Theo Angeleopoulos'un Film Sahnesinden
Zorunlu göçleri en iyi bilen yönetmenlerden birisiydi Theo,
en derin saygılarımla anıyorum onu.
AĞLAYAN ÇAYIR
SİZ HİÇ DOĞULU OLDUNUZ MU?
Yakın bir zaman önce izlediğim belgeselde dünyaya geri dönüş
yapan uzay aracındaki astronot yardım edilerek ağır uzay elbiselerinden
kurtarıldı. Yorgun, mutlu bir yüz. İlk söylediği söz;
Dünyanın herhangi
bir noktasına bile inmek ne büyük mutluluk! İndiği yer doğru yerdi; önceden
planladıkları gibi. Ama onun anlattığı şey başka; oldukça önemli bir şey;
Dünyanın neresine
inersen in; kendini evinde hissedecek oluşunun özlemi içindeydi. Bu özlemi, bu
seslenişi ancak, dünyanın dışına çıkan bir insan, akıl ve ruh sağlığından
yoksun olmayan, içinde sevgi ve özlemi taşıyan insan yapabilir.
Hal böyleyken, dünya
büyük göçlerin, büyük dönüşümlerini yaşarken, coğrafik isimlere göre insanlara
sınır koymanın seslenişleri rahatsız ediyor beni. Bu seslenişlerde kabalık da
varsa, anlayış yerine körlük hâkimse daha da utanıyorum.
Birçok kez şahit
oldum; “ Doğulular geldi, etraf bozuldu. Daha dün geldiler zengin oldular.” Bu
sözcüklerin içi dolu olmadığı gibi sağlıklı bir insanın bakışından,
algılarından, akıl ile damıtılmışlıktan çıkmadığı ortadadır. Büyük çoğunluğunda
fırtınanın tahribat yapacak gücü, öfkesi yok elbet. Çoğunluğun seslenişinde
etrafın etkisinden, kendini yalnız hissedişinden; gelen kalabalıkların
alışılmışı bozacak oluşunun telaşındandır…
Buradaki kusuru, en
tarafsız, en adil açıdan incelemek oldukça önem kazanıyor. Bir kere, göçler
sorgulanmalı. Bir insan doğduğu yeri niçin terk etsin. Üstelik onların
geldikleri yerler masallar kadar güzel, gizemli dağlar, yaylalar, vadiler ile
süslü.
Ülkemin askeri,
siyasi politikaları, bölgeler arası yapılan yanlışlıklar hiçbir zaman tam
olarak masaya yatırılmadı. Sürekli kapının ardına süpürür, gece terör, gündüz
jandarma; can, mal ve korku yayarsanız; tabiatın biricik kuralı girer devreye;
göç, yer değiştirme; yaşamın içinde kalma…
Sorarım size; aynı
durum, batı dediğimiz bu diyarlarda olsa; sizler ne yaparsınız? Doğu diyarında
eskinin büyük uygarlıkları tekrar yükselse; hangimiz gitmek, orada bulunmak
istemez?
Göstereceğimiz
taraflı tepkiler gelecek insanları kendi içlerine büzülmeye, kendi içlerinde
oluşturacakları tepkileri de, dayanılmaz bir an geldiğinde püsküreceklerine
şahit olacak oluşumuz; aklın, hakikatin, ilimlerin de ne kadar muazzam bir
döngü ve denge içinde sürdüğünü anlatır bize.
Hiçbir şekilde
tanımadan her gördüğümüz yağız delikanlıya, küçümseme anlamında “doğulu”
derseniz, o da, korkarak geldiği şüphe ile baktığı batıyı, aynı küçümseme
içinde kabul eder… Bu bir şehirli, bu bir uygarlık anlayışı değildir…
Güçlü ülkelerin,
kanun, hukuk ve adaletten yana olanların şüphesi, korkusu olamaz. Hukuk,
kanunlar ve adalet iyi işlerse; yetmezlik, korku ve şüphe barınmaz... Bizler
bunun mücadelesini vermeliyiz! Eksik adaletin, eksik kanunların, eksik anlayışın…
Karayelin ellerimi donduran soğuğu içinde
sessiz, kimsesiz sokakta yürürken üç doğulu gencin kurdukları iskele üzerinde
çalıştıklarını gördüm. İkisi iskelede, birisi ise yerde, yaptığı harcı,
yukarıya gönderiyordu. En yukarıda olan, ince bir ustalık gösterisi içinde
köhne duvarı sıva yapıyordu.
Tıpkı, yaratıcının
insan tenini özenerek yarattığı gibi, malasını, soğuğa aldırış etmeden duvara,
hassas ve kararlı bir şekilde harç sürüyordu.
Bu üç yağız insanın
kazandığı, kazanacağı gündelik en büyüğü olmalıydı. Zengin olacaksa onlar
olmalı. Bizler bunun savunmasını, bunun adaletini yapmalıyız. Bilmenizi isterim
ki, o üç genç, bizim ellerimizin ceplerimizde donduğu zamanda bile donmaya
meydan okuyarak çalışmaları sayesinde zengin olmayacaklardır. Öyle bir taşeron
zihniyet var ki, en iyi yaptığı işlerden birisi de, insan emeğini hiçe saymak…
Bütün bu hiçe saymak
yetmezmiş gibi, bu insanların sigortası da yeterince ödenmediği ortadadır.
Bizler, her yağız insana doğulu, kuzeyli, güneyli bakışını seslendirmek yerine,
her emek harcayan, her alın teri akıtan ve yaşamak için bizim şehrimizi seçmiş
insanlara teşekkür ettikten sonra, onların kullanılmalarına, kanunların
aksaklığına karşı durmalıyız. Bu karşıtlıktır, insanı uygarlaştıran; bu ses,
bütün insanlığın sesidir; bizi yalnızlıktan, şüphelerden, kuruntulardan
kurtaracak ses…
Sevgili Güven yazınızı, uzun yıllar güney doğuda görev yapmış biri olarak gözlemlerimi düşüncelerinizle harmanlayarak okudum..ben orada 13 yıl yaşadım...görüşlerinize aynen katılıyorum..Kişi doğacağı yeri kendisi seçemiyor insanları insan olarak görsek adaletli davransak ve empati yapabilsek..ne güzel olur o zaman ne kavgalar olur ne savaşlar..sevgi ve dostlukla...
YanıtlaSilSevgili Güven yine ben bir kitap tavsiyem olacak bu aralar 3 kitap birden okuduğumdan..okuduklarımın biri ULYA Mübadele yıllarını anlatıyor...insanın insan ettiği eziyeti evrende hiç bir canlı yapmıyor..sevgi ve dostlukla..
YanıtlaSil
YanıtlaSilBilge Hanım,değerli öğretici;o insanları insanca anladığın, insanlığa davet eden doğal çağrın için teşekkür ediyorum. Milyar yaşında ki dünyanın görmediği savaş,görmediği vahşet kalmadı. Bu kadar yaşam,bu kadar birikim ve biz halen, kendimizi gururun, beğenmişliğin, akıldan uzak kalışın etrafında görüyorsak; korkunç bir girdap,safdilliğimizle alay ediyor olacaktır. Evren çok büyük; insanın milyarlık hücreleri de öyle. Sürmeye,ekmeye,üretmeye; hem beden, hem irade ile başlayınca; doğruluğun,ne coğrafi, ne din, ne ırk, ne mezhep kayırdığını görüyor;daha fazla uğraşmalı kendi eserimizle, daha fazla acıtmalı, kabalaşmış nasırlı yüreğimizi. Kitap için ayrıca teşekkür ediyorum; saygılarımla;dostlukla...