Kamera; Güven -İlahi Komedya
UĞURSUZ ÖLÜM
Ölümün uğursuzu olur
mu? İnsanın kayıpları, insanın içinde gizlediği, kayıplara karşı dayanıklılığı
ve dayanıksızlığı da çıkar ortaya. Yaşamı nasıl algıladığı, yaşam içindeki
yeri, sezgileri, altyapısı doğumlardan çok ölümler; kaybetmeler üzerine
şekillenir, netleşir…
Sanata adanmışlık
içinde yıllardır “ağır” yazılar yazan, sanattan sanata koşan yazarımız Zeynep
Oral Ağustos ayı için, Tarık Dursun K, Fikret Otyam’ın ölümleri adına
hissettiklerini anlatmak için bu şekilde duygularını dile getiriyor;
“ Ne uğursuz bir ay
oldu ağustos ayı… Tam bir yaprak dökümü… Önce Fikret Otyam, sonra Tarık Dursun
K.”
Ölen yazarlarımız,
şairlerimiz, ressamlarımız Dünya yaş ortalamasına çoktan ulaşmış; sekseni
geçmiş, ağrısız ölüm seçeneğine dokunmuş insanlardı. Yaşamı kutsayan, yaşam
içinde el çırpan her insanın ölümü de kutsaması gerekirken, ölüm uğursuzdur
nedense…
Madagaskar adalarında
inceleme yapan bilim adamı, yörenin bilim insanlarıyla konuşuyor. Büyük volkan
patlamalarından sonra hiçbir yaşam izi kalmamış adanın yaşama kavuşma anını
inceleyen yerel bilim insanıyla konuşuyor diğeri.
Burada yaşama
tanıklık ettiniz. Nasıl başladı? Büyük volkan patlamasından sonra adayı an ve
an inceleyen bilim insanı cevap veriyor, yaşamın en hakiki kutsallığı hatırına;
Büyük patlamadan
sonra yaşama dair hiçbir belirti yoktu. İki ay sonra yosunlar geldi. Üç ay
sonra eğrelti otları geldi. Sonra; üç yıl sonra büyük otlar geldi. Büyük
otların gelmesiyle adada ki yaşam hızlandı.
Nasıl? Büyük otlar ölünce humusa dönüşüyor. Humusta diğer
bitkilerin, ağaçların yaşam bulması için çok önemli. Ve sonra, kuşlar ve
hayvanlar geldi. Tohumlar rüzgârın yardımıyla geldiler. Hayvanlar da yüzerek…
Adada ki yaşam, büyük
otlar ve onların ölümleri, humusa dönüşmesiyle hız kazanıyor, renk ve
çeşitlenme kazanıyor. Ölüm bu kadar da yaşam kokuyor işte…
Laf aramızda
dostlarım; eğrelti otlarının 12 bin çeşidi var. Bu dünyada ki geçmişleri şu ana
kadar bulunan fosillere gere 360 milyon yıl geriye gidiyor. Büyük saygıyı hak
ediyorlar çoktan; yaşama olan bağlılıkları ve dayanıklılıkları, bitip tükenmez
heyecanlarını sıra dışı bir var oluş gayreti görüyorum.
Dünyadaki yaşamdan
ayrılığı, hele hele zamansız ayrılığı ancak insan “uğursuz” olarak kabul eder.
Kendi destanının anlatmak, yüceltmek adına… İşte Homeros da yüzlerce yıl
ötesinden aynı şeyi dile getirir;
“ Yarı tanrı Aşil Troya Prensi Hektor’u öldürür. Hektor’un
ölüsünü Troya surlarının etrafında, toz toprağın içinde yedi kez sürükleyerek
dolaştırır. Hektor’un cenazesini uygun bir törenle gömmek isteyen Akhalılar
acılar içinde kıvranır. Çünkü Aşil Hektor’un cenazesini vermiyor.
Hektor’un acılı
babası devreye girer. Troya Kralı Priamos gizlice Aşille konuşuncaya kadar:
Tanrısal Akhilleus getir aklına babanı! Şimdi olmalı o da benim
yaşımda. Varmıştır uğursuz ihtiyarlığın eşiğine. Belki çevresinde komşular üzer
onu. Belayı savacak kimse yoktur yanında. Ama duyar hiç olmazsa yaşadığını
senin, gün boyunca sevinir gönlünde oğlum dönecek Troya’dan göreceğim onu,
der.”
Ölüm de, ihtiyarlık
da uğursuzluk olarak insanlık tarihine geçer… Çünkü insan henüz büyük buluşu
yapmamıştır. Evrenin eşsizliğini, ulaşılmazlığını tam olarak anlayamamıştır.
Direnir bir kez geldiğini sandığı dünyanın cazip sunumlarına kalıcılık hakkıyla
savaşmak ister zalim ölümle. Ölümün formülünü bulamamıştır bunca zahmetli
uğraşlara, düşüncelere, tılsımlı dualara karşın…
Ölüm, doğanın
gösterdiği kadarıyla yaşamın ta kendisi… Sorun, o yaşamın biz olduğunu bilememiz de…
Biz olarak, envanterimize paftalar, parseller, mallar, mülkler katamadığımız
bilmek zor geliyor; hiçliğin içinde hiç olduğumuzu sanmak bizi kahır ediyor…