Kamera, Güven Tekirdağ
TEKİRDAĞ'IN ÜZERİNDE KARA BULUTLAR
Olimpik yüzme havuzu Tekirdağ'ın batıya bakan tepelerin
yakınında bulunuyor. Yüzme; bedenimin suyla oynaşması, suya batı camlarından
yansıyan ışık ile içselleşme döngüsünden sonra saunaya gittim. Malkara’dan gelen
bisiklet sporuna gönül vermiş arkadaştan sauna kültürü hakkında iddialı
öğretiler dinledim.
İster müze olsun
ister tenis kortu veya yüzme havuzu. Mekânların en önemli yerlerinden birisidir
dinlenme, çay kahve içme alanları. Üzerinize düşen yorgun sporun, sanatın küçücük
damlacıkları, küçük hassas kanallardan geçmeye başlamıştır artık.
Kahvemi içerken
yüzen çocuklara, gençlere bakarak, niçin daha fazla olmadığı sorguladım. Sonra,
Cengiz Aymatov’un Dişi Kurdunu kaldığım yerden okumaya devam ettim.
Olimpik yüzme havuzundan
ayrılırken güneş diğer yarım küreye çekilmişti. Büyük tesisin kuzey batıya
bakan kapısından dışarı çıktım. Çamların sükûneti karşı tepelerin sessizliği,
karanlığı delen şehir ışıklarıyla kucaklaştım.
Batıya bakan tepeler
yeryüzüne ne zaman gelmişlerse o zamanın sessizliği içindeydiler. Güneş yarım
saat önce geçmiş tepelerin üzerinden. Tepeler tam da güneşin geçtiği yerde
çevreliyorlar Tekirdağ şehrini.
Güneşin sessizce
çekildiği gök tam bir kasvet gösterisi içindeydi. Kara bulutlar muazzam bir
karalığa çocukken bizi korkutmak için ninelerimizin çağırdığı “Kara Recep”
efsanesine ulaşmışlardı. Beyazlık, mavilik büyük siyahlığın, evrendeki kara
deliklerin büyük yıldızları, galaksileri yuttuğu gibi yutulmuştu.
Yüzmenin, saunanın,
edebiyatın taze kırpıntıları, felsefenin öteden beri var olan tohumları hiç
olmadık yerde yeşeren yosunlar gibi yeşil tutuyor içimi. Kara kasvete, muhteşem
karanlığa baktığımda hiç de kara düşünceler içinde olmadım. Tam aksine güneşin
izlerine, izlediği yola, yolun etrafında bulunan yönlere edebi derinliğin
düşleriyle sarıldım.
Güneşin yarım saat
önce izlediği yol istikametinde bulunan otobüs durağına ilerledim. Beş metre
önümde bir kadın yürüyordu. Büyük kara kasvet onu da ürkütmemişti. Saçlarını
daha yeni yaptırmış. Bedenine baktığı giydiği kot pantolonunun üzerine
oturuşundan, onun endamından belliydi. Büyük bir huzur içinde yürüyordu. Yüzünü
görmesem de, omuzlarına düşen saçları, sallanış ve oynaşmamaları en azından bu
akşamlığına yaşamın farkına varmış olmanın zenginliği içindeydi.
Otobüsün gelmeyişini
fırsat bilip tepelere yaradılış açlığıyla, odaklanmış gözlerim, senaryo yazan
beynimle baktım. Güneş bilinen döngüyü tekrarlıyordu; tam 4,5 milyar yıldan bu
yana. Az önce karşı tepelerin üzerinden geçmişti. Meriç ile Ege’nin buluştuğu
Enez kasabasının üzerinden Semadirek Adasına, Yunanistan’a, Adriyatik Denizine
ışınlarını yollayacak. Muhtemelen İtalya üzerinden Fransa’ya oradan da Biskay
Körfezine geçecek. Sora, Atlas Okyanusu, o derin maviliğin bilinmezlerine kendi
sırlarını ekleyerek ilerleyecek Amerika Katılarına doğru.
Bir parça coğrafya
bilgisi, birazcık tarih, arkeoloji, felsefe ve insanın muhtaç olduğu en güzel
şey olan edebiyat yardımıyla kara kasvet nasıl da tiyatro sahnesine
dönüşüverdi. Bir oyun oynuyordum günün geceye geçiş yeri olan tepelerin
yakınında. Edebiyat ile beslenmiş, felsefeyle mayalanmış büyümekte zorluk çeken
bir çocuğun oyunu…
Oyun oynamayı seven
İngiliz Şair William Wordsworth insanın yaşamını üçe ayırarak anlatmaya
çalışmış;
- Çocukluk; her şeyin mükemmel olduğu dönem. 2. Ergenlik; sahip olduğumuz en değerli şeyleri unuttuğumuz dönem. 3. Yaşlılık; Bir kriz dönemi. Görüş yetimizde daralmanın başladığı dönem.
Yaşamı anlamlı bulan,
onun her anına bilim insanı, çeyiz hazırlayan genç kız titizliğiyle katkı yapan
her düşüncenin önemi büyüktür. Wordsworth’un düşünceleri de önemi. Bu an, şimdi
tam da ellerimizle tutup, değerli ayaklarımızla izler bıraktığımız zaman daha
da değerlidir. Bence en şaşırtıcı olan da, insanın kendi zamanında kendi
ürettikleriyle yaşama, bir sanatçı, zanaatkâr gibi bir şeyler eklemesi;
yoğurmasıdır.
Tekirdağ'ın batısına,
güneşin yarım saat önce üzerlerinden geçen tepelere bakışımı, edebi gezintimi
devam ettim. Tepelerin güney batısına yöneldim. Ganoslar; o eşsiz tepeler,
vadiler üzerinden Uçmakdere Köyüne, kahveci İbrahim’e, çıplak meşelere,
ıhlamurlara el sallayarak Şarköy’ün üzerinden Çanakkale Truva’ya ilerledim.
Homeros’un büyük destanı, o büyü savaşı; Akhilleus, Hektor’un naralarını
işittim. Zafer, yenilgi, var oluş ile yok oluş, çizgisine edebi ve felsefe
titizlikle dokunup Assos’a Athena Tapınağına uğradım.
Gördüm ki, hiçbir
karalık, kasvet insanın kendi beyninde yarattığından daha büyük değil.
Tekirdağ’ın tepeleri üzerine toplanan kara bulutlar da öyle. Çünkü ışık,
mavilik, büyük sessizlik, üretkenlik hemen o kara kasvetin ardında; edebi,
mimari, mühendislik, şehircilik, sosyallik; kısacası, bilim ve sanata önem
vermişliği SELAMLIYOR…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder