ZİHİN BERRAKLIĞI
Çoğu zaman yitik
hissederiz kendimizi. Yaşamın anlamsızlığı, ruh halimizin amaçsızlığı, zorla
kabul ettirilen toplumsal kalıpların can sıkıcılığı; beden yataklarını taşırır
durur…
Bilirsiniz; taşan
nehirler bereket; mil taşırken ovalara, aynı zamanda zarara-ziyana da yol
açarlar; ilmi; mühendislik çalışmalar eksik ve yetersizse…
Öyleyse, bize
sunulan bütün yardımları sırasıyla kabul etmek oldukça akıllıca… Bir doktora
görünmek mecburiyet olmaktan çıkmalı; bu kültüre; kendisini seven, ruhsal ve
bedensel sağlığa inanmış insanın vazifesidir.
Her daim doktor ve
ilaçlar yeterli olmayacağı zamanlar, kendi motorlarımızı, kalkanlarımızı fark
etmek; milyarlarca hücrenin yaşam için nasıl da her gün bedenimizin içinde
yaşamı kovaladıklarını insan biyolojisine bir parça eğilmek…
Biraz kulak
kabarttığımda etrafa; ikili ilişkiler ister karşılıklı, ister telefonla olsun;
bataklık kokularının acı duyumsamasını yok saymam mümkün değil. Sosyal hayatımızı
belirleyici olan tek şey; maddiyat olmuş. Hani, sıkça satıp, savdığımız,
gururlu bir çalım için sürekli borçlanıp, etrafımıza farklı görünmeye
çalışırken sıfırı tükettiğimiz konu; mesele…
Yitik, terkedilmiş
bir toplum olma yolunda ilerliyoruz gibi geliyorsa size; öğretmenin, imamın,
avukatın; yani bize öncülük yapacak bütün insanların da kendi girdabına
kapıldığını görüp, kendi şifamızı, yine kendimizden yola çıkarak insanlarda
aramanın ter akıtarak çalışmanın, yorulup yoğrulmanın vakti geçiyor gibi…
Az okumanın yanında,
doğru gezmemenin, güncellenmemenin, şarj ve deşarj ilmi zorunluluğun karşısında
saygı duymamamızın ağır yükü zavallı bedenimizi iki büklüm yapmaya başladı.
Yaptığımız tek şey;
sıfırı tüketince maddi olarak; zaten olmayan sosyal, felsefi düşünceler
sayesinde bir yerlere saklanıp kuytularda dolaşıyoruz. Böyle mi olmalı bu güzel
canlının dünya yaşamı?
Bizler, dünyaya
sınırsız yükleri taşımak için gelmedik. Evrimin yüce becerisi 5 milyar yaşında
olan dünyanın yaşama olan gebeliği; yaratıcının seçiciliği her birimiz için
başlı başına mucizevî bir etken olmuştur.
Öyleyse; bizler niçin
varken yok olmak, kendimizi zalimce bitirip, ondan, bundan kaçmak zorunda
kalalım? Neyin yarışıdır bu yarış? Zihnimiz berrak olmazsa; ne sinemadan, ne
müzikten, sevgi ve sevdadan da hiçbir şey anlamadan acı dediğimiz; intikamın,
nefretin, kabalığın esiri olmaktan başka bir çare göremeyiz.
Çocuklarımıza eğitim
vereceğiz diye bütün varlığımızı adayıp, onların birkaç üniversite bitirip
işsiz kalmasını bir türlü azmedemiyoruz. Oysa aynı şeyi herkes düşünüyor.
Herkes eğitimin basamaklarına kurban törenlerine gider gibi kendini kurban ediyor;
sunak taşları; insan ruhlarının hiçlik kokan kanlarıyla dolmuş, taşmış durumda.
Yaşamın biricik
olduğunu kabul edip, sadece mezarlıklarda sukunet ve tarafsızlık duygusunu bir
kenara bırakıp; hatta pilav yemeden, ayran bile içmeden, orada bulunan çam,
toprak kokan, kuş melodilerini dinlerken, yaşamın istikrara muhtaç olduğunu;
istikrarın tutuculuk değil, yaşama atılacak; son ana kadar hareket sağlanacak
enerji, irade üretmek olduğunu hatırlatmak ister; sizlerden rica ederek;
Farklı mekânlara
gidip, bazen bir yudum şarap, bazen bira, bazen rakı veya bir kahve içip, ara
sıra da olsa kahvenizi, Marmara’yı tepeden gören bir mekândan; rüzgâr koridoru
alan; kuzey rüzgârının efendilik yaptığı yerlerden geçip, uğrak ve sığınak
olarak görmenizi diliyorum.
Yaşam değerlidir;
yaşama göz açmış bütün canlılar da öyle… En çirkini, en güzele muazzam bir
destek olurken; en yetmezi, yeterliliğe sanatsal, sosyal ve manevi bir destek
olduğunu unutmasak iyi ederiz.
En erdemli; en yüce
uyarı; insanın, gezerek, görerek, okuyarak ve taptaze güncellik kokan beceri ve
irade davranışlarının nazik emridir. Dengenin, adil ve nazik olmanın sırrını
öğrenmiştir; tıpkı yoksulluğun parasızlık değil, yaşama katkı sağlamamam
olduğunu, berrak bir zihin yapısına sahip olmadığını öğrenmesi gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder