Sayfalar

30 Kasım 2018 Cuma

KİTAPLAR KENDİ ARALARINDA KONUŞURLAR





KİTAPLAR KENDİ ARALARINDA KONUŞURLAR
-----------------------------------------------------------------

  Bu sözü ilk önce kim söylemiş; kim armağan etmiş bilinmez. Öğrendiğim kişi, Umberto Eco’dur.

  Kanser tedavisi görmüş, şimdilik onu yenmiş bir arkadaşım yanıma uğradı. Hani, geçerken uğradım misali! Gece çoktan başlamış, Özkan Hoca ile Yılmaz Spor Kulübünün çayhanesinde tavla oyununun en demli zamanıydı.

  Tavla bitince öteden beriden konuşmalara yöneldik. Hastalığını yenmiş, şimdi yeni bir yaşama kavuşmuş hissiyatı içinde olan arkadaşıma deniz manzaralı kütüphanemizden söz ettim. O da böyle bir şey söylensin diye bekliyormuş! Verdi veriştirdi; bunca kitabın, bilginin bundan sonra öğrenilse ne olacak? Öğrenilmese ne olacak? Düşünceleri içinde; yaşamın çok boş olduğunu, bilginin gereksizliği üzerine hiçbir zaman sonuca gidemeyeceği patinajı yaptı.

 Konuyu değiştirmek için, yeryüzünden değil, gökyüzünde görünen Mars Gezegeninden söz ettik. Tam karşımızda duruyor; 60 veya 70 milyon km ötede… Işıl ışıl; insanlığın yeni evi olmasına az kaldı…

 Pascal, bir sohbette tartıştığı arkadaşına ısrarla şunu söyler; “ Bana yeni bir şey söylemediğimi söylemeyin lütfen!”

 Kitaplar kendi aralarında konuşurlar. Bağlantılarını insanlar kurar; tıpkı bilgisayar programları, ağları gibi; bunu bütün gerçek sanatçılar, okuyucular ve yaşama sımsıkı tutunmuş olanlar bilir.

 Bilginin akademik tarafı ayrı;edebi tarafı ise; sosyallik, kültürel zenginlik, hatta yaşam ile ölüm arasında ki ince çizgiyi gösterecek, sır sayılan büyük deryanın içinde bulunan gizli adacıkları, tünelleri işaretleri, rehberleriyle bize sunacak olan mucizedir kitaplar.

 Fazlalığı yoktur; beyin nöronları öğütmeye başladı, özümsenme yaşanıyor, hücrelerin ürperecek seviyeye geldiyse; son nefeste bile başka bir şey anlatır, bilginin kutsallığı; acının içinde acısızlığın, yoksulluğun içinde zenginliği, sıcağın içinde serinliği de hatırlatır…

Güven Serin 

27 Kasım 2018 Salı

BEZDEN ÇADIRLARIMIZLA GANOS DAĞLARINDA


               BEZDEN ÇADIRLARIMIZLA GANOSLAR DAĞLARINDA


  Bizim dağlarımız; Ganoslar-Işıklar; bir uçtan bir uca; mitoloji kadar doğanın, doğası kadar imbikten süzülmüş insanların yaşadığı IŞIK ÜLKESİ olan bölge…

 Birkaç yüz yıl ömrü olması lazım insanın; burasını tam olarak anlayıp, değerlendirip; bitki gibi güneşi, çiğ taneciklerini süzme zamanı olsun…

  Kadir Albayrak Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinde; “ Bu bölge gözbebeğimiz olacak!” diye şanlı görevine başladı. Bir sürü girişim, emek de harcandı; her yola çıkan kervanın harcayacağı güzel uğraşlar…

 İstenilen noktaya gelinmedi; gelinemedi… Bir dokunsak, bin ah işiteceğimiz meseleler de var; Kadir Albayrağın ekibinin bu işi tam olarak anlamadığı, bu davaya inanmadığı da sayacağımız gerçekler arasında ve bürokrasi…

  Biz yine Ganoslara; ışığın, şiirin, yaban otlarının ülkesine dönelim. Adaçayının, ıhlamurun, zeytinin, katırtırnaklarının, ardıçların, meşelerin, çınarların olduğu o büyülü dünyaya…

  Öteden beri ülkemizin birçok yerinde faaliyetlerini sürdüren Orman İşletme Müdürlükleri, Tekirdağ Ganoslar-Işıklar Bölgesinde de çok ciddi çalışmaların içine girdi. Çıplak dağların neredeyse büyük bölümü; teraslama çalışmalarıyla yeni bitki ve ağaçlarına kavuşuyor.

 Türkiye’de Bal Gibi Ormanlar, felsefesiyle yola çıkan Orman Genel Müdürlüğünün bu çalışmaları doğaya ve bölge insanına gecikmiş bir fayda gibi görünse de; iyi, güzel, faydaya dönük her işin eninde sonunda yayacağı üretkenlik her türlü canlı hayatına katkı verecektir.

  Burada ki bağ, bahçelerin, tütün ve ipek böceğinin ardında yeller esiyor. Hiç kimse de bu işin asıl sebebi tam nedir; niçin bu bölgeye kıyıldı? Sorusuna cevap aramadan; usul usul göç etti; bölgenin eli öpülesi insanları.

  Direnen çok az insan; Gaziköy, Güzel köy, Uçmakdere, Naip ve her köyde;20–30 genç insan… Mermer, Yeniköy için bunları bile söyleyemeyiz…

 Bezden çadırlarımızla, içgüdüsel, sezgi ve aklın özlemleri içinde, güne süzüldüğümüz gibi geceye de tanıklık ettik; ay şavkının deniz ile kara arasında uzun bir ışık yolunu izleyen yamaçta.

  Elli metre ötemizde; denize inen yamaçta genç bir zeytinlik; belki de göç etmiş bir neslin genç çocukları; atalarının mirasına bir kez daha dönme çabaları içinde ekim, dikim mücadelesi veriyor.

  Karatavuklar ve ürkek küçük çalı kuşları; Ganosların her dakika değişen ışık oyunları içinde; oradan oraya yer değiştiriyorlar. Bir ara bülbülleri kıskandıracak sesler de duyulmadı değil…

 Katırtırnakları, ardıçlar, karaçalılar, meşeler; her daim buranın öz evlatları; kendi çocuklarını çoğaltıp, doğaya katkı veriyorlar. Erozyonu engelledikleri gibi, bölge ekolojisine canlı bir katkı sunmak için yeşilden kızıla, meyveden tohuma her daim bir gelişim, hareket içindeler.

  Gün, Öğretmenlere adanmış bir gün; herkes onların gününü kutluyor. Aziz öğretmeni uğurlayalı neredeyse 10 ay oldu. Bir kış günü ve kışa yaklaşan bir günde; yaşamın içinde kalsaydı, muhtemelen onun da bezden çadırı, bizim çadırların hemen kıyısında olacaktı.

  Günün, güneşe, güneşin denize olan yansımalarını kayda çekerken onu da andım; diğer öğretmenler, öğreticiler ile birlikte… Yaşamın her karesine inandığım kadar, onun, onların da bizimle bir başka yaşam sahnesi içinde birlikte gülümse diklerini bilerek; hissederek…

 Küçük kamp grubumuz neredeyse 14 yıldan bu yana; Ganosların birçok yerinde; Istranca-Yıldız Dağlarının da bir kesiminde kamp ateşi, bezden çadırlarıyla doğada olmanın, doğanın bizi onurlandırmanın şahitliği içinde koyun koyuna olduk.

 Kampımızın yöneticisi konumunda Yunus Usta; marifetlerini çok saydık. Ateş de ondan sorulur, yemek işi de… Diyelim ki; çatalı, bıçağı, kaşığı, tası, tabağı unuttunuz! Telaş yok! Yunus Ustanın yaratıcılığına bırakın kendinizi; yapraktan tabak, daldan kaşık, çatal ve masa; insanın topraktan yoğrulması, suyla birleşip ruha bürünmesi gibi bir şey…

  Bülent, kamp kültürüne son birkaç yıldır katılıyor olsa bile bu işin derinliğinin, sıradanlıktan öte sıra dışılığının oldukça farkında; teknoloji merakı, doğanın asi, hırçın, hüzünlü, duru bütün özelliklerine sahip ve kendi vazgeçilmezliğini ispatlamış birisi olarak, değişmez yerini aldı.

 Doğaya her çıkışımda; senfoni orkestrasının o büyük şölenine gidiyor hissine kapılıyorum. Büyük yaratıcının korkunç güzel sahnesi içinde; bir parça duygu, görme ve detaylara tutunma halinde; çello, piyona, sazlar, obua, kemanlar, davullar, trampetler, trombonlar; hepsi kendi sahne ve zamanını bekler, sonra kendisini büyüleyicilikleri insana; insanlara teslim ederler…

  Bezden çadırlarımızla; yine Ganoslar-Işıklar Diyarında; eşsiz değişimin, ışık, gölge oyunlarını seyreden; milyonlarca, milyarlarca yabanıl bitkinin, ağacın, böceğin huzurlarında; bitmeyen, dinmeyen, sakinlik ile çılgınlık arası bir aşkla…

Güven Serin 


Kamera; Güven Ganoslar Diyarı-Tekirdağ



Kamera; Bülent;Ganoslar Kamp Yeri


Kamera; Bülent


Kamera; Bülent Ganoslar


Kamera;Yunus Ganoslar















23 Kasım 2018 Cuma

ENTEL ZONTALAR


ENTEL ZONTALAR
---------------------------------

  Hüsrev Hatemi, böyle seslenir zontaların entellerine. Tıpkı, Cemil Meriç’in nice seslenip, sesini duyuramadığı gibi…

  Şeyh Galip ise, bugün yozlaştırdığımız sözcüğe gönül vermiş, gönüllere seslenmiş; “ Hoşça bak zatına” diyerek, ne büyük hoşluk sunar, çilesine kurban olduğu Mevlevihanelerde.

  Biter mi hiç entel zontolar? Kalıplar, beylik sözcükler, giyim kuşamlar onları korur, kollarken, biter mi onların attıkları voltalar? Gezgin kığlında Paris’in Evyelini arkalarına alırlar. Romanın Pizzasını aldıkları gibi… Kocaman katedrallere sığınmak, bütün ömürleri kurtarmak isterler de; katedrallerin öykülerine, mimarisine, tütsülerine, ilahilerine dokunamadan, anlam veremeden, nice anlamsızlıklara koşarlar.

 Belki de bu yüzden yazmıştır şiirini Hüsrev Hatemi;

Bizim işimiz çok zor, biz ki,
Nazım Hikmet’in, Yahya Kemal’in
Akif ve Hacı Bektaş’ın
Haşim’in ve Pir Sultan’ın
Yüreklerini anlarız.
İslav kederinden ve Tamburi Cemil’den
Ayrı zevkler devşiren dervişleriz ki,
Yaremiz ilaç kabul etmez

  Galata Mevlevi hanesinde çilesi bitmiş büyük bir sükût içinde yatan Şeyh Galip’i yine onun sözüyle anmak isterim; “ Hoşça bak zatına!” Entel zonta olsan, olsak bile…

Güven Serin 
 

21 Kasım 2018 Çarşamba

ÇIPLAK DAĞDA BİR GECE




                                           ÇIPLAK DAĞDA BİR GECE


  Olmasaydı destanlar, şiirler ve masallar; eksik kalırdı insanın; insanlığın diğer yarısı. Homeros, Vergilius, Romalı Şair Catullus, İranlı Firdevs’i, Oğuz Kağan, Alper Tunga ve daha niceleri; şiirleri, destanları, şairleri, yazarlarıyla; tarih biliminin bütün ihtişamına panzehir ve yapıştırıcı gibi anlam, destek katarlar.

 Çıplak Dağda Bir Gece, bir hikâyenin, mitin besteye geçiş halinden öte bir şeydir. Bir bölgenin; Orta Asya Pamir Bölgesinin dile gelmesidir de aynı zamanda…

 Tıpkı, Ganos-Işıklar Dağlarımızın Marmara ve Ege’nin kıyıcığında, yamacında; üzümlerin aromaları, zeytinlerin ihtişamlı yağları, adaçayı, ıhlamur kokuları içinde, ilmek ilmek, damla damla kendi destanını yazıp, kuytu köşesinde kendi öz evladı olan; şairleri, hikâyecileri beklediği gibi.

 Tıpkı; Hoşköy Hora Fenerinin viran bekleyişinin gün yüzüne çıkacak o büyülü manzaradan öte; fenerci hikâyelerinin bir an önce kitaba, sözcüğe, hikâyeye dökülmesinin mecburiyeti gibi…

  Çıplak Dağda Bir Gece bestesi, binlerce ötede ki bir dağın neşesini, gizemini, büyüsünü de yanı başımıza getirme becerisi taşıyor. Sanatın yazgısı budur; imbikten çok az çıkar veya süzülür. Bir kez çıkmaya görsün gün yüzüne; İhtiyar Balıkçı ve Deniz Hikâyesi gibi şenlendirir bütün yeryüzünü…

 Basitliğin ne büyük öneme sahip olduğundan öte, insanın öz varlığından tüten bir parça sevginin ihtiyar balıkçının yaşlı, nasırlı, hırpalanmış vücudunda en güzel anlamı bulur. İmrenmeden öte geçer; deniz ile ihtiyarın birlikteliği. Bilinen insan ihtiyaçlarının, egolarının çok ötesine taşan bir şey; edebi bir güzellik…

 Çıplak Dağda Bir Gece; Ganoslar-Işıklar Dağlarında; Uçmakdere, Yeniköy yamaçlarından gün batımı, gün doğumuna bakmak kadar gerçek, önemli ve aynı zamanda sonsuza köprü bir düştür…

 Kekik kokuları, adaçaylarına, onlar da ıhlamurlara karışırken, bir keklik sinmiştir yanı başınıza haberiniz bile yoktur. Çoban aldatan az ötede sizi gözetliyordur. Karatavuklar hep mahcup ve ürkek… Ardıç Kuşlarını görmek için, ayrı bir zanaatı keşfetmeniz gerekir…

 Çıplak Dağda Bir gece; gece yarısı büyücü kadınların ve keçi kılığına girmiş şeytanın buluşma zamanını anlatır. Bu buluşma, her cumartesi gecesi tekrarlanır. En ıssız, en karanlık ve en gece yarısı olan zamanlarda! Bütün masallarda da öyle değil midir? Her şey şafağa; gün doğumu saatine göre düzenlenmiştir.

 Bütün korku, karışıklık veya bilinmezlikler; gün doğumu ve horoz ötüşüyle son bulur. Bu yüzdendir, Çıplak Dağda Bir Gece buluşan büyücü ve kadınların mırıltıları ve mırıldanmaları! Şafağın yaklaşmasıyla birlikte, büyük senfoni orkestrasının çan sesleri, zilleri duyulur. Tam da o an; günün biricik başlama anı; Arp, kendi yaşam çığlığını haber verir…

 Davulların, çanların, klarnetin, trombon, viyola, kemanların sesi; bir yana, arp, yaşamı bir kez daha insanlığın emrine sunar; insanı yaşama davet eder. Büyücü kadınlar ve şeytan, daha kuytu köşelerine; görünmezliğe çekilirler.

 Ganosların-Işıklar Dağlarının da böyle nice hikâyesi olmalı. Gün batımından, gün doğumuna kadar… Kamp yaptığımız her tepesi, gezindiğimiz her derin vadisi; hikâye doludur; ağzına kadar. Anlatacak hikâyecileri, dinleyecek olan insanları; yeryüzünden nazikçe; belki de yaşlar içinde çekilmişler.

 Şimdi, biz yeniden çağırmalıyız onları; şehrimize, ülkemize; şehir ve ülke yaşamına, turizmine… Bağlarında ki üzüm taneciklerinin, köke, toprağa, salkıma ve şaraba kadar olan yolculuğu, yanık sesli Rum kızlarının şarkıları eşliğinde, üzümleri tekrar ayaklarımızla ezmeli, tüm zamanlar ait; hikâyeleri, destanları tekrar yeryüzüne, gün ışığına çıkartıp; büyücü kadın ve şeytanın daha uzak kalmasını isteyebiliriz…

 Bu şehir; Atilla, Büyük İskender’den, Homeros, Roma, Bizans, Osmanlıya kadar, kendine ait olan bütün mirası tekrar sahiplenmeli; budur şehir insanının uyuşukluğuna, kimsesizliğine, sadece mal ve mülk sevdası içinde ki kuruntulu yaşamlarına panzehir; budur hep birlikte kurtuluşumuzun mutluluğu; şenlendirmek, eğlendirmek bir yudum olan yaşam hakkına sahip beden ve ruhlarımızı…

Güven Serin  


20 Kasım 2018 Salı

ŞAFAĞIN İLK ANLARI


Kamera; Güven Ganoslar-Işıklar Dağları-TEKİRDAĞ




ŞAFAĞIN İLK ANLARI
------------------------------------

  Bir yazar eşref saatinden söz eder; yıllar öncesinden. Ninelerimiz, dedelerimiz de öyle; gün doğmadan uyanırlar ve işlerine koyulurlardı.

  Ninem, çok uyursanız, erken kalkmazsanız üzerinize miskinlik çöker derdi. Miskinliği tam olarak anlamasak da, anlatılan geniş anlamını kavradık. Bir kere miskinlik iyi bir şey değildi. Tıpkı bocuk gecelerinde kabak yemez isek, bocuk denen o ihtişamlı ve korkunç canlının bizi gelip alacağını bildiğimiz gibi anlıyorduk.

  Anlıyorduk anlamasına da, her defasında günü, güneşi üzerimize doğmasını bekliyorduk. Tabiatın hiçbir canlıya önceliği olmadığı gibi insana da yok. En güzel önceliğin akıl olduğunu bilmek bile büyük mucizeye dokunmak, değerli servetin farkına varmayı anlamak, anlamlandırmak heyecanı yaşıyorum.

  Şevket Rado, yaşam sanatına hizmet eden yazar, düşünür ve aydınlarımızdan sadece birisi. O da kendi algı, anlamı ve deneyimleriyle anlatıyor sabahın ilk saatlerini. Erken kalkmaları yaşın ilerlemesine bağlıyor.

  Yaş ilerledikçe kurt, kuş uyanmadan sabahın beşinde uyandıklarını, yaşla birlikte; yaşlanmayla ilintili bir yaşam fark edişi; belki dünya zamanını daha da iyi kullanma öğretilerini kavrama bilinci…

 Şevket Rado, insana ait o değerli zevklerin ancak o saatlerde; şafak vaktinde tadılacağı, fark edileceğini söylüyor.

 Katılmamak mümkün mü? Yaşım ilerlediği için mi? Öyle olsa ne olacak? Her dönemin, her bilinç halinin, yazgısal seçeneklere dokunma sanatı olduğunu düşünüyorsanız; korkunç güzel bir ilerleme içinde, el, göz ve sezgisel dokunuşlarla, mitolojik düşler ve anlamlarla dokunursunuz, sınırsızlığın bütün sınırlarına.

Güven Serin 






19 Kasım 2018 Pazartesi

Wagner - Tannhauser, Bayreuth 78 (Jones, Weikl, Sotin, Wenkoff)




  Kim kurtaracak günahkâr şairleri? Can Yüceli,
Sait Faiki,Catullus'un sivri dilinin küfürlerini,onların Dante'nin yoldaşı olan
Vergilius gibi bur arkadaşları olacak mı? Ne çok dokunulmaza dokunup günah
işlediler bu dünyada. Wagner operası; sanatı da böyle bir günahın af törenine
uzanır. Din adamlarından medet umar şair; eninde sonunda...Ya din adamlarını
kim kurtaracak? O kadar çoklar ve inanılmaz derece insanlık kaygıları,
günahları işletiliyorken, o kadar suskunlar ki...

17 Kasım 2018 Cumartesi

ACABA BİR TÜRK NASIL SEVİNİR?




ACABA BİR TÜRK NASIL SEVİNİR?
-----------------------------------------------

 Bu soruya Dr. Nurettin de cevap arayanlar dandır. Bir gün Beethoven’in Neşe’ye Övgü Kasidesini dinleyince;

Kardeş olun ey insanlar,
Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada her şey geçer,
Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa, doğruluğa,
Göğsünü aç sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu,
Hür yaşama hakkıdır.

  Ağlamaya başlar fikir adamı. Ve sevincini şu şekilde dile getirir; “ Acaba Türk nasıl sevinir?”

  Sevinçlerimizi, sevişmelerimizi bilen varsa beri gele… Hediye vermenin de almanın da tadı kaçmasıyla birlikte, sevinmenin de tadı kaçmışa benziyor. Bitmeyen bir tükeniş içinde tüketilirken bütün hissiyat, bellek ve öğrenimler; bir bilinmeyen sarhoşluğu içinde yoz bir karmaşa içinde; ne spor izleyicisi, ne sanat izleyicisi seviniyor.

 Galatasaray ve Fenerbahçe maçın sonucunu değerlendiren yorumcu; sevinemeyen seyircinin trajik öyküsünü de gözler önüne serdi. Kırk, elli bin insanın cep telefonları elinde, sadece gol, hareket yakalama çabası içinde, takımlarına zerre kadar destek olmadıklarını anlatırken, bütün mesele de ortaya çıkmış oluyor.

  Seyirci, sosyal medya adına, kendini yayıncı kılığına sokmuşsa; artık seyirci olmaktan çıkmış, kameraman, küfürbaz, sadece galibiyete, aksiyona adanmış bir canlı, acayip bir varlığa dönüşmüş olduğumuzu düşünüyorum. Oldukça acayip; bir dakikada kahraman, bir dakikada ana avrat küfün ne kabadayısını yapan ürkütücü ve ürkünç canlılar…


Güven Serin 





15 Kasım 2018 Perşembe

SÜRGÜN GİBİ MASALLARDA


                                     SÜRGÜN GİBİ MASALLARDA


 Büyük yapı, büyülemişti onu. Tarihsel, edebi, felsefi hamurdan bir parça aldı; beyninin çanağına koydu. Hemen yanı başında Wordsworth duruyordu. Kendi soluğundan ses verdi, büyük yapının kutsal salonunda; " Güvercin pınarının çevresinden dolaştı/Ne kızdı o,kimsenin övgüler düzmediği/Çok az kimsenin sevdiği/Taşların arasında açan menekşe/Gözlerden yarı saklı/Yıldız gibi parlak, yalnız bir yıldız gibi/Göklerde parıldayan."

Ayasofya günlerinden; kutsal abideyi; sadece içe çekmek için bile gidilir; henüz yaşarken, fark edebilme düşüncesi, hürriyeti içindeyken...
Hamurun biraz ötesinde, yine başka bir dünyalı, İlhan İrem" sürgün gibi masallarda/sürgün gibi masallarda" uçsuz bucaksız evrene akmanın kabil olduğun şarkısını, müziğini haykırıyor...


Güven Serin



Kamera; Güven   


Kamera; Güven






"Küçük küplerden ev" 2009 Oscar Ödüllü-HATIRALARIN YAŞATTIKLARI



HATIRALARIN
YAŞATTIKLARI

  Hatıralar; yani anılarımız;
geçmişimiz; yaşamdan koptuysa derin bir acı da verebilir. Oysa göbek bağının
verdiği yaşam kadar gerekli ve gerçekçi bakmalı. Korkmadan ve onları yok saymayarak…
Bize sundukları, sunamadıkları, mahcup zamanlar veya en onurlu halleriyle;
sadece yaşamın elini dokundurup yoğurmalı; sadece bu…
   Japon sanatçının
hatıralara bakışı da oldukça hüzünlü! İlk olarak; Pera Müzesinde izledim. Etkilendim;
tıpkı onun inşa ettiği küp evler gibi; geride kalan on yıl; her daim taze bir çiçek,
ses, ekmek gibi peşimde…
   Şimdi paylaşma zamanı;
yalnız yaşayan yaşlı adamın, sular altında kalan evleri ve her daim yenisini
yapma mecburiyeti ve bir gün; piposunu almak için alt katlara indiğinde,
anılarla yüzleşme…
   Son ana; son katmana
gelmeden, her daim yüzleşmeli anılarla; yaşamın onlara açık olduğunu duyurmalıyız;
yoksa buruşuk tenlerimiz, beyaz saçlarımız, dökülen dişlerimiz, isyan eder son haline;
ölümün, yaşamla, yaşamın ölümlü her daim bir tek olduğunu unutmamız gerekmiyor…
   Ödüllü animasyonu
bir kez daha izledim;yüzleşme sanatının ruhuma dokunan zarif nezaketiyle…



Güven Serin 

12 Kasım 2018 Pazartesi

TİFLİS Mİ? BATUM MU?


  

   Batum önyargısı, Tilfis hazırlığı derken; son sözü yazgı söyledi. Karar, zoraki olarak Hopa Batum güzergahı... Sonuç; yazgıya minnet, teşekkür, ön yargının kıçına; nazikçe bir tekme; ama çok nazikçe... Gezmek, irdelemek, dokunmak, tatmak, öğrenmek; ne büyük nimet, okul, diploma...



Kamera; Güven 
Kale Yakınları; Batum 



Taş Köprüler; Geçmişleri,ötelere gidiyor;
Kraliçe Tamara'ya kadar...


Şoför ve rehberimiz ;doğanın saflığı içinde akan nehirler

Bir taraf Gürcistan,diğer taraf Türkiye...


Batum; Opera ve Bale Binası


Batum;miras;Rus mimarisi;bakımlı mekanlar



Eski Batum;hikayesi olan heykeller ve meydanlar









9 Kasım 2018 Cuma

Gönül Dağı (Neşet Ertaş) - İzmir Devlet Senfoni Orkestrası (Kibyra)



Doğu ve Batı; Güney,Kuzey;bütün insanlığın karışımı ve bu senfoni orkestrasında...


DEDABOZİ-GÜRCÜ KADIN EVİN DİREĞİDİR




DEDABOZİ-GÜRCÜ ANNESİ EVİN DİREĞİDİR
----------------------------------------------------------

 Geçiyor Gürcü kadınlar her gün Sarp sınır kapısından batıya doğru. Hepsinin tek derdi; günlük nafakalarının ve daha iyi bir yaşamın peşindeler.

 Dağları, ormanları, tarihe ve doğaya olan tutkuları yaşadıkları yerde yaşıyor. Büyük görkemli okaliptüs ağaçları oraya özgü olmasa da, bataklığı kurutmak amaçlı ekilmişler ve başarılı da olunmuş.

 Sözünü ettiğim yer ve yerler; Batum ve çevresi… Bizim her daim, kumar ve kadın ismiyle hatırladığımız Batum; Rus yapılarının sağlam ve gösterişli mimarisinin yanında, Gürcü mühendisliğinin de sıra dışı arayışını yansıtıyor, anlatıyor.

 Hiçbir şehrimizde görmediğim kadar insan ve doğa merkezli Batum; Kafkas Çamının da yaşadığı yer. Çam ağacının, kavağın, gürgenin; Bizim ülkemizde Karadeniz Bölgesinde bulanan tüm ağaçlar insana yakışır bir şekilde korunup kollanmışlar.

 Bir kadın sesi duyuldu; vadinin derin serinliğinde; yukarıdan akan şelalenin berrak gürültüsüne karışarak… Yanımda ki rehbere sordum; Ne diyor bu güzel kadın? Dedabozi; yani, Anne, evin direğidir diyor…

 Anne! Annelerimiz; ne çok fedakârlıklar beklendi, istendi ve istenmeye devam ediyor onlardan… Yıllar önce İngiliz ilim insanlarının bir araştırması; evinde yaşayan, evine hizmet eden bir annenin maaşını hesaplamıştı.

 Bulaşık yıkamanda, çocuk büyütmeye, yemek yapmadan, temizliğe, ütüye kadar… Ortaya çıkan maaş; en yüksek devlet memurundan daha büyüktü…

 Gürcü kadınları; Gürcü anneleri; evlerinin direkleri olmaya devam ediyor. Batum’dan Hopa’ya sınır kapısından gümrüksüz alışveriş mekânına gelirken kesti genç bir kadın önümü. Türk müsün? Dedi; heyecan ve acele içinde. Türküm, deyince neredeyse ellerime sarılır bir yalvarışla; annem, Hopa’ya geçiyor; siz, kendinize sigara almayacaksanız; kendi hakkınız olan üç karton sigarayı karşıya geçirir misiniz?

 Üç karton sigara; otuz paket eder. Paketinde bir Lari kazansa; otuz, belki kırk lari kazanacak. Kafam çelişkili ama suç saymadığım kendi hakkımmış gibi karşıya geçirdiğim üç karton sigarayı benden almaya gelen Gürcü annenin teşekkür edişi; duaya, minnete dönüşmüş vaziyette…

 Ve bir ses; dünkü vadide çınlayan kadını görkemi gibi; DEDABOZİ diyor; Gürcü kadını, evin direğidir…

 Ya Türk, Kürt, Çingene kadını? Kadınlarımız; sadece ellerini değil, ayaklarını öpeceğimiz güzel, onurlu canlılar…

Güven Serin 

8 Kasım 2018 Perşembe

ALİ ve NİNO ANITI


İnternet..



Kamera, Güven BATUM

                                                      ALİ ve NİNO ANITI


  Onlarla; Yani Batum’da bulunan bu anıtla, daha çok yeni oldu karşılaşmam. Bir gece vakti; Batum’un gün içinde gezdiğim doğası, dağları, vadileri aklımdan, burnumdan henüz düşmemişken bir kenara; Karadeniz’in kenarında kurulu bu güzel şehrin mekânları arasında, o parktan diğerine gezerken buluştuk… Törensel bir kavuşum ve ayrılık; gecenin güne kayışı kadar gerçek ve görünür…

 Ağır ağır birleşip ayrılıyorlar. Bir duraksama yok; yaşamın sürece gibi; birbirine geliş, bekleme özlemleri yaşanırken, sonra; ayrılık sürece başlıyor.

  Gürcü sanatçı Tamar Kvesitadze tarafından düşünülüp tasarlanan ve hayata geçirilen bu heykelin doğumu; edebiyatın sayfalarında başlar. Sonra sinemaya ve derken; bir başka sanat olayına; anıt heykele dönüşür. Hiçbir zaman duraksamadan hareket eden; birleşme anı yaşanırken ayrılığa doğru yol alan hüzünlü, anlamlı saygı duyulacak bir eser.

  Gezip gördükçe, dinleyin öğrendikçe, tüm yaşamım boyunca bir arpa boy yol alışımın karşılığını sarhoş bir bedenin ürpertici algısıyla kabul ediyorum. Yetmez bu ömürler bize; yetişemeyiz öğretilerin sonsuz gücüne.

 Yıldız tozlarının savrula savrula bir gezegen icat etmeleri ve bizi var eden bir yaratıcının becerisi; bize biçilen kısa bir ömrün kaldıramayacağı kadar çok hüner gizli gezegen ve evrende.

 Bazen sanatçı eliyle ortaya çıkıyorlar. Belki de çok azıcık olan tarafı! Ali ve Nino’nin hikâyesi de böyle bir şey… Azerbaycanlı Ali Han ile Gürcü kız Nino’nin edebiyat, sinema ve heykel sanatıyla yazılan dile getirilen hikâyeleri; bizden sonra da çok ötelere uzanacağı bellidir.

 Bu çalışma ilk bakışta bir aşk hikâyesi gibi görünse de; tarihi hatırlatmada, yaşanan işgal süreçlerinde ortaya çıkan korkunç vahşetleri, yer değiştirmeleri de anlamamızı sağlıyor. Gürcistan’ın, Azerbaycan’ın kendilerine özgü doğasını; insan, kültür tatlarını, renklerini de, müziğiyle birlikte gözler önüne seriyor.

 1914 ile 1920 yılları arasına sıkışan bu dev hikâye; belki de nice yaşanmışlığı temsil eden bir anıt eser; insan denen canlının süreçlerini birkaç saat içinde anlatmaya yetiyor da artıyor bile. Niçin? Diye sorduğunuzda; insanın bitmeyen aç gözlülüğü için; diye alacağımız cevap yüreğimizde otururken bile, kim bilir ne savaş-ölüm planları yapılıyor.

 Lenin; “ Bakü Petrolleri olmadan devrim yapılmaz” demesi; Azerbaycan’ın ve diğer milletlerin esaret sürecini yıllarca ertelese de; insanların değişimi, dönüşümü de bu aralar tekrardan devşirilmiş oldu.

 Bugünün Batum şehrini gezerken, eğitimli insanların söylediği şeyi de yok sayamayız; “ Ruslar; bizleri eğitti; sanatla, ilimle, felsefeyle tanıştırdı.” Demeleri, ayrı bir teselli, anlayış ve kötülüğün iyiliğe dönüşme kabul töreni gibi bir şey…

  Ali ve Nino’nun hikâyesi yazılırken, orada savaş çığlıkları, pusuları yaşanırken; ülkemizde ki puslu havaların dehşetli yüzü da tarihin sayfaları arasında çoktan yerini aldı. Balkan Savaşlarının hemen ardından, Çanakkale Savaşı ve derken; İşgal günlerimiz…

 Ali ve Nino’nun memleketini Ruslar işgal etmişken; bizim memleketimiz ise; birçok milletten askerin işgaliyle karşı karşıyaydı; Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler ve sonrası Yunanlılar…

 Ali Han ve bir avuç vatansever kurtuluşun savaşmaktan geçeceğine inanarak; Ali 24 yaşında; Nino ve kızından ayrı; ülkesi için vazgeçtiği yaşam aşkı…

 Aynı zamanlar ise 1919 Samsun vapuru bir başka savaşçıyı; yüzyılların belki de birkaç hatta daha fazla zamanda bir doğurduğu Mustafa Kemal’i Samsun'a taşıyordu.

 Ali Han, 1920 baharında Rus askerleri tarafından savunma sırasında öldürülürken; aynı zamanda Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu da savunma telaşı, inancı içinde; Türkiye Büyük Millet Meclisini kurmuşlardı. 23 Nisan 1920

 Günümüzden 100 yıl önce ne çok hikâye yazıldı; kanla, canla, inançla, aşkla ve hele, düzenbazlıkla…

 Ali ve Nino; edebiyatın, sinemanın, heykel sanatının öz evlatları olmanın yanında; gerçeğin saf gerçeğin de gerçek karşılığı, doğum ve ölüm sancılarından başka bir şey değildir…

Güven Serin 



7 Kasım 2018 Çarşamba

EBEDİ YAŞAMIN KUTLU OLSUN KAZIM


Kamera; Güven Hopa


Kamera; Güven Hopa;Kazım'ın diyarı...

  GÜZEL KİŞİ; KAZIM... O bir Karadeniz, Marmara, Ege; Hatta Akdeniz ve hatta hatta Büyük Okyanus; Onun diyarında onun için Hopa deniz kıyısına Kazımı anlatan çok güzel bir heykelle karşılaştım; Kazım her an seslenecek kadar canlı...


Ömrün; ölmem işliğin; kutlu olsun Kazım Koyuncu...
Güven Serin 



DOĞU EKSPRES-ANİ HARABELERİ


  


   Yeniden keşfediyoruz kendimizi; kimi bir moda uğruna; gezdim diye memleketi, koşarak bir trenin şafak vakti dumanları arkasından...Gezme,iç şenliği ve öğrenme ateşiyle başladığı vakit;her şey susuyor;kuşlar bile vaktini bekliyor,besteler,türküler için...
Harabeleri gezerken; sanki Aleni Karainddrou'nun müziği eşliğinde Theo Angelopoulos bir film çekiyor; zamansızlığı anlatan bir film...

  Doğu Ekspres bir yandan,Kars insanının üreticiliği,binlerce yılın kültürüyle yoğrulmuş. Bunca yıl soğuğa,yalnızlığa teslim olmuş bölge;şimdi;her yönden keşfedilmeye başladı. Görmeli,dokunmalı bu diyarlara...


KARS-KANLI TABYA MÜZESİ


Kamera; Güven   Kanlı Tabya Müzesi-KARS

İlk bakışta romantik bir ortam sanırsınız. Oysa,
bu çarıklar,Türk Rus savaşında ölen askerlerin
çarıklarını temsil ediyor.



Kamera; Güven   Ani Harabeleri-KARS

Bir taraf Kars, bir taraf Ermenistan
Ara da Arpaçay;usul usul akıyor...


Kamera; Güven Ani Harabeleri


Kars,Kılıçoğlu ;Bir kahve,bir çay,bir tatlı
Güzel bir başlangıç;tıpkı Ocakbaşı Lokantası
usta elleri ve tatları...



Kamera; Güven Ani Harabeleri-KARS


Kamera; Güven Kars Hopa Arası

Işık,doğa ve yaratıcı;hepsi orada...
















6 Kasım 2018 Salı

GÜLME KRİZİ




Kamera Güven
Sahne Tozu Tiyatrosu-Konak



İşte,krize giren bu adam;bu devirde gülünür mü yahu:))



GÜLME KRİZİ
-----------------------------------

  Gülmenin kitabını yazıp, onu analiz eden Bergson bu haberi duysaydı ne yapardı; bilemiyorum? Kalp krizi, ekonomik kriz derken; gülmenin krizi… Aynı zamanda en lezzetli sayılacak; bir gülüşün bilmem kaç porsiyon pirzolaya denk gelişi, çok fazla olunca en değerli besinlerin bile insana zarar verişiyle noktalanması…

 Tesadüf bu ya; gülme krizine sebep olan tiyatroya ben de bir gün sonra gittim. Onun izlediği oyunu; Sahne Tozu Tiyatrosu oyuncuları sayesinde; Başrol de ki Kadınlar oyununu izledim. Krize girmesem de, sesimi bolca duydum; diğer sesler arasında.

 Bir gün sonra bu haberi arkadaşım Ali okumuş. Tam da ben ona İzmir ayrılışı, hoşça kal, her şey için teşekkür etme zamanında; haberi okudun mu; dedi. Hangi haberi der demez; Telefonda ki Ali'nin sesi okuduğu haber yüzünden gülmeye, hatta gülmeden öteye dönüştü…

 Sonra, ulusal basında çıkan habere ulaştım. İsmi Ali Aralar olan adam, tıpkı benim gibi İzmir’de bulunan Sahne Tozu Tiyatrosuna gitmiş. Başrol de ki Kadınlar oyununu izlemek, bir parça dünya yorgunluğunu sanatsal faaliyetle gidermek için.

 İşte olanlar da bu zaman olmuş; oyun sahnelenirken bizimkisi gülmeye başlıyor. Seyirciyi rahatsız etmemek için; bir süreliğine dışarı çıkmış. Ama yine olmamış; derken gülmenin derecesi krize; halk diliyle katılaşmaya dönüşmüş…

 Bir laf var ya; güler misin, ağlar mısın diye! Sanırım bu gülme krizi, tiyatro sahiplerini, sanatçıları oldukça mutlu etmiştir. Başarılı oldukları, bir parça da faydalı reklâm yaptıkları için…

 Bu tür şeyler; sonu iyi biten ve sanata yönelik duyurular, tanıtımlar, haberler; neye girerse girsin; oldukça önemlidir. Çünkü bu ülkede, sanat yoksulluğu çekiliyor. Boşluk, boş vakit geçirmeler o kadar çok ki; bir avuç sanat meraklısı, sanatsal faaliyetler için farklı illere süzülüyor.

 Benim yaptığım gibi; Operayı, tiyatroyu İzmir, İstanbul gibi kentlerimizde izleme onuru yaşıyorum. Şehrimde bunların yokluğundan yana şikâyet eden insanların azlığı artık şaşırmıyor beni. Ne ekersen onu biçersin misali; siyasetçilerin kuru mantığı, insanımızın vahşi zenginlik hayalleri, yersiz bir sürü yatırımı; bir türlü bu alana vakit, nakit ayıra-mamalarıyla sonuçlanıyor.

 Gülmenin erdemi veya krizi; bir de gülmenin saf akla hitap ettiğini anlatan açıklamalar var. Bergson’un gülme kitabı; gülmenin saf akla, hissizleşmeye ihtiyacımız olduğunu açıklıyor. Gülme krizine giren Ali Aralar da, tam böyle bir şeye sahip olmuş belli…

 Bir sanat olayı, zaten sadelik, dinginlik algısıyla yaklaşılmadığı zaman; çok uzaklarda ve anlamsız kalacaktır. Kafamızda bitiremediğimiz bir sürü çalışma-yük varsa; onları gerektiği zaman kuytu ve sağlam bir yere bırakma zahmetine, duyarlılığına katlanmıyor sak; vay halimize derim; hep ağır adam, ağır kadın rolüyle, kim bilir neler kurtarıyoruz dur, durduğumuz yerden…






5 Kasım 2018 Pazartesi

GEZDİM DÜNYAYI GÖRDÜM ERZURUM'U





Erzurum,ATATÜRK EVİ

Emrindeyim Paşam dedi;Karabekir Paşa.
O zaman,bu milletin kaderi ayrı bir yöne 
doğru evrildi...Emrindeyim Paşam...


  
   Ne çok uzağız; geçmişe ve geleceğimize. Ve ne çok yalnız hale geldi ruhumuzu taşıyan bedenlerimiz. Şenliklerimizin, neşesi, heyecanı, hüznü teslimiyet içinde yapay dünyanın pençesine; başka insanların şenliklerine muhtacız; biraz daha öne çıkmak ve şenlik ateşinden ısınmak adına. Bu ülkenin kentlerinden öte köyleri, kasabaları; amatör bir tarihçi, arkeolog, sosyolog gözeyle bir bakılsa; uçsuz bucaksız bir zenginliğin içinde nasıl bir yoksullukla oyun oynadığımız da anlaşılırdı... Mimari ve o mekânların büyük, derin, gizemli hikâyeleri; hepsi burada; memleketimizde; bir çınarın, kavak ağacının, meşenin, ardıcın gölgesinde.  


Güven Serin







Kamera; Güven Erzurum
Çifte Minareli Medrese

Mimari ve ona dokunmuş eller;
öteden öteye ve bugüne bir şeyler
kaşıyorlar...


Kamera; Güven Erzurum



Kamera; Güven Üç Kümbetler



Kamera; Güven Erzurum Kongre Binası


Erzurum Kongre Binası

Bu mekanda üç önemli karar alındı.
Birisi ; Vatanın bütünlüğünü muhafaza ve
müdafaa etmek.