Kamera; Güven Ganoslar (Işıklar Dağı)
Gün ağrıyor yine
GÖNÜLDEN GÖNLE MEKTUPLAR
Masallar, destanlar
nasıl geride kaldıysa mektuplarda öyle kaldı… Bu kalış, insanın kusuru ve
vefasızlığı değildir elbet. Değişen ihtiyaçların, dönmekten bıkmayan evrenin ve
dünyamızın, değişime muhtaçlığının gerekli besinidir diye düşünüyorum.
Galaksi, yani bizim
saman yolumuzun bir dakika içinde aldığı yol, 39 bin kilo metre. Muhteşem,
aklın almayacağı bir hız! Bu hızın insan denen canlıya da tesiri vardır elbet.
Bu arayış, bu merak ve değişim süreçleri; ölümün yaşama akması gibi, nesilden
nesle çeşitlilik gösteriyor. Önce, masal ve destanları, dansları yarattı korku
çığlıklarıyla donatılmış insan. Sonra, hikâyeleri, müziği, romantizmi,
idealizmi, sonsuza uzanan düşleri yarattı.
Telgraf, mektup,
telefon derken bilgisayar girdi hayatımıza. Birbiriyle bir olan dünya, her ne
kadar kendi sınırlarıyla, yaşam sanatlarıyla ayrı da olsa milyonlarca insan
aktı birbirinin vadilerine. Kimi karışmakta zorluk çekti, baskın bir kurt gibi,
kendi sürüsünün geleceği adına diğerlerini yemek, boğmakla meşgul oldu. Kimi, Kuzeyin,
Güneyin, Batının, Doğunun, polenleriyle dölledi kendi çiçeklerini. Asya,
Avrupa, Afrika, Amerika oldu; gelip giden milyarlık mesajların, paylaşımların
aç insanların parmaklarıyla.
Mektup ve
mektuplaşma benim de çok sevdiğim bir kültürdür. Yazım sanatı, size ait
ruhunuzun kokularını beyaz kâğıda aktarır. Her mektup, ya ruhunuzu taşıyan
bedeninizin yücelmesi, ya da daha da yok olması demektir. Bazı arkadaşlara
güler geçerdim; mektup yazacakları zaman, mahalle mahalle dolaşır, onlara
yardım edecek büyükler ararlardı. Hatta mektup yazma kitapları taşıyanlar
vardı; hazır sözcükleri, hiçbir cümlenin kendisine ait olmadığı duyguları,
büyük bir şair kılığına girmiş insan kurnazlığın-la yazar, çizerlerdi.
Şimdi, kadın kokulu
mektuplar çok gerilerde kaldı. Onları bekleyen, onların postadan geleceği günü
büyük bir heyecan ile bekleyen yüzü sivilceli siyah saçlı çocuk da, büyüdü,
büyükçe bir deyyus oldu. Ama bazı mektuplar vardır ki edebiyata, sanata inanış
ulusların baş tacıdır. Nadide bir eser gibi saklanırlar, nesilden nesle
aktarılırlar.
Goethe’nin
sevgilisine, dostlarına yazdığı mektuplar da öyledir işte. Van Gogh’in
kardeşine yazdığı mektuplar da öyle.
Alman şair-yazar
Goethe’nin sevgilisi Charlotte von Stein’e 1772-1786 arası yazdığı mektuplardan
bazı örnekleri paylaşmak istiyorum:
“ Sevgili meleğim, bu akşam konsere gelemeyeceğim. Çünkü o
kadar rahatım ki halktan kimseyi görmek istemiyorum.
28 Ocak 1776
Charlotte von
Stein’e
Meleğim ne kadar
rahat uyudum, nasıl mutlu kalktığımı, on beş günden beri ilk kez güneşi tüm
kalbimle nasıl selamladığımı ve bütün bunları bana bahşettiğin için sana nasıl
minnettar olduğumu söylemeliyim. Kalbimi mutlu bir sevgiyle saran nadide kadın,
sana söylemeliyim. Ayaklarına kapanır, ellerinden öperim…
23 Şubat 1776
Charlotte von
Staine’a
Canım, sevgilim
uzaklara gittim diyerek sakın üzülme çünkü o sana daha iyi ve mutlu olarak geri
dönecek. Venedik’e kadar yazmış olduğum günlüğüm umarım yakında eline geçer.
Seni her zaman düşünüyorum ve bütün kalbimle seninim.
Goethe “
Dostlar, sakın;
çığlık çığlığa geçen zamanın izleri kalmadı, izsizliğin ağırlığını, boşluğun
hoş olmayan yalnızlığını çekiyoruz diye hayıflanmayın; her dönemin ayrı nimeti
ve külfeti vardır; sadece adaletli olun; ilk önce kendinize, sonra da
etrafınıza; kim bilir belki, sevgilinize…
İnsan kalabalığı içinde yaşadığımız enflasyon, duygularımızı ve samimiyetleri tartmamızı zorlaştırıyor. Belki çok insan tanıyor olmak tecrübeleri arttırıyor diye düşünülebilir ama 16. yüzyıl yazarları hangi tecrübe edimi sonucunda yazarlardı diye düşünmek gerekir değil mi? Ya filozoflar?
YanıtlaSilMerhaba Zühre. Sanırım, zamanı daha telaşsız yaşıyorlardı. Düşünceye daha duru ve dingin yöneliyorlardı. Düşünce ne kadar berraksa, irdeleme ve esas yolculuk o kadar derin ve uzun oluyor diye düşünüyorum. Esas yolculuk nedir diye soruyorum kendime; sanırım, insanın hiçbir zaman yok saymadığı şey; sonsuza uzanan yolculuğu algılama ve ona hazırlık yapma...