bilge
Yunus’un söylediği şiir; sosyolojik bir kanıt gibi, insanın olduğu ve yaşadığı
her yerde hakkını vererek okunacaktır;
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk suyla yuyalar
Şöyle garip bencileyin”
Bu topraklarda;
Trakya diyarında günümüzden çok öte; 2800 yılları önce yaşanan bir öyküyü
anlatmak isterim. Ölmüş olan Arcite isimli bir şövalyenin-kahramanın ardından
yapılan “Ölüm Töreni” Bilge Yunus’un, ilahi ve ebedi yalnızlığının tam zıttı
olan bir ÖLÜM TÖRENİ…
“Arcite’nin naşının
konduğu tabutun üzerine altın örtü örtüldü. Arcite’nin naşı da aynı kumaşla örtüldü.
Arcite’nin ellerine beyaz eldiven giydirildi. Başına defneyapraklarından bir
çelenk ve eline parlak bir kılıç kondu.
Arcite, soylu
kandan geliyordu. Mevkisi ve soylu kanı ona yakışır bir cenazeyi hak ediyordu.
Arcite’nin eşyalarını taşıyan üç at ve üç adam; birinin elinde Arcite’nin kalkanı,
diğerinin elinde mızrağı ve üçüncüsünün elinde ise saf altından bir Türk yayı vardı.
Atinalı savaşçıların en soyluları, ağlamaktan gözleri kıpkırmızı kesilmişti.
Şehrin evlerindeki pencereler kara örtülerle kaplanmıştı.
Bu cenaze töreni
için büyük hazırlıklar yapılmıştı. Odun yığını o kadar yüksekti ki, yeşil
tepesi göğe değiyordu adeta. Tabanı ise neredeyse yirmi kulaç genişliğindeydi.
Aralarında hiç boşluk olmadan yığılmış dallar ve samandan oluşuyordu. Meşe ve köknar,
huş ağacı ve titrek kavak mürver ve çobanpüskülü, kavak ve söğüt, karaağaç ve çınar,
dişbudak ve şimşir, ıhlamur ve defne ağaçlarının dalları vardı. Akçağaç, alıç,
kayın, fındık ve elbette hüzünlü söğüt. Nasıl kesildiklerini anlatacak zaman
yok…
İnsanın insanlık
yolculuğunda kendi yarattığı asil kanlar, soyluluk unvanları; ast üst
kavramları öteden; çok öteden bugüne; 21.yüzyıla uzanmayı becermiştir. Bu
unvanları nazikçe, edebi ve sosyolojik dille reddeden insanların seslenişleri;
bu unvanların, asil öykülerin çok ötesine taşınmayı, sıçramayı, bu öyküler gibi
yaşamayı becermeleri ayrı bir edebi ve evrensel başarıdır.
Bilge Yunus’un
başarısı da bu öykünün dilden dile, edebi eserden esere aktarılması gibi her
daim aktarılma hakkına kavuşmuş, o’nun dizeleri basit yaşamlarımızın
algılarının ötesine taşmıştır. Üstelik oldukça basit ve sade bir yaşam sürerek;
iç derinliğine inmeyi, orada boğulmadan yüzmeyi başaran bir bilgelik içinde;
“ Hey Emre’m Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin”
Şar (Şehir)
Yunus'un bıraktığı miras, tıpkı kullandığı dil ve üslup misali yalın. O bir gönül insanıymış. Şatafattan uzak. Gariplerden yana. Bu yüzden belki, halk ve tasavvuf edebiyatını harmanlamış. Bir şövalye ile garibanın ölümü kıyas götürmez diyenler düşünsün şimdi. Ölümden öte yol yok. Arcite'yi kim tanır? Ya Yunus'un bilgeliğini, garib'ini?
YanıtlaSilTeşekkürler Güven Bey...
YanıtlaSilBir tarafta her şey altından,diğer tarafta her şey doğal akış içerisinde lazım olan gıdaların en azıyla yetinme felsefesi...Tam da tespitin gibi,çağlar arası akacak bir ırmak olmuş Yunus'un sözleri;Arcite'ise seslenip duruyor,duyan olmuyor o kahramanı...Belki de edebi dünya,herkesin en hakiki adalet bulduğu bir yer;kahramanlar,yoksullar,sanata,maneviyata tutunmuş olanlar,her daim bir sığınak bulurlar bu dünyada; teşekkürler Zeugma...