LİKYA YOLU
YOLCUDUR
YOLU ANLAMLI KILAN
Yola koyulanlar yorgun düşer de yoruldum demezler. İster
bilim dünyası, ister serüven meraklısı; bütün yolculukların insana akan birçok
tarafı; tarafları vardır. Olumlu ve olumsuz…
Avustralya, Amerika
Kıtaları ve birçok ada böyle keşfedildi. Galaksiler, yıldızlar, güneşler ve
gezegenler de öyle; elementler de…
İnsanı; insanımızı
“insancık” algısından bir türlü kurtaramadığımız için alabildiğine esaretin
ovalarında, sonsuz dehlizlerinde kaybolup duruyoruz. Birbirine benzeyen
milyonlarca, milyarlarca insanın, öne çıkan, fark yaratan insanları ise ne
kadar çok az…
Niçin? Düşünce,
düşler önemsiz sayıldığı için… Sanata, uzanmanın lüks sayıldığı için… Thomas
More, hikâyesini anlattığı insanı, bizim ele almadığımız, belki de fark
etmediğimiz sözcüklerle yüceltiyor;
“ Böylece kendi
isteğiyle kalmış o kıyılarda. Çünkü bu adamda gurbette ölmek korkusu falan
yok.”
Gurbeti sevmeyen
Tekirdağ halkım, askerliğin ve bir de gezdi dediler diye gezme kültürü içinde
yanıp tutuşurken; birbirine benzeyen yeme, içme ve gezileri; komşu, akraba ve
arkadaş döngüsünden kurtaramayıp, neredeyse çevresine baskılı bir gurur
gösterisine dönüştürüyor.
Oysa insan yaşamın
var olduğu evrenin ta kendisidir. Yeniliği, düşü ve düşünceyi öğrenebilecek
iradeyi, eğitimi ve çevreyi bulmaya görsün; yolun yolcusu; hatta koşucusu
olabilir.
Ama merak etmeyin! Bu
topraklarda, yüce bağımsızlıklar sevilmiyor. İstediğiniz kadar baş kaldırın.
Eninde sonunda sizin kırılma anınız, pes ediş zamanınız kollanacaktır. Soylu
çevrenize göre onlara kötü örnek oluyorsunuz. Oturup, torun-torba; çoluk-çocuk
büyütmek varken. Bir de oturduğun yerden; çevreyi, ülkeyi ve dünyayı; kimi
yerle bir, kimi kurtarma yolları üretirken…
Thomas More,
hikâyesine aldığı adamı; belki de hikâyenin dışında zamanlar arası, özgür ve
cesur bir ruhun bize işaretini yapıyor:
“ Mezarsız ölünün
kefeni göklerdir; her yerde Tanrı’ya giden bir yol vardır.” Serüvenin
kendisini, insanın içine işleyen, farkı, yeniliği ve olgunluğu bulma çabalarını
manevi bir katkı yüceliği içinde, içimize, dışımıza bu sıcak günlerde esintinin
esintilerini üflüyor.
Krallar hep savaşı
düşündüler. Savaşacak insanları kutsadılar durmadan; daha ve daha fazla çocuk
istediler. Anneyi; yani kadını da evine tutsak; soylu bir kutsallık içinde
yerleştirip; her daim ölümle terbiye olacak, yumuşak, iyi huylu, güzele,
estetiğe dokunacak insanları; ölüm, kan ve şiddet ile beslediler.
Thomas More
yüzyıllar önce şu tespiti yapıyor yüce bir haklılık içinde;
“ Her gün gözlerimizin önünde olup bitenlere bakalım. Halkın
yoksulluğa düşmesinin baş nedeni aristokratların çokluğudur. Bu yararsız, bu
bal vermez arılar başkalarının alın teriyle geçinmekte ustadırlar.”
Ne hazindir ki
yüzyıllar sonra yaşadığımız bu değerli şehirde, bizim alın terimizden
faydalanacak aristokrat bile bulamıyoruz. Üretime, turizme, ulusal ve dünya
ticaretine dönük işletme sayımız elle sayılacak kadar az.
Bu yüzden özel müzecilik,
oteller, pansiyonlar, tiyatrolarımız, müzik salonlarımız istikrarlı bir şekilde
doğun gelişmiyor.
Bizim bal yapmaz arılarımız;
sımsıkı bir sıkılık içinde her derde deva bir gurur çalımı yüceliğinde bu şehri
yıllarca kasaba gibi görüp, tozunu, toprağını, eğri büğrü kaldırımlarını,
olmayan yollarını tartışmadılar.
Ne yaptılar bu bal
yapmazlar? Arkasını gidip başka şehirler, ülkelerde yaşamaya çalıştılar güya!
Kendi özünü yücelmeyen, kendi yaşadığı yerin zenginliğini, folklörünü,
tarihini, hikâyelerini öne çıkarmayan insanların evreni gezseler çare bulmak
şöyle dursun; yorulmaktan, boşluğun içinde dönen bir gök taşından farkı
olmayacakları bellidir.
Latinlerin söylediği
meşhur bir söz; “ Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir.” Diye… Aşırı gurur da
aşırı yalnızlık, çöle denen, gece yaşamı olmayan şehirler getirir, demek yanlış
olmayacak.
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder