Godot'yo Beklerken;döngü ve hiç bitmeyen bekleyiş...
SESSİZLİK
ÇIĞLIĞIN TACIDIR
Birkaç yüzyılda
dünya nüfusunun nereden nereye geldiğini bir düşünsenize? Milyonlar, birkaç
yüzyılda milyarlara erişti. Bunca insan ve inanılmaz bir uğultu, bağırış,
sesleniş, haykırış ve ortalığa saçılan gürültü karmaşası içinde vaziyeti idare
eden diğer türler…
Oradan oraya göç
eden uygarlıklar, birbirini yutmak, yok etmek için savaş eden krallıklar gibi,
büyüğün içine dolan küçük umutlar; sel ve dünya suları gibi, bir yandan diğerine
akma mecburiyeti içindeler…
Bu korkunç seslerin,
karmaşa ve kargaşanın karşısında durur Samuel Beckett. Ağız denilen insan
boşluğundan çıkacak her sese, boşlukta kaybolacak nefeslerin ses selleri olarak
bakar. Beckett’in sevdiği boşluk, sessizliğin boşluğudur.
Beckett’in 1950’li
yılların başında yazdığı Godot’yu Beklerken oyunu, İkinci Dünya Savaşı sonrası
insanların sessizliğidir aynı zamanda. Yani,”çığlığın tacı olan sessizlik…” Godot’yu
Beklerken oyunu, iki sahnelik ve iki karakter; Gogo ile Didi ( Vladimir ile
Estragon) üzerine kurulmuştur. İki saatlik trajikomik oyun, yaşayan gezegen
karşısındaki yaşam telaşımızın anlamını ve anlamsızlığını, insanların kendi
içlerinde yarattıkları binlerce kavramın karşılığını ve karşılıksızlığını bir
güzel anlatır, gösterir…
Birinci sahne; bir
köy yolu ve bir ağacın yanında başlar. İnsanın, insanlığın sahnelerinden sadece
birisi… Belki de damıtılmış olan özü; mavi boşluk içerisinde karakterlerden
birisi gökyüzüne çevirdiği yüzü ve iradesiyle çok önemli bir gözlem yapıyormuş
ciddiyetindir. Diğeri ise ayağını sıkan ayakkabılarını çıkarma eziyeti içinde; “
Yapacak hiçbir iş yok” der. Diğeri; “ Ben de tam bu konuyu düşünüyordum.
Hayatım boyunca kendine, ‘ mantıklı ol Vladimir henüz her şeyi denemiş
değilsin.’ Demiş, karşı koymuştum bu fikre. Ve hiç pis etmedim.”
Bu tür diyaloglar
iki saat boyunca bir köy yolunda, taşlık bölgenin tek ağacının hemen yanında
sürüp gider;
“ Bazen son ânın geldiğini hissederim. O zaman iyice telaşlanırım.
Nasıl desem… Hem rahatlarım… Hem, korkuya kapılırım…”
Estragon Vladimir’e sorar; “ Bizim rolümüz ne? Rolümüz mü?
Telaşlanma! Yalvar yakar olacağız…
O kadar
aşağılanacak mıyız? Artık hiçbir hakkımız yok mu? Yasak olmasa gülerdim bu sözüne!
Haklarımızı kaybettik öyle mi? Onlardan kurtulduk…”
Vladimir,
hatırlayanın, sorgulayanın peşindeyken, Estragon her daim unutanın ve her gün
yaşama yeniden başlayan bir insanın ruhsal durumu içindedir…
İki insan ve iki
ayrı dünyanın canlıları gibi zıtlıkları içinde birbirini tamamlarlar… Dünya insanlarının,
milletlerinin kendi zıtlıkları içerisinde bunca ölümcül savaş yapmalarına
rağmen birbirinden kaçamayıp, birbirlerine ihtiyaç duyup sokuldukları gibi…
Birbirlerine iki zıt
karakter, Samuel Beckett’in yazmış oldukları oyun gereği günlerdir ne olduğunu,
kim olduğunu bilmedikleri birisi; Godot’yu beklerler… Her bekleyiş sonunda gün
geceye kavuşur ve bir gün sonra tekrar aynı yere; köy yoluna, taşların
içerisinde yaşam bulmuş ağacın yanına; bekleme yerine dönerler.
Godot nasıl birisidir?
Nedir? Uzun mu, kısa mı, insan mı, in mi, cin mi; bildikleri bir şey yoktur…
İnsanın, insanlığın beklediği gibi, yaşamlarında bir rüyaya dönüşmüş o büyük
sürprizi bekler dururlar…
Biz insanların,
hepimizin yaptığı şey bu değil midir? Ölümlü olduğunu bile bile ölümcül kavgalar,
mal-mülk, kin-nefret, hınç biriktirmeleri hep bizim ölümsüzlük hapı yutmuş
karakterimizin bir parçası değil midir?
Vlidamir ile
Estragon yine bir kavga anında, her defasında yaptıkları gibi birbirlerini suçlarlar.
Ve aralarındaki atışmalar, iki sosyolog konuşmasına dönüşür;
“ Ayrılsak daha iyi olur. Her seferinde böyle dersin, sonra
kuyruğu kıstırıp yine geri dönersin. En iyisi öldürmem, öbürü gibi! Öbürü mü?
Öbürü de kim? Milyarlaca gibi… Her insan çarmıhını sırtında taşır. Ölene dek…
Ve unutulur…
Mademki susmasını beceremiyoruz…
Beklerken sakin konuşmaya çalışalım. Haklısın, biz tükenmeyiz. Düşünmeyelim
diye özrümüz var. İstemeyelim diye. Nedenlerimiz var. Bütün ölü sesleri! Kanat
çırpar gibi bir gürültü çıkarır. Yapraklar gibi. Kum gibi. Bir ağızdan konuşur hepsi.
Her biri kendi kendine! Ölmüş olmak onlara yetmez… Kendilerinden söz etmek isterler;
fısıldarlar… Yapraklar gibi. Kum gibi. Kül gibi.
Bekledikleri Godot
bir türlü gelmez. İnsanın beklediği ölümsüzlük iksirinin gelmediği gibi, eninde
sonunda bir kül, bir kum taneciği gibi fısıltılar içine karışacağımızı bile
bile bekler dururuz bize ayrılan sahnenin köşeciğinde bir yerde…
Son sözü Beckett
söyler; “ Sessizlik, çığlığın tacıdır…” Belki, küllerimizin, atomlarımızın-moleküllerimizi sessiz çığlıkları, yeşermeyi, birleşmeyi bekleyen çılgın halleri gibi bir şey…
Güven Serin
Dünya zaten karmaşık bir yerken iyice karmakarışık bir hal aldı.
YanıtlaSil
YanıtlaSilBelki de bir oyunun sahnelerinden ,en güçlü olanlarından birisini yaşıyoruz.Belki de evrim,böyle şeylerden besleniyor...Bildiğim şey,edebiyat iyi bir sığınma alanı ve koruyucu kalkanlarıyla,bu korkunç sahneleri de rafine ediyor...Teşekkürler
kitabı da beketi de oyununu da çok severiim :) gelmez o godoot biz gitcez onaaa :)
YanıtlaSil
YanıtlaSilÇok ilginç bir oyun,her seyrediş,yeni bir şey bulmak,icat etmek gibi:))
Dünya öyle bir yer ki ne kadar insan, o kadar değişik karakter. Genel olarak ikiye ayırırsak; iyiler ve kötüler. Kötüler baskın gelmiş hep tarih boyunca. Kendini ölümsüz zanneden, empati yoksunu aç gözlüler, zalimler, gözünü hırs bürümüş nefret abideleri ''bilerek ya da bilmeyerek'' dünyayı yok etme çabasında. Mevlana felsefesiyle yaşamak vardı diye düşünürüm hep. Bir lokma, bir hırka yeterdi...
YanıtlaSilVelhasıl; Godot'yu Beklerken'i izlemeyi çok isterdim.
Teşekkürler Güven Bey...
YanıtlaSilDüşünüyorum bazen;evrimin değerli oyunu mu;yoksa tanrıların sahneye koyduğu bir oyunun figüranları mıyız diye?Dehşet derece büyük bir evrende,küçük bulduğumuz muhteşem maviliği anlama-dinleme derken;zaman akıp gidiyor...Zaten bir yudum:)) Nasıl ki milyonlarca yıl sıkışmışsak bu güzel gezegene,şimdi de insanlık,kavramların esiri olmuş durumda;şu slogan,şu görüş,şu düşünce;ehe;uçup gitti bize ayrılan süre...Teşekkürler ZEUGMA...