Sanırım çocuklarımızı çok seviyoruz. Yapamadıklarımız,
olamadıklarımız için yedek birer bedenler gibi seviyoruz
onları.
ÇOCUK BAKIŞLAR
Küçük elleri,
kocaman bakışları, ince tenleri, temiz soluklarıyla saflığın sembolüdür
çocuklar. Yarınlarımıza adadığımız, onların bugünlerini bir sürü destur ile
doldurduğumuz, sevdiğimiz, sevgilimiz, canımız, kanımız, geleceğimiz, namusumuz
olan çocuklar…
Karadır, kahvedir,
mavidir, eladır, yeşildir saflığın yüksek erdemin deki çocuk bedenli bakışları.
Temizdir, hoş kokuludur, kirli ve pis, hırpani giyimlidir ama hepsi
çocuktur; çocuk sevinçli, çocuk hoş görülüğünde küçük şeylerin büyük
sevinçleriyle muhtaçtırlar büyüklerin hakikatten ibaret olan sevgilerine.
Süleyman Paşa
İlköğretim Okulu hafta sonu hazırlığı içinde öğretim gününü sona erdirmekle
meşguldü. Doğa Irmağı almak için bende diğer annelerin, babaların, nine ve
dedelerin hemen yanında bekliyordum. Büyük koro birazdan İstiklal Marşımızı
söyleyecek ve ben yine o kırmızı bayrağa bakarken, çocuk seslerinde büyük bir
utanma yaşayacağım; çünkü büyüklerin olduğu hiçbir yerde İstiklal Marşı bu
kadar güzel, canlı ve doğru okunamıyor.
KORKMA, SÖNMEZ BU
ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK, diye başlayan marşın inanmışlığına akan seslerin
büyük gösterisi bütün çevreyi ulvi bir titreme ile sallıyordu. Büyükler, kendi
sessizliğinde, imrenerek dinliyorlar çocukların inanmış bedenlerindeki sesin,
korkmadan göğe yükselişine. Peki, ama ne oluyor da bu kadar güzel çocuklar, bu
kadar hoş ve inanmış çocuklar büyüdükten sonra seslerinden, bakışlarından,
inançlarından uzaklaşıyorlar. Ailelerin biricik hayalleri mi? Çocuklarına
yükledikleri gelecek düşleri mi? Sonsuza açılan şımartılma hazırcılığı
mı?
İstiklal Marşın
ikinci dizesi yine yüzlerce bedenin aynı anda soluk alıp vermesi, aynı anda
inanmasının sesiyle çıktı ortaya;
SÖNMEDEN YURDUMUN ÜSTÜNDE TÜTEN EN SON OCAK
Bütün çocuklar aynı
anda, aynı inanmışlıkla yerden göğe, öne, arkaya, yanlara dağılan seslerin
çocuk gücüyle haykırdılar. Saçları, uzundu, kısaydı; siyahtı, sarıydı,
kumraldı. Düzdü, kıvırcıktı. Ama hepsi çocuktu… Beslenmişliğin, öğretilere
adanmışlığın yüksek erdemiyle çocuktular çocuk olmasına ama suskunluğun,
miskinliğin, korkunun aldatmacasına teslim olmuş büyükler gibi sessiz ve
heyecansız değillerdi.
Sonra bir çocuk, yine
diğer çocuklarla aynı anda, boşluğun büyük hoşluğu içinde üçüncü dizeye
geçtiler;
O BENİM MİLLETİMİN YILDIZIDIR PARLAYACAK
O BENİMDİR, O BENİM MİLLETİMİNDİR ANCAK.
Bir milletin her
şeyidir içlerinden süzülerek ortaya çıkan marşlar. Büyük heyecanı, muhteşem
acıları, candan, canandan öte olan hatıralarıdır da… Haykırışları,
kahramanlıkları, düştükleri müşkül durumun büyük destanıdır da…
Büyük bir ülke, genç
bir nüfus neredeyse en fakir aile bile içsel inancı ile “biz okumadık, sen oku,
sen kurtar kendini” söylemine büyük bir adanmışlık içinde yarınlarım, kederim,
ülkem, ulusum dediği çocuklarını okutma peşinde. Görüyorum, harika şımartılmış,
muhteşem zekâ ile donatılmış, çocuk bakışlarında büyük filozofları görüyorum.
Ama sevinemiyorum, tam manasıyla Doğa Irmağa sarılırken, ülkemin bütün
çocuklarına, hatta dünyanın bütün çocuklarına sarılış heyecanını
kavrayamıyorum.
Nedenine gelince
düzenli ve gerçekçi çocuk politikalarımızın olmadığıdır. Şehirlere bakın bir
kere; sıkışmış, beton ormanına dönmüş şehirlerin yaşam alanlarına bir bakın!
Koşmayan, yere yalın ayak basmayan,
toprağı, çiçeği, hayvanların doğal halini görmeyen, bilmeyen, dinlemeyen
çocukların yedirilerek, içirilerek, şıklaştırılarak hiçbir yere gelemeyeceği de
bellidir. Büyüdükçe özgür olmaya çalışıp da daha da esir olan insanlar
görüyorum. Hiçbir fikri olmadıkça, sadece akademik hayatın büyük baskılarına
maruz bırakılıyorlar.
Hadi, bu güzel
dünyaların uzun vadeli geleceklerini bir kenara bırakalım! Ya, şiddet görenler;
küçük yaşta evlendirilenler, satılanlar, yok sayılanlar, sırtlarına hayatın
yükünü alıp da çocuk gülüşlerini, haykırışlarını sonsuza kadar yaşamayanlar ne
olacak.
Uygar bir devletin
politikası ilk önce çocuklarından, onların mutlu ve huzurlu büyümelerinden
başlayan bir sorumluluk taşımaz mı? İyi beslenmeyen, iyi yetişmeyen çocukları
daha sonra belaya, kazaya bulaştıkça kurtarmak mümkün müdür? Bu mümkün olsaydı,
çocukların başlarına gelenleri inceleyen, ortaya çıkartan ve bu ortaya çıkan
büyük utanmazlığa, ayıba bakacak onurlu yüzler olurdu.
Ne kadar büyük
nutuklar, ne kadar hilebazlık içinde olursak, çocuklarımızı o kadar
kaybedeceğiz demektir. Güzel yüzlü, çiçek soluklu çocuklarımız; ümitlerini,
hayallerini dışarıya, başka ülkelere yönlendiriyorsa bizim ülkemizde bir şeyler
eksiliyor, doğru gitmiyor demektir.
Onlar, temiz ve
yumuşak tenli, onlar pis ve kirli suratlı; onlar, utangaç veya şımarık
olabilirler. Çünkü çocuktur onlar. Daha büyüklüğün kurnaz hilebazlığa teslim olmazlar. Ve onlar, inandıkları marşları en temiz inancın gür
sesleriyle, bizim gurur ve aynı zamanda sessizliğimize utanmamıza
neden olacak kadar çocukturlar…
Güven Serin
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil
YanıtlaSilMerhaba Sezer. Haklısın,çok haklısın, bizim olmaktan çıkıyorlar.