Kamera; Güven Marmara Adası
Kamera; Güven Marmara Adası-Saraylar
Yüzleşme, dut ağacı ve meyvesi ile yüzleşme buna denir;
neredeyse parmağım kadar dutlar, cazibeli duruş içinde
davetkar bir gösteri yapıyordu. Hazır dolaşıyorum, susamış,
acıkmışım birkaç tane yiyeyim dedim; asıldım, asıldım,
asıldım; dal kırıldı dut kopmadı; kopmadı ama bana
bir güzel oyun da oynadı, süzülen kan kırmızı su; bileğimden
koluma; işte bu manzara çıktı ortaya.
Kamera; Güven Marmara Adası-Saraylar
Mermerin ana vatanı... Güzel Sanatlar öğrencileri,
kendi iç dünyaları, öğretileriyle burada
yüzleşip, bu güzel şeyleri buralara dikmişler.
AT ve TAVŞAN (KIŞ UYKUSU)
Bir hayvanı kendi
doğasında görmediğiniz zaman tam olarak anlayamazsınız. Onun yaşam hakkı için
nasıl bir mücadele verdiğini, mevsimleri döngünün en görkemli töreniymiş gibi
kabul edip her türlü zorluğa uyum sağlayıp görkemli bir gösteri yaptığını
bilemezsiniz.
Anadolu da yaşayan
vahşi atlar için de, hemen hemen her yerde bulunan yaban tavşanları içinde aynı
şeyi söyleyebiliriz. Her ikisi de yaşamlarını en keskin doğa şartlarına rağmen
uyum içerisinde yaşarlar; hiçbir şikâyet,
istek, arzu belirtmeden, soylu lanetler yağdırmadan…
Tavşanların şansı
biraz daha fazladır. Yuvalarını yeraltına yaparlar; toprağın o muhteşem
koruyuculuğuna güvenirler, en sert kış fırtınalarından, soğuklarından korunmak
için. Yine de yaşamın vazgeçilmezi vardır; yaşamak için yiyecek bulmak. O
yüzden tavşanlar da yiyeceği bulmak için, en görkemli kış zamanlarında bile
dışarı çıkarlar; hoplayarak; önce iki ayağını öne atıp, sonra arka ayaklarını
yay gibi kullanarak yiyecek ararlar.
Kış Uykusu filmi aynı
zamanda diyalogların da gösterimi; yüzleşmenin, insan bedenine yaslanmış,
şırınga edilmiş, dayatılmış kalıpların da büyük yapıtı. Sineme bu yüzden
önemli; harcanan emek, yapılan yatırım, on yıllarca verilmek istenen eğitimin
vereceklerini birden başınızdan aşağı döker.
Bu filmin
karakterleri insanı, yani bizleri olduğu gibi anlatıyor. En doğal haliymiş
gibi, iç dünyamızın örümceklerini temizlemeden, kilerlerin loş, serin bir de
ekşi fare idrarı kokan kapılarını sonuna kadar açıyor. Eşsiz manzarası, doğanın
insanlığa büyük bir armağanı olan Kapadokya nice filme, diziye ev sahipliği
yaptığı gibi Kış Uykusu Filmine de harika bir ev sahipliği yapmış.
Kapadokya’yı anlamak
için tabiatı anlamak gerekir. O güzel, sıra dışı şekillerin meydana gelişini
Erciyes Dağına bakarak teşekkür edebiliriz. Sonra, yağmurlara ve rüzgara…
Günümüzden iki bin yıl önceki insanların bu sıra dışı taşları, tavşanın hayatta
kalabilmek için nasıl yeri eşeleyip, yontup kendi sarayını inşa ettiyse,
insanların da taşları, yontup, eşeleyip inanılmaz saraylar inşa ettikleri bu
yerler; insan aklının, zorluklarla nasıl da beslendiğini, bir başka döneme
masalımsı bir şeyler bıraktığını da gösteriyor.
Bu film iyi bir şarap
gibi fıçısında, mahzeninde durdukça daha güzelleşecek. Bu şarabı içkiden öte
içenler; hatta yudumlayanlar, insan ruhunun, tabiat ve yaşam şartlarıyla nasıl
bir döngü içine girdiğini de yudumlayıp, kendilerini prangalardan kurtarmaya
çalışacaklardır. Olsun, sadece debelenmek bile yeter, kurtuluş ümitlerini,
kurtulma çabalarını anlatmak adına…
Bu filmin görünmez
kahramanları, belki da insanın alt katmanlarını zorlayacak en önemli anlar diyaloglar
görünse de çok önemli iki oyuncu daha var; yakalanıp ehlileştirilen bir at ve
beyaz karların yorgan gibi yeri kapladığı kış günü, nafaka ararken film başkarakteri
tarafından vurulan tavşan…
Bu iki sahne, bana
sorarsanız en can alıcı sahneler… Birçok insanın kendini kandırıp, kafesine
soktuğu kuşlar için söylediği bir şey vardır; “ burada ne güzel rahat yaşıyor.
Tabiatta olsaydı çoktan ölürdü!” Birçok insanın çocuğuna büyük bir jest gibi
gittiği hayvanat bahçeleri de böyle hüzünlerin büyük insanlık gösterisini
yaparlar; ayıların, kurtların, zebraların, atların insanlığa gösterildikleri
alanlar otuz kırk metre kareyi geçmez. Hâlbuki bu hayvanların doğal yaşam
alanları yüzlerce kilo metre alanı kaplar.
Filmdeki
ehlileştirilen at ta öyle bir özgürlüğün içinden geliyor; Anadolu bozkırlarında
bütün sevdikleriyle vadilerden, tepelere, yaylalara, bozkırlara koşarak
yaşarlar. Her türlü yaşam mücadelesiyle baş etmeyi bilirler; insan hariç…
Filmde yakalanıp en
iyi şartlarda bakılan at, belki yaban hayatından daha iyi koşullarda görünse
bile, bu hayat kendi doğal hayatı değildir. Sıkılıyordur, bir çıkış arıyordur.
En iyi besin, en iyi iltifat, onun bozkırlarında onu bekliyordur. Tıpkı, filmin
diğer önemli kadın karakteri Nihal gibi…
Bu filmi, Nihal’i;
yani kendi karşımızdaki, yakınımızdaki kadınları anlamak için aynı zamanda
yakalanan vahşi atı ve onun sonrası özgürlük ile buluşma anını da beyninize iyi
kazıyın derim…
Tavşan ise çok kısa
bir an, beyaz karların üzerinde yiyecek yerken görüntülenir; işte o an, filmin
başkarakteri tarafından kurşunla vurulur. Göğsünden aldığı iki kurşun yarası
onu boylu boyunca yere uzatır. Birkaç nefes, solunum, yaşam savaşından sonra
ölür.
Aslında bu ölüm, katı alışkanlıkların, katı öğretilerin; “
her şeyi yapıyorum, yediğin önünde, yemediğin ardında” diyenlerin de kendi
ölümlerini simgeler; burada, bu filmi büyük cesaretle, gözlerini bile kırpmadan
izleyecek kişi ve kişiler; tavşanın ölümüyle, kendi katı alışkanlıklarımızın,
kültür diye etrafı aydınlatırken onları nasıl yok ettiğimizin fark ediş
vicdanının da ölümü olacaktır…
Biliyorum; zor bir
yüzleşme…
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder