Sayfalar

31 Ağustos 2016 Çarşamba

EY NANKÖR OKUR



Ey nankör okur; " Hayat kısa,uğraş uzun
zaman ister.Fırsat seyrek çıkar. Deneyim
aldatıcıdır.Karar vermek; gücün gücü..."

                                                 EY NANKÖR OKUR!


  Hesse, zamanını; kendi alanını kuşatan körlüğe savaş açarken sesleniyor;

 “ Kardeşim, eşim, dostum, ey nankör okur!”

  Çağrılar, davetler hiç bitmeyecek… Uyarı yapmayı sevmiyorum artık. Uyarıyı yapan tabiat, büyük yaratıcı var zaten. İnsana düşen şey; teklifleri sunmak, tercihlere göre yaşamak. Bir yerde bir özgürlük varsa eğer; en güzel özgürlük, iradenin seçimidir; yani kendi seçimimiz…

  Şüphesiz aydınlanmanın sadece bir yolludur bilgi. Kitaplarda, internette ve tüm zamanlara ait yaşamış-yaşayan bütün insanlarda olan şey… Yanı başımızda ki doğal akışta; kumrunun kanat sesinde, karganın bilinçli kurduğu ve koruduğu toplumsal düzende.

 Sadece karga bilimini incelersek, kendi yaşamlarımızdan utanacağımız birçok alan bulursak şaşırmayın. Hiçliğe, nankörlüğe teslimiyetimizi, suskunluk ve kalıplara dayalı hazır yaşamlarla; önyargılarla nasıl da öldürdüğümüzü içim sızlayarak kabul ediyorum.

 Kabul etmesine ediyorum ama pes etmiş de değilim sevgili nankör okur! Biliyor musun değerli nankör okur; Tekirdağ’ın ahşap kaplama kütüphanesi, taş arkeoloji müzesi var. Kütüphanenin ahşap kaplama olmasını yeterli bulmuyorsan, aynı zamanda deniz manzarası da var.

 Manzaranın önemi, hemen aşağıda denizin dibinde bulunan ılgın ağaçlarının sessizliği yeterli olmuyorsa; bütün kıtalara, edebi, felsefi, tarihi alanlara ulaşabileceğin bu kütüphane senin ilgin, olgunluğun sayesinde daha da büyüyebilir; isterseniz içinde, çay-kahve içilecek alanlar bile inşa edilebilir; ey değerli nankör okur…

 Sevgili okur; bazen bir tek cümle, ses bile insanın paslarını silmeye, kararsızlığını yaşama yöneltmeye yetiyor. Yeter ki kendini kimsesiz sayma!

  Değerli nankör okur; edebi süreç öyle bir şey ki; bütün mal, mülk, unvan, nüfus gösterme ve soylu gururları izole ediyor; yani eğitiyor; beklentileri, insanca yaşamı, hiçbir ideolojiye kul-köle olmadan da, ekonomiye, sosyal denge ve adalete saygı duyup, öncülük etme beceri ve cesaretini sağlıyor; değerli, suskun ve nankör okur…

 Şair, durup dururken ve boşana seslenmedi hayatın kısalığını, kuşların uçup gittiğini; şamatanın, kargaşanın biraz da olsa dışına çıkıp, insanın binlerce erdemsizliğinin yanında bir tek erdeminin bile ne büyük lütuf olduğunu hatırlattı.

  Üstelik sevgili nankör okur; insana yakıştırılan bütün ayıplar, günahlar da insanı kontrol altında tutmak isteyen kurumların yüksek beceri ve hilelerinden besleniyor…

Hayat kısa
Kuşlar uçuyor

  Uçup giden kuşların, erişilmezliği, ölümsüzlüğü sanılırken, ne kadar çok kısa zamana sığan ömürleri olduğunu görmüyor, bilmiyoruz. Yerlerine sürekli gençleri bıraktıkları için, sonsuz bir yaşam varmış gibi algılıyor; kendi sağlıklı beden ve ruhumuzu kemirmekle meşgulüz.

 Ey nankör okur; hayat kısa/ kuşlar da uçuyor…

  Edebi dünyaya armağan edilmiş yeni bir şey anlamı taşır mı taşımaz mı bilinmez ama oldukça düşündürücü ve insanın karar vermeye zorlayan; bizi tüketen muhteşem düzeni altüst edecek bir kanat, irade, bizi gezip dolaştıracak, koruyacak ve kollayacak kalkan misali;

  “ Hayat kısa, uğraş uzun zamanlar ister (gerektirir), fırsat seyrek çıkar, deney(im) aldatıcıdır, karar vermek gücün gücü...”

 Aziz nankör okur; bu sunuma karşılık veren, ömrünü edebiyata adamış bir yazar; Enis Batur da şu karşılığı veriyor;

 “ Öyleyse, yetinirim. Yetindiğimden değil, yetinmek zorunda oluşumdan; yetinmek elimdeyken, yetinmeyi yeğlediğimden, az sayıda benzerimle kurduğum ilişkilerin, kütüphanede dolaşan çok sayıda benzerimde yinelendiğini bilir, avunurum.”

 Sevgili nankör okur; şehrinin ıssız yollarını, kütüphanesini, arkeoloji müzesini sadece kendin için; kendin savunman için bile olsa; hiç olmazsa ayda bir kez ziyaret et; et ki çaresizliğin boynunu bükük, gücün, seni maskaraya çevirmesin.

Güven Serin 

 






30 Ağustos 2016 Salı

TEKİRDAĞ TENİS ŞÖLENİ; ARTILARI,EKSİLERİ


Kamera; Güven

Soldan Sağa; Tenis Federasyon Görevlisi,
İzmir yöresi sporcusu;Simten, Bursa yöresi,
Defne,Yalova yöresi Sinan, Tekirdağ yöresi,
Barış;kutluyorum...


Kamera; Güven 
TEKİRDAĞ TENİS ŞÖLENİ


Kamera; Güven 

Tenis Şöleninde büyük emek harcayan,uykusuz
neredeyse 24 saat ayakta kalma mücadelesi veren
hakem; Bülent Yorulmaz; kutluyorum...


Kamera; Güven
Tekirdağ yöresi sporcusu; Barış
Tek erkeklerde ikinci;seyircinin gözünde birinci...





Kamera; Güven
Yalova yöresi sporcusu; Sinan
Tek erkeklerde Birinci; kutluyorum.


Kamera; Güven
Bursa yöresi sporcusu, Defne
Tek kadınlarda ikinci; cana yakınlığı,gözyaşı
döküşüyle gönüllerimize işlendi,spordan öte...

                                                  TEKİRDAĞ TENİS ŞÖLENİ
                                                     ARTILARI ve EKSİLERİ



Tekirdağ kortlarında raketler kıyasıya mücadele etti. Bazen gözyaşı, bazen hırs, sevinç ve haykırış…

1.      Kortta tek erkeklerde Tekirdağ bölgesinden Barış, Yalova bölgesinden ise Sinan mücadele etti. Kıyasıya bir mücadele… 2. Kortta tek bayanlarda ise İzmir yöresinden Simten, Bursa yöresinden Defne izleyiciyi de, tenis severleri de hangi kortta karar vereceği konusunda şaşkına çevirdiler.

  Bir oyana bir buyana; birince ve ikinci kortlar arasında gidip geldik. Her iki kortta da; tek erkekler, tek bayanlar mücadele kaçırılmayacak kadar güzelliklerle dolu. Final oynamayı hak etmiş sporcular; onların spora yakışan vuruşlarını, kurtarışlarını alkışlayan seyirci; Tekirdağ kortlarının özlediği bir resim; fotoğraf…


  Tek bayanlarda soğukkanlı kalmayı başaran İzmir yöresinin sporcusu Simten, finalin galibi olurken, sık sık gözyaşlarına teslim olan Bursa yöresi sporcusu Defne gönüllerin de, finalin de ikincisi oldu.

  Tek ereklerde ise finalin galibi Yalova yöresinden Sinan olurken, ikincisi Tekirdağ bölgesinden Barış oldu. Galipler kupalarını alırken, Barış ile Sinan’ın centilmenliği, birbirine sarılmaları tenis sporu ve insan barışı adına önemli anlardandı…

  Tenis sporu adına değerli bir etkinlik! Tekirdağ sporu, turizmi ve kültürü adına, bütün kurumların içinde olması gereken etkinlikler henüz yeterince duyurulamıyor. Hâlbuki hapishaneleri dolduran suçlular, hastaneleri dolduran hastalar ancak sporun yardımıyla azaltılabilinir.

  Her şölen; her etkinlik daha iyi olma, daha da çoğalma, ses duyurma adına bir sürü eksikliği de ortaya çıkartır. Bu etkinliğin en önemli eksikliklerini, tekrarlanmaması adına, sporcu şikâyetlerini dinleyerek ortaya çıkartıp, buraya; kamuoyuna, İl Gençlik ve Spor Müdürüne duyurmak istiyorum;

1-     Kortlar geç açıldı. Erken gelen sporcular tellerin üzerinden atlaması, sakatlanma tehlikesi adına önemli bir soru işareti!
2-     Banyo ve tuvaletlerin temizliği, hijyenden uzak oluşu; bu işlere bakan görevlinin tam da etkinlik-şölen haftası izin alması, yerine birisinin görevlendirilmemesi İl Gençlik ve Spor Müdürlüğünün gözünden kaçmış olması ŞAŞIRTICI…
3-     Sporcularla konuştuğumda, Tekirdağ sporcusu adına bu tür etkinliklerin sonbahar ve ilkbahar aylarına denk getirilmesini istediklerini öğrendim. Yaz aylarında dışarıda; dış sahalarda yapılan etkinliklere gidemediklerini dile getirdiler.


  Neresinden bakarsanız bakın, Tekirdağ tenis sporu adına, gençlik hareketi adına artıları çok fazla bir etkinlik olmuştur. Gençlik ve Spor Bakanlığı, Tekirdağ Gençlik ve Spor Müdürlüğü, memurundan, antrenörü, hakemi ve spor tesislerini çalıştıran çay, kahve işletmecilerine kadar herkesin payı büyük; hepsine TEŞEKKÜRÜ borç biliyorum.

 Gençliğe yapılacak en güzel hizmet; onların coşkun bir hareket sahası içinde kalması; onların beden ve ruhsal sağlıklarının; yani bütünlüklerinin korunmasıdır…

 Geride kalanlar, zamanın rüzgârı, yağmuru, güneşiyle törpülenecek ve en güzel tarafları; alınan sayılar, alkışlanan oyun biçimleri ve fotoğraflar, videolar; genç insanların büyüme aşamalarında, büyük adam-kadın zamanlarında tatlı bir tebessüm, iç çekerek bir hatırlanma olacaktır.

 Bu tür etkinliklerin olmazsa olmazı sporcu ve seyirciyken, mekânların da olmazsa olmazı TEMİZLİİKTİR.

 Altını çizerek hatırlatmakta yarar var; her şey unutulur ama insanlar kötü bir tuvaleti asla unutmazlar; bu yüzden havalimanlarına gidince daha bir insan olduğuma inanırım; çünkü tuvaletler her an temizlenir; üstelik temizlik bu ülke insanının dinin ve imanından gelindiğine inanılır…
 

Güven Serin  













HOŞKÖY HORA FENERİ CAN ÇEKİŞİYOR


Kamera; Güven-HORA FENERİ


                                          HOŞKÖY HORA FENERİ CAN ÇEKİŞİYOR




    Bugün gelinen nokta, tarihimizi halen anlamak istemediğimiz, bu topraklarda ait olan nice tarihi eseri, oluşumu görmezlikten gelip, dışarı kaçırdıysak; yok olmasına göz yumduysak, tıpkı Hora Feneri de öyle yok oluyor.

  Sesimizi kime duyurmalı? Tarihi eserleri, hikâyelere, şiirlere konu olmuş Hora Feneri ve Ganoslar Diyarında nice taş, ahşap ev; bugünün en çok kabul görebilecek; şehir turizmine ciddi hizmetler edecekken; bu görmezlik, suskunluk, pişkinlik niçin?


  Kıyı Emniyeti Müdürlüğü tarafından diğer fenerler gibi Hoş Köy Feneri de tarihi fener olarak kabul görüldüğü gibi koruma altına alınan eserlerimizden sadece birisi.

 Nasıl ki Ahırkapı Feneri, Anadolu Feneri, Şile Feneri bir öneme, geçmişe ve özel bir yapıya sahipse, Hoşköy Feneri de aynen öyle; 165 yaşında,hiç kaynak yapılmadan Fransız mühendisliği ve işçiliğiyle yapılmış Maramara’da seyir halinde binlerce gemiye yol göstermiş,yer bildirmiş Öksel Demir’in şiiriyle, edebiyatımıza girmiş bu fenerin şimdiki hali içler acısı…


  Hoşköy Fenerinin bu hale gelmesinin sorumluluğu; sorumluları her ne kadar Kıyı Emniyeti Müdürlüğü yöneticileri gibi görünse de, halkımızın duyarsızlığını, siyasetçilerimizin; yani milletvekillerimizin, il ve ilçe başkanlarımızın, sivil toplum derneklerinin, muhtarının, azasının, belediye başkanının da duyarsızlığı, kendi siyasi korku ve kazançlarıyla çevrelerinden, tarihlerinden kopuk oluşları da üzerinde durmamız gereken bir konu…

 Bazı ülkeler, yoktan; olmayan tarihleri bile yaratmaya çalışırken, hikâye, efsane, mitoloji destekli inanılmaz bir turizm kazancı elde ederken, bizler; var olanı, ortada bulunan değerleri, güzellikleri; artık bir efsane olmuş; Ganosların bitiminde; denizden 50 metre yüksek bir tepede,25 metre yüksekliğinde, incir ağaçlarıyla çevrilmiş, kendine özgü fener evleri ve yapısıyla bu eseri korumakta zorluk çekiyoruz.

 Elbette, bu şehrin basını, yazanı, düşüneni olarak sesimi sadece kamuoyuna değil; Kıyı Emniyeti Müdürlüğüne de duyurdum. Duyurmaya da devam edeceğim…

 Büyükşehir Başkanı Kadir Albayrak, bu yörelerin kıymetini en iyi bilecek olanlardan birisi. İnsan olarak, tarihe önem verdiği gibi, bu yörenin Tekirdağ turizmi için, motor görevi yapacağının da bilincinde.

  Uçmakdere Köyü; Yeniköy, Gaziköy böyle yerlerden sadece birileri… Uçmakdere de az da olsa yapılan çalışmalar; orada yaşayan köy sakinlerini, turizimle kucaklaşmaya, turizmden görgü, ekonomik kazanç elde etmeye başladılar. Özellikle hafta sonları oraları görülmeye değer…

 Üstelik doğa bilinci, doğayı koruma tam olarak yerleşmemişken; birçok alan çöp deryasına battığı halde; Ganoslar, buraların tepeleri, taş mekânları, insanı, bağları, şarapları, Hora Feneri ve hikâyeleri; bizim şehrimizin kalkınmasında, sanayiden çok daha önemli bir yere sahip olacaktır.

 Yeter ki inanalım! Herkes elini sadece vicdanına değil, taşın altına da üstüne de koysun! Başka milletlerin sadece turizm için yaratılan tarihlerine koşup, gitmek, bolca fotoğraf çektirme hayranlığı artık gülünç derece gülünç… Kendi tarihimizi fark etmenin yüksek onurunu, değerli erdemini duyma şansı; yine sizin elinize Sayın Tekirdağlı dostlarım…

 Güven Serin 
 


25 Ağustos 2016 Perşembe

İÇİNDE KİM VAR


Kamera; Güven

İstanbul Modern Sanat Müzesi



                                               İÇİNDE KİM VAR


  Tam da lazım olan zamanda İstanbul Modern Sanat Müzesinde, nice sanatçı gibi, ömrünün dem verdiği zamanlarda bir başka sanatçı; İnci Eviner sesleniyor; sanatı lüks saymayan, sanata yaslanan sanatçının tam da halkın içinden taşıdığı insana dair olguları, iradeyi sergiliyor.

  Halkı sadece kırılma zamanlarında, oy zamanı hatırlayanların dışındadır sanatçı. Akan büyük ırmakların tıkanmış yataklarını, bin bir parçaya bölünüşünü ve suların önüne konan barajların etkisiyle etkisizliğini anlamaya ve anlatmaya çalışır…

  Şimdi soruyor bize; “ İçinde kim var? ” diye… Kaç kişi cevap verebilir; içinde ki etkinin, onu esir almış inancın zincirleri tutan sahibini söyleye bilir? Kaç insan, sadece kendi varlığının, bütünlüğünün, esenliğine giden yolun yolcusu olup; gerektiğinde kendi varlığını ortaya koyabilir?

 Bunu ancak sanatçı yapabilir. Bedenini de, ruhunu da ortaya koyar. Acıyı da, acısızlığı da anlayıp, anlatır… Siyasetçinin basit sözcüklerini, kefen giydik, laflarını bir toplumun kâbusa dönen dünyevi algısını daha da köşeye sıkıştırıp, körleşme ve kısırlaştırma becerisi göstermez.

 İnci Eviner İstanbul’un kaynadığı şu anlarda, sanatın kupkuru görülüp, sanat merkezlerinin en güzel yerlerde olmasına rağmen çok az insanın girdaptan kurtulup, bu mekânların serin, sessiz ve derin dehlizlerine sığındığını görüyorum.

 Düşünceye dayalı her şey, lüks veya gereksiz gibi algılanıyor. Ya sonra? Tam da kazandık denen kurnaz zenginliklerde, her şeyin boş olduğunu, kavgaların anlamsızlığını, dostu düşman, düşmanı dost görme çelişkilerini yaşamıyor muyuz?

 Eksiklik bellidir dostlar; insanın nöronlarını; aç, kısıtlı; korku ve ayıplarla; kararmış cezalarla teslim ettiğimiz an; bilinen bütün akış tersine dönmeye başlıyor…

 Hiç düşünmez mi bir ülkeyi, bir ırkı suçlarken konuştuğu mikrofonun, görüntü verdiği televizyonun, ses aldığı cep telefonunun düşman dediği insanlar tarafından üretildiği… Sadece ezbere sunulan düşüncenin, kültür aktarımlarının eninde sonunda başka milletlerin kölesi olacağı belliyken, örnekleri doluyken; sanata, felsefeye, bilime küsmenin sırtını dönmenin âlemi nedir?

  İçinde kim var? Diyor sanatçı. İçimizde ki organların işlevini sormuyor elbet. Ama biz sorabiliriz! Kalbimizin, beyin hücrelerimizin, böbrek ve karaciğerimizin faydalarını, ihtiyacı olan mineralleri, vitaminleri, yağları, proteinleri de sorabiliriz?

 İçkinin, içilmezliğini değil de, suyun bile fazla olursa, boğulma tehlikesini bilebiliriz…

  Sanatçı, düşünce sanatı içinde düşünce deneyi yapan bilim insanı gibi ses veriyor; öteden, beriye ve geleceğe;

“ Bana Kötü Bir Şey Oldu

Kadının dilini çöpe attılar…
Şimdi yüzyıllar üstünü örtecek.

Kötü bir şey oldu bana.
Bak bana ne yapıyorsun?
Tırnaklarımı etinden ayırıyorsun.
Kötü bir şey oldu bana
İyi değilim.
Bak bana ne yapıyorum.
Saçımdan asıyorum kendimi
Kötü bir şey oldu bana.

Ben bu sözcükleri şairlerden değil
Bıçak yaralarından topladım
Yüzde yüz kin nefret…
Hakkını helal etme! “

 Sürekli dışa mahkûm olan, yabancı dediği kuşkunun esiri olmuş, satranç oyununu lüks veya gereksiz saymış, kütüphaneleri anlamsız bulmuş; demokrasi nöbetine gitmek kadar, kitaplara koşmak… Tarihe, yıkılan imparatorluklara da gitmeye özen göstermek; yaşamı istikrarlı ve anlamlı kılmak adına; dışımızda ve içimizde KİM VAR, diye sormak; tıpkı sanatçının kırk yıllık emeklerini anlamaya çalışmak; ne büyük halk; ne büyük demokrasi; seçme ve seçilme, kabul ve reddetme iradesinin elimizde olduğunu bilmek kadar güzel bir demokrasi…


 Güven Serin 


 


  

23 Ağustos 2016 Salı

İN-SANAT BAHÇESİ


"Prensipler yoktur,ancak olaylar vardır." 


                                                    İN-SANAT BAHÇESİ–10



PRENSİPLERİN SEVİMSİZ LİĞİ
-------------------------


  Yaşama attığı her adımda kılı kırk yaran arkadaşım, Balzac’ın kendisi hakkında yazdıklarını duysa, bir daha adını bile anmaz; ona demediğini bırakmaz. Balzac bu ya; öyle içten ve keskin yorumluyor ki ahmaklığı; içime şöyle bir su serpiliyor;

“ Hiçbir zaman fikir değiştirmemekle övünen bir adam, daima dosdoğru yoldan yürümeyi garantileyen bir adam, insanda hata meydana gelmeyeceğine inanan bir ahmaktır.”

 Efendiler; zaten sırf bu yüzden değil midir; bir tek sözcük; sıfat ile yerin yedi katına batırdığımız insanlık; sırf bir sözde kahraman yapmadık mı nice cengâveri…

 Açık, seçik giyinen bir kıza saldırı olsa; en aydın geçinenimiz ; “ Böyle gezersen, bunu hak edersin işte!” demez mi; içinden de olsa… Gizli gizli, sağlamcı oluşunu, tutucu haramilere su taşımaz mı?

  Ya, birkaç iş deneyen, batıran insana yapıştırılan sıfatlar! Elinde avucunda bir şey kalmamış ise ne beylik laflar edilir… Hâlbuki iş kurmanın da, yüceltip batırmanın da, matematiksel, sosyolojik, ticari bir karşılığı var. Bunu tartışmak varken; asıl sebebe inip, kesin çözümler üretmek dururken…

 Ve ardından Balzac esas konuya; bizim özümüze yön verecek sözcüklere geçiyor;

“ Prensipler yoktur, ancak olaylar vardır; kanunlar yoktur, ancak durumlar vardır. Yüksek adam bunları sevk ve idare etmek üzere olayları ve durumları benimser.”

 Mustafa Kemal’in bugünkü liderlerle farkını anlamanız için değerli bir irdeleme…


ALEKSANDRA-SALİHA SULTAN
-----------------------------

 İnsanın içi acıyor; tarihin içinden, hikâyesi, sanatı, mühendisliğiyle bize kadar gelen yapıların şimdiki durumuna.

 Saliha Sultan Çeşmesi de böyle yapılardan sadece birisi. Özene bezene yapılan, işçiliği, süslemeleri, oymalarıyla çok önemli estetik, sanatsal ve turizm değeri olan bu yapı şimdi, yolların, köprülerin esareti altında, neredeyse insansız, susuz kalmış terkedilmiş görünümünde.

 Bu yer, Tekirdağ’ın çok yakınında İstanbul’da. Azapkapı sessizce Saliha Sultana, Saliha isminden önceki küçük Aleksandra’nın gözyaşlı hikâyesine tanıklık ediyor. Küçük bir kızın, testisini kırdığı yere, daha sonra sultan olarak yaptırdığı bu eser; şimdi; nice esere yan bile bakmadığımız gibi, öyle bir kenara bırakılmış, sanki hiçbir önemi, değeri yokmuşçasına ölümünü bekliyor.

 Tekirdağ’ın nice ahşap evleri gibi… Cumbalarından alımlı kızların, yanık sesleriyle türküler söylemeleri hiç olmamış, yaşanmamış gibi yok oldular…

 Hâlbuki eserlere, hikâyelere muhtaçtır bu insanlık; ne kadar zengin olursa olsun, ruhunu besleyecek, emeğin, sanatın, estetiğin; mimari ve mühendisliğin koluna, kanadına; varlığına muhtaçtır.

BEDEN ZEVKLERİ
----------------

  Uçsuz bucaksız olan şey; beden zevkleri… Ne kadar ciddi, kuralcı, sıkı ahlakçı görünürsek görünelim, aşılmayan, giderilmeyen ihtiyaçların başımıza nasıl dert olduğu biliniyor.

 Yakın bir zaman önce şehrimizin büyük bir yerleşim yerinde bazı erkeklerin toplumun baskısını, sıkışmış insan zevklerini kırmak için silahlarını araçlarına koyarak biz avcılık yapmaya gidiyoruz, diyerek nasıl da Bulgaristan’a gittiklerini öğrenince hiç şaşırmadım.

 Kimisi ise; vur-kaç tekniğiyle bu zevkin giderilmesi peşinde… Ya, esnaf olup da belirli satışı sağlayıp, yurtdışı gezisi hak edenlere ne demeli…

 Hiçbirisi yanlış değil… Doğru da değil… İnsanın olgunluğu, yapacağı uygar tercihlerin sağlamlığı, doğallığı ve özgür iradenin kararlılığıyla daha genç yaşlarda giderilmeye başlamıyorsa; bir ömür sürecek kaçak yaşamların açlığı hiçbir zaman kültüre dönüşmüyor.

 Thomas More’nin biricik insana dair tespiti oldukça dikkat çekici;

“ Beden zevkleri hiçbir zaman katıksız değildir ve hep karşılıkları olan acılarla yan yanadır. Açlık daha da güçlü olan yeme zevkinin karşısındadır. İnsan açlığı daha zorlu daha sürekli olarak duyar. Çünkü açlık zevkten önce doğar ve ancak onunla sona erer.



 Güven Serin 



22 Ağustos 2016 Pazartesi

YALAN DOLAN KÜLTÜRÜ


Saygıyla...


                                           YALAN DOLAN KÜLTÜRÜ


  İnsanın insanlık önünde aldığı yolu; şehirlerinin meydanlarında, sokaklarında, caddelerinde görebileceğimiz gibi; cenaze ve düğün törenlerinde de görebilir, orada yaşayan insanların samimiyet, görgü, beceri öğretileri karşısında ki davranışlarını yorumlaya biliriz.

 Baştan söylemeliyim; ne cenaze ne de düğün törenlerimizde çok ciddi bir samimiyet görebiliyorum. Gecikmiş kucaklaşmalar, bolca sırıtmalar; insan samimiyetinin bir de sevgisinin karşılığı değil…

 Bir aldatmaca, bir örtülü gurur ve gösteri şöleni yaşanıyor; üstelik içinde bolca yalanın dolanın olduğu… Balık baştan kokar ya; işte tam da bu yüzden, okullarda ki, felsefenin, güzel sanatların, saptırılmamış tarihin anlatımlarının, uygulamalarının eksik olduğunu, yetmediğini düşünüyorum.

 Bu durumu Fransız ozanlarının en önemlisi kabul edilen ozan, eylemci Lous Aragon’un şiiriyle anlatmak istiyorum; bir ders, bir hikâye; bize bir gerçek kadar gerçek yüzleşme şakası yapacak; kabul edip etmemek, irdeleyip irdelememek yine bizim soylu pişkinliğimiz veya bilgiye aç oluşumuzla yakından ilgili;

Başladı yine yalan dolan
Çalkalanıp duruyor ortalıkta
İnanıvereceksin bağıranlara
Neyse ki uymuyor havaları
Memleketin havalarına

Koca bir saray bu dünya satılık
Hâla duman duman içerisi
Bereket mavi gök var üstünde
Farkında değil içindekiler;
Dam çöküverecek başlarına
Külden çünkü bu evin taşı toprağı

Sarayın önünde çalgı sesi var.
İnsan eti yiyenler konser veriyor
Bütün kıtalarda yalan renk renk
Çiçek açmış saksıların içinde
Zamanın rengi merdiven başında
Ölüm kıskıs gülüyor insanlara

Plak fırıl fırıl döner ortada
Kara bir güneş gibi kuyu dibinde
Çal oynasın oynayanlar bu gece
Yarın başka gelecekten kime ne
Gönüller boş gözler kaçar gözlerden
Utanıp içerisindeki boşluktan

Pencerenin önü deniz kıyısı
Çocuk ölümleri kumlar üstünde
Köyleri yakıyorlar nasıl olsa
Çakallar oturmuş bekler kenarda
Kahvedeyse dem vurulur bir yandan
Mutlak değerlerin üstünlüğünden!

 Sanatın bir gücü varsa eğer; işte bu bir güçtün; zamanlar arası, zamansızlığı; yani edebi bir yaşamı, sorgulamayı-tespiti ve insani seçenekleri anlatan; en güzel ifade, en gerçekçi haykırış; bir güçse eğer; bize kıskıs gülen bir güç veya ölüm; bizim algı, istek ve pişkinliklerimizin becerisiyle yakından ilgili bir sanatsal çağrı…




 Güven Serin 

18 Ağustos 2016 Perşembe

ŞÖVALYE İLKELERİ


İNTERNET'TEN




ŞÖVALYE İLKELERİ
-------------------------


 Kendimi bilip, sosyolojinin, erdemin, centilmenliğin ne demek ve nasıl bir şey olduğunu hissetmek fikri ilk önce bütün bunların karşılığı Türk olmak anlamı taşıyordu. Yani, ait olduğum büyük topluluğa, şövalyeliğe ait bütün ilkeler nasıl vazgeçilmezse, Türk’ün de vazgeçilmezlik ilkelerinin onlar olacağını düşündüm;

 Cömertliği, savunmasız olana el kalkmayışı, kutsal saydığı dava için canını ortaya koyması; sözüne sadık olması, ülkesini sevmesi gibi…

 Olgunlaştıkça, sosyolojik gerçekleri öğrendikçe bütün milletlerin kendi içinde şövalyeleri ve aynı milletin kendi içinde şövalyelerin savaştığı bütün ilkeleri ucuzlatan, değersiz kılan; bencil, çirkin, hilebazların olduğunu anladım.

 Bütün olanlar karşısında ülke olarak travma hali yaygın bir kalıcılık gösterse dahi, artık evrensel bir anlam taşıyan, doğruluk, centilmenlik, cömertlik, ülke sevgisi; ruhuma en güzel esintileri, hasta olan bir insana en değerli şifa kaynağı gibi dökülüyor.

 Toplumumuzda öyle bir yere geldik ki; herkes ADALET diye bağırıyor; ama içinde ki adaleti, cömertliği her bir daha ki sefere erteliyor. Ertelediğimiz her doğru, cömert, adil şey; toplumsal olarak çekeceğimiz acının, incinmenin de karşılığı olduğu ortadadır.

 Don Kişot, tam da bu yüzden sevildi. Hayali de olsa sevdiği bir tek kadına ait olmayı, her daim ülke sevdasını, cömertilği, adaleti, hoşgörüsüyle; artık bir hayalin içinde de olsa, devlerin karşısına kılıç sallayan o büyük savaşçı, kendini savunamayan, düşkün, aciz durumda olanların elinden tutmayı insana yüce bir tohum olarak hediye etmiştir.

 Bu yüzdendir şövalye Don Kişot’un dünya klasiği, tüm zamanların en çok okunan, satılan kitap oluşu; bütün insanlara ait olan ilkeleri taşıması, her ne olursa olsun savunması…

 Güven Serin 

17 Ağustos 2016 Çarşamba

YOLCUDUR YOLU ANLAMLI KILAN


LİKYA YOLU



                                       YOLCUDUR YOLU ANLAMLI KILAN


Yola koyulanlar yorgun düşer de yoruldum demezler. İster bilim dünyası, ister serüven meraklısı; bütün yolculukların insana akan birçok tarafı; tarafları vardır. Olumlu ve olumsuz…

  Avustralya, Amerika Kıtaları ve birçok ada böyle keşfedildi. Galaksiler, yıldızlar, güneşler ve gezegenler de öyle; elementler de…

  İnsanı; insanımızı “insancık” algısından bir türlü kurtaramadığımız için alabildiğine esaretin ovalarında, sonsuz dehlizlerinde kaybolup duruyoruz. Birbirine benzeyen milyonlarca, milyarlarca insanın, öne çıkan, fark yaratan insanları ise ne kadar çok az…

 Niçin? Düşünce, düşler önemsiz sayıldığı için… Sanata, uzanmanın lüks sayıldığı için… Thomas More, hikâyesini anlattığı insanı, bizim ele almadığımız, belki de fark etmediğimiz sözcüklerle yüceltiyor;

  “ Böylece kendi isteğiyle kalmış o kıyılarda. Çünkü bu adamda gurbette ölmek korkusu falan yok.”

 Gurbeti sevmeyen Tekirdağ halkım, askerliğin ve bir de gezdi dediler diye gezme kültürü içinde yanıp tutuşurken; birbirine benzeyen yeme, içme ve gezileri; komşu, akraba ve arkadaş döngüsünden kurtaramayıp, neredeyse çevresine baskılı bir gurur gösterisine dönüştürüyor.

 Oysa insan yaşamın var olduğu evrenin ta kendisidir. Yeniliği, düşü ve düşünceyi öğrenebilecek iradeyi, eğitimi ve çevreyi bulmaya görsün; yolun yolcusu; hatta koşucusu olabilir.

 Ama merak etmeyin! Bu topraklarda, yüce bağımsızlıklar sevilmiyor. İstediğiniz kadar baş kaldırın. Eninde sonunda sizin kırılma anınız, pes ediş zamanınız kollanacaktır. Soylu çevrenize göre onlara kötü örnek oluyorsunuz. Oturup, torun-torba; çoluk-çocuk büyütmek varken. Bir de oturduğun yerden; çevreyi, ülkeyi ve dünyayı; kimi yerle bir, kimi kurtarma yolları üretirken…

  Thomas More, hikâyesine aldığı adamı; belki de hikâyenin dışında zamanlar arası, özgür ve cesur bir ruhun bize işaretini yapıyor:

 “ Mezarsız ölünün kefeni göklerdir; her yerde Tanrı’ya giden bir yol vardır.” Serüvenin kendisini, insanın içine işleyen, farkı, yeniliği ve olgunluğu bulma çabalarını manevi bir katkı yüceliği içinde, içimize, dışımıza bu sıcak günlerde esintinin esintilerini üflüyor.

  Krallar hep savaşı düşündüler. Savaşacak insanları kutsadılar durmadan; daha ve daha fazla çocuk istediler. Anneyi; yani kadını da evine tutsak; soylu bir kutsallık içinde yerleştirip; her daim ölümle terbiye olacak, yumuşak, iyi huylu, güzele, estetiğe dokunacak insanları; ölüm, kan ve şiddet ile beslediler.

  Thomas More yüzyıllar önce şu tespiti yapıyor yüce bir haklılık içinde;

“ Her gün gözlerimizin önünde olup bitenlere bakalım. Halkın yoksulluğa düşmesinin baş nedeni aristokratların çokluğudur. Bu yararsız, bu bal vermez arılar başkalarının alın teriyle geçinmekte ustadırlar.”

 Ne hazindir ki yüzyıllar sonra yaşadığımız bu değerli şehirde, bizim alın terimizden faydalanacak aristokrat bile bulamıyoruz. Üretime, turizme, ulusal ve dünya ticaretine dönük işletme sayımız elle sayılacak kadar az.

  Bu yüzden özel müzecilik, oteller, pansiyonlar, tiyatrolarımız, müzik salonlarımız istikrarlı bir şekilde doğun gelişmiyor.

 Bizim bal yapmaz arılarımız; sımsıkı bir sıkılık içinde her derde deva bir gurur çalımı yüceliğinde bu şehri yıllarca kasaba gibi görüp, tozunu, toprağını, eğri büğrü kaldırımlarını, olmayan yollarını tartışmadılar.

 Ne yaptılar bu bal yapmazlar? Arkasını gidip başka şehirler, ülkelerde yaşamaya çalıştılar güya! Kendi özünü yücelmeyen, kendi yaşadığı yerin zenginliğini, folklörünü, tarihini, hikâyelerini öne çıkarmayan insanların evreni gezseler çare bulmak şöyle dursun; yorulmaktan, boşluğun içinde dönen bir gök taşından farkı olmayacakları bellidir.

 Latinlerin söylediği meşhur bir söz; “ Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir.” Diye… Aşırı gurur da aşırı yalnızlık, çöle denen, gece yaşamı olmayan şehirler getirir, demek yanlış olmayacak.


 Güven Serin 


  

15 Ağustos 2016 Pazartesi

BUDALA HAYRANLIKLARIMIZ





BUDALA HAYRANLIKLAR
------------------------------


Kimi doğu, kimi batı... Bitmeyen hayranlıklar ve sürekli kendinden kaçmalar. Kendinden kaçan insanı hangi millet kabul eder? En uygar ülke bile insan ayrımında keyif çatarken...


Burhan Toprak için Sabahattin Eyüboğlu şu saptamayı yapıyor;
" Mesela frenk mistizminden Türk mistisizmine dönüş derken benim ilk aklıma gelen Burhan Topraktır. Onun taze bir idrak hamlesi halinde çıkmış olan 'Yunus Emre'sini Türk şuurunun kaynaklarından biri olarak görüyorum.


Burhan Toprak Avrupa Pascal hayranlığı ile gidip Yunus hayranlığı ile dönmüştür."


Zamanın bütün akış aralıklarına rağmen Eyüboğlu sorar;


" Fakat acaba Pascal'dan ve Dante'den Yunus Emreye dönmenin tadını ilk tadan o mu olmuştur? Acaba Notre-Dame katedralinden sonra Süleyman iye caminin, alafrang musikiden sonra alaturka musikinin, modern frenk resiminden sonra Kütahya çinisinin ve Türk minyatürlerinin, frenk tiyatrosundan sonra Karagözün hazzına varmış olanlar? "

Güven Serin 


1 Ağustos 2016 Pazartesi

ÖLÜMLE ÖRTÜNMEK



ÖLÜMLE ÖRTÜNMEK

  Küçüklerin en değerli şeyidir; küçük bir yere; yerlere sığınmak… Küçük bir dolap, köşe, oda veya yorgan altı; belki de anne karnının o mucizevî yaşama adım atılan ilk halin hatırasını yaşatmaktır, büyüme sürecinin küçük bir yere sığınma isteği-istekleri…

 İnsan denen canlı; her haliyle bir orman, bir dağ, bir deniz gibi; çöl ile vaha, yer ile gök arasında mucizevî bir bilmece…

  Bilim insanları boşu boşuna bağırmıyor; her şey çocuklukta gizli diye… Şefkat, nefret, yokluk, varlık… Tokluk ve açlık… Çocukluğa etki eden alfa genleri de unutmamak gerek; insanı şaşırtan şeyler; bazen armut dibine düşmez; armut, elmaya, kayısıya dönüşebilir…

  Bir sanatçı var dünyamızda. Neredeyse bütün dünyayı dolaşmış; bizden öte Japonya’nın, Afrika’nın, Avrupa’nın gönlüne sımsıkı sardığı; sevgi dünyasında kalbinde taşıdığı sanatçı; Barış MANÇO… 

 Barış Manço’nun şarkılarını, bestelerini akademik boyutta incelemenin de gerekli olduğunu inanıyorum. İnsan merkezli, çocuklar ile yaşlılara adanmış; aslında doğul ile ölümü; yaşam ile dönüşümü anlatan bir üniversite…

 Ümitsizce haykırıp Allaha seslenen de odur, yolun sonu geldi diyen de odur. Arkadaşım eşek derken, bütün büyükleri çocuklukla yüzleştiren de odur;

 Kaç yıl oldu köyden göç edeli/ Mevsimler geldi geçti görüşmeyeli;

Bu ülkede yaşayıp da köy ile bağı olmayan var mıdır? Bir yanımız hep orada; eksi ile artı kutuplar gibi değil midir? Yarı ömrümüz köylü olmaktan kaçıp, utanırken, geri kalan ömrümüzün köy yumurtası, köy tavuğu, köy peyniri aramakla geçtiği trajikomik bir macera değil midir?

  Aynalı kemeri incecik bele saran, sabahın, seherin vakitlerinde vurgun yemeyi anlatır sanatçı. Yenilenmenin, yepyeni düşünmenin şafak vaktini ısrarla hatırlatır. 

  Ben bilirimi ısrarla savunur. Kararlı olmak adına, gençliğin ilk zamanından, bugüne… Bilmeyi, sevda ile başlatır, delilikle ödüllendirir fakat eninde sonunda o çocukluğun kaçışına sığınır; ölümün örtüsüne;

 Yardan ayrılmayı bilirken; sıkça hatırlatır şarkılarında ölüme kaçışı… Daha yaşamın başındayken bile…

  Barışı, yani kendini sıkça hatırlatır. Örtünün altında ki çocuğu; sevgiye susamış, belki baba figürünü hiçbir zaman bulamamış; bulamayışın ödülünü çocuk ve yaşlılara adayarak dengelemiştir. 

 Ali’nin yazmasını, Veli’nin bozmasının normal bir dünya yaşamı olduğunu bilmenin yanında; gözyaşını oldukça insanca bir ağlama, ağlayabilme terbiyesini bildirir. Gökler ıslanacak da; bir Barış mı ıslanmayacak?

 Keskin sirkenin küpünü düşünecek kadar ılımlı; hoşgörülü, sözüne düşkün… Öyle bir of çeker ki; daha yolun başındayken;

 Barış’ın yolun sonuna geldiğini haykırır. Yaşam biterken, kendinin bitmesinin çok olmadığını duyurur. Bu duyurmadır içinde ki sığınma isteğinin anahtarı… Sarılma, onanma, sevilme; gitme, kal seslerini bir insan ruhuyla duyma aşkıdır…

  O yüzden; elleriyle büyütür sevgisini. Yüceltir, göklere çıkartır aşkını. Ellerin aldığını; yaşamdaki rekabeti, adaleti, adaletsizliği şarkıların ritmiyle aktarır. 

 Öyle bir güçtür ki iteneği; dağlara yalvaracak kadar; son bir görüşün önemini; sonun, başlangıca tutunma mucizesini arar…

  Delikanlı gibi, şarkısıyla bizi bize anlatır. Delikanlı coşkusunu, akan kanın kırbacını; “ geldim işte, delikanlı gibi!” diyerek, hani çıkışların, kararlılığın kendine ait denge ve dengesizliğini çizer; yüzleşmeye gider; hem de delikanlı gibi

  Dönenceyle günü, geceyi, evreni gösterir; görmenin, duymanın harikulade bilim düşüncesiyle. Buluşları, sezgileri, çabaların eşsiz ebedi sanatını söyler aslında;

 Biliyorum, duyuyorum; bir gün gelecek dönence… Siyahlık korkutmaz onu. Bilim insanlarını korkutmayan uzay, kara delikler gibi; her daim teleskoplarının başında, bir dağın zirvesinde; soğuk esintilerin odun çatırtıları içinde; kök salan, iz bırakanları ararlar; sanatçının aradığı, sıkça sığındığı ölüm örtüsü gibi;

 Çünkü ölümün dönencesini çoktan kavramıştı; bildiği, duyduğu ve sıkça hatırlattığı şey odur;

Tatyos Efediyi de unutmaz; Gamzedeyim deva bulamam, der; kendini bulur, devasızlığın içinde, mutluluğun gerçek olmadığını, acısızlığın en hakiki gerçeği olduğunu bilerek…

  Yağmurun ince ve ığıl yağmasını hiç kimse onun gibi içten anlatamaz. Karlı dağların, uzun uzun yolların, pişmanlıkların, ağlamaların ve sevdaların bildirisini yapan kâhin gibidir. Sıkça ölüm örtüsünü örten yaşam iksiri dağıttığı gibi;

  “ Yıllar geçer güz yaz olur/ Barış bir gün toprak olur/ Sil göz yaşın durma ah durma! “ 




Güven Serin