Sayfalar

28 Kasım 2023 Salı

KARACAKILAVUZ DİYARININ İLKLERİ

 


                        KARACAKILAVUZ: İLKLERİN DİYARI

   Çoktan edebi uykusuna geçmiş bir Karacakılavuz insanı: Dallı oğlu Hüsmen Çavuş olarak bilinen Hüsmen Dallı, Karacakılavuz diyarında fenni gübreyi ilk kullanan çiftçiler arasına adını yazdıran kişidir.

  Üzerinde durmak istediğim “ilk” olma ayrıcalığına sahip olması değil; yenilikçi, okuryazar ve meraklı olmasını önemsiyor ve takdir ediyorum…

   Hüsmen Çavuş, yani Hüsmen Dallı Karacakılavuz insanlarının birçoğu gibi çiftçilik yapmaktadır. Yıl 1958 ve o günlerde eline geçen bir dergiyi okumaktadır. Tekirdağ Teknik Ziraat Müdürlüğü’nün yayınladığı bir broşürde, Almanya’dan ithal edilmiş, zirai mahsullerde verimin nasıl artacağına dair gübre hakkında bilgiler yazıyordu.

  Yenilikçi felsefeye sahip Hüsmen Çavuş hemen önerilen gübreden satın alıp uygulamaya başladı. İlk yıl sadece bir tarlasına ve çok sınırlı gübre atmasına rağmen verimde artış göründü. Sonraki yıllar gübre oranını biraz daha attırınca verim daha da arttı.

   Meraklı komşular, Hüsmen Çavuş’un yapmış olduğu yeniliğe için için tebessüm ediyorlardı. Çünkü daha önce fenni gübre diye bir şey görmemişlerdi. Bilirsiniz insanımız, daima bir önce arar. Başarısız olursa, kendisinin bir kaybı olmayacağını düşünür. Başarılı olursa o öncü, daha sonra kendisi de koşa koşa gider…

   Hüsmen Dallı’nın da yaptığı yenilikler ilk önce sadece seyredilmiş, bazıları da bu işlere gülümseyerek;

   “ Gene hangi yeniliğin peşinde koşuyor bizim Hüsmen Çavuş?” diyerek birazcık hafife almışlar…

   1950 yıllarında Karacakılavuz çiftçisinde çok az çekili traktör vardı. Zirai ekipmanlar-donanımlar da yeterli değildi! Hayvan ve insan gücüyle, eldeki kıt imkânlarla az verim alınıyordu. Buğday ve ayçiçeği ekimleri pulluk ve sabanla sürülen tarlalara elle ekiliyordu.

  Hüsmen Dallı burada da öncü olmanın heyecanını, merak edip araştırma ve okumasına borçlu olarak hayvanlarla kullanılan ilk kültivatör, ilk fenni gübre kullanımını Karacakılavuz’a getiren çiftçidir. Yaptığı işin doğruluğu, verimliliği diğer komşular tarafından gözlemleyince beş on yılda bütün çiftçiler bu uygulamalara dört ele sarıldılar. Yine okuyan, merak eden, yenilikçi düşüncelere, önerilere açık olan Hüsmen Dallı, Hüsmen Çavuş kazanmıştı: -Kendi diyarına bir katkı ve aydınlık getirme çabalarını…

   Bir başka yenilikçi Karacakılavuz insanı Nagihan Gökçil’dir.Nagihan Hanım,Karacakılavuz insanının öykülerini,sembollerini ulusal ve uluslar arası seviyeye taşımış bir başka nitelikli insanımızdır.Koç Grubu Şirketleri içinde 20 yıl çalıştıktan sonra emekli olmuştur.Lavanta çiçeğine duyduğu ilgiyi,merak edip araştırmış ve kendi doğduğu topraklarda bir başka ilk-öncü olarak 2012 yılında ilk lavanta ekimi yapmıştır.

   İlk olarak 5 dekarlık yer eken Nagihan Hanım, yaptığı işte hem öncü, hem başarılı olmuş,11 yıl lavanta hasadı yaptıktan sonra lavanta tarlasını yenilemek için sökmüş ve tarlayı dinlendirmek için bir yıllığına; nohut, fasulye, patates gibi ürünler ekmiş ve çok verim almıştır.

  İçinde bulunduğumuz yıl, yani 2023 senesinde aynı tarlayı tekrar lavanta ekmeyi planlayan Nagihan Gökçil,53 yaşında gözlerini yummuş, edebi diyarlara belki de bambaşka yeniliklere doğru uçup gitmiştir…

   Uçup gitmeyen şeyler ise; öncü heyecan içinde yenilikçi uygulamalar, üretimler, çalışmalardır. Belki de yazı yaşamımın sırrı da buradan geliyor; iyiye, dönüşüme, yaşadığım yere ve yaşam bir şeyler katmak, katkı yapanlara el ve kulak uzatmak; fazlasıyla değerli, kıymetli ve sıra dışı bir şey…

   Bu çalışmamda bana katkı sağlayan kişi de yetenekli Karacakılavuz insanlarından birisi Yaşar Dallı’dır. Meraklı, öğrenme tutkusu olan, yaşadığı yere, geçmiş ile geleceğe saygı ve sevgi besleyen ve bugünü onurla selamlayan bir değerimiz…

 Güven SERİN 



24 Kasım 2023 Cuma

DÜNYA GENİŞ,ODAM DAR


Kamera; Güven

                                                  DÜNYA GENİŞ ODAM DAR

          ( Kepirtepeli Aziz Ateş )

      1 Ekim 2010 günü telefonum çaldı. Arayan Aziz öğretmendi. Kötü haber tez duyulur sözüne uygun bir haber verdi; “ Hastanedeyim. Şu teşhis konuldu. Birkaç gün içinde ameliyat olacağım. Yanında kâğıt kalem vardır. Bir şiir yazdım hastane odasından.” Dedikten sonra dört mısralık ve belki de hastaneden sonra geriye kalan 8 yıl 4 ay ve 17 günlük yaşamını anlattığı şiirini okudu;

 “Dünya geniş

 Odam dar

 Selimiye minarelerinde

 Kuşlarla randevum var.”

     Ekim 2010 tarihinden olduğu ameliyattan sonra neredeyse 2018 yılının Ocak ayına kadar hastanelere gidip gelmenin ve Kepirtepeli Aziz Ateş’in 25 yıllık dostluğa bıraktığı izlerin anılarını tekrar ve tekrar anma, hatırlatma enerjisine çevirip yine yazıyorum…

   Hastalıklar, kazalar, deneyimler, edinilen tecrübeler en sonunda kıymetli bir hazineye dönüşüyorlar. Tat almanın başka çaresi yok gibi! Binlerce sorun, Albert Camus’un kahraman olarak gördüğü mitolojik karakter Sisifos’un taşıdığı o büyük yük-kaya gibi hepimizin kayaları, yükleri olduğu, bu yüklerle baş etme biçiminin bizi yaşama bağladığını anlatması, ayrı bir insan gerçeği ve yolculuğudur. İnsanın dönüşüm, evrim yolculuğu böyle bir gizem taşıdığı bellidir.

  Büyük uygarlıklara bakarsak, onların yok oluşları ve bitip tükenmeyen savaş çığlıkları, kralların dopdolu hazineleri; hepsi, dönüşümün kurbanı ve boşluğa bırakılan bir zerre toz parçacığının karşılığı bile olmayacakları kadar küçük şeyler: -Sonsuz evrenin 4,5 Milyar yaşındaki gezegeni dünyamız için…

   Kepirtepeli Aziz Ateş ile yapmış olduğum dostluğun karşılığı, fikir ve yazı insanı için ayrı değer, insaniyet ve sosyallik adına apayrı değerler, zenginlikler taşıyor.

  Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisi olan Fikret Otyam’a “Hoca nasıl biriydi?” Sorusuna öyle içten ve öyle sevgi dolu cevap verir ki; “ Hocanın hangi iyi yönünü anlatayım? Bizim için çok değerliydi.” Sözlerinden esin kaynağı yapmak ve Aziz Ateş’in bilinmeyen yönlerini yazı yaşamım devam ettiği sürece aktaracağım, anlatacağımı vurgulamak isterim.

  İyi, güçlü bir belleğe sahipti. Ezberinden yüzlerce fıkra, mani ve türkü sözünün yanında türkülerin hikâyelerini de bilirdi. Şiire tutunmuş olsaydı, tıpkı yukarıda, hastane odasından yazdığı dört dize gibi çok önemli ve şiire aç insanlara besin sağlayacak, ilham verecek şiirler yazabilirdi. Ama yazmadı, yazmak istemedi…

   Ancak, ayda yılda bir tane olan ve ölmeden 8 yıl önce yazdığı şiiri son günlerde aklımdan çıkmaz oldu. Sanki o küçük, dar odada sıkışıp kalmış ve dünyanın uçsuz bucaksız genişliğini, evrenin sonsuzluğu ile birleştirmiş bir halde dokunuyordu ruhuyla birlikte şiirin tellerine.

   Ölüme 8 yıl 4 ay 17 gün kala yazılan bir şiir. Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye’nin minarelerine gelen kuşlarla buluşma vakti,17 Şubat 2018 sona erdi ve:

—Uçtu kuşlar kim bilir hangi göklerin derinliklerine doğru…

  Yaşamış ve yaşayan tüm öğretmenlerimizin zamana yayılan bütün günlerini kutluyorum; KUTLU OLSUN…

 Güven SERİN 

 


 

 

 

 

  





 

20 Kasım 2023 Pazartesi

KANIKSANAN ÖLÜMLER

 

İNTERNET

                                             KANIKSANAN ÖLÜMLER

   ( Batı Cephesinde Değişen Bir Şey Yok!)

  Vakitler henüz sabahı gösteriyordu. Özel hastanenin yakınından geçerken hastane önüne biraz önce yanaşmış cenaze aracı şoförü aşağı inmiş, hastane önünde duran hastane çalışanı tanıdığı ile konuşuyordu. Hastane çalışanı niçin, kimin için geldiğini sormuş olmalı ki:

 —Mehmet isminde birisi, diyerek üzerinde bir saniye dahi durmak istemedi. Yüz ifadesine bakarsanız, kim bilir kaç ölümü, ölüler diyarına getirdiğini anlamak mümkündü… Alışmış, kanıksamıştı; çoktan…

  Yinede yaşayan birinin ölmesine bu kadar kayıtsız, sadece bir isim, rakam gözüyle bakılması, içimde fazla derinlerde olmayan bir duygunun duraksamasına, acı çekmesine neden oldu.

  Her gün duyulan kaza haberleri, genç yaşta filanca hastalıktan ölen insanlar ve yakın zamanda yaşanılan büyük felakette ölen on binlerce insan; insanlığın öz evladı değil midir? Başkalarının acılarına en ufak duyarlılık göstermeyen insanın, insanlık acısı da çekmesi mümkün görünmüyor.

  Acıyı anlamayı, acıyı hissetmeyi veya duyarlılığı bir süreliğine bir kenara bıraktığımızı düşünelim! Gülümsemenin, eğlenmenin, bencil serüvenleri bile hissedemiyor, yaşayamıyor oluşumuzun açıklamasını kim yapacak? Hangi üniversitenin profesörleri?

  Fazlalaşan insan, insanlık yolunda nasıl ki diğer canlıların neslini tüketiyor, doğayı, korkunç amaçları için yerle bir ediyor, milyonlarca yılda oluşmuş şaheserleri yıkıp yok ediyorsa; kendi cinsimizin de bakış açıları aynı hoyratlığı, vahşeti göstermeye, hissettirmeye devam ediyor.

  “Mehmet denen kişi…” Cenaze aracının şoförü için bir saniyeliğine ve yorgun, bitkin görüntü içinde insanın içini acıtan bir şekilde ifade edilse de, Mehmet denen ölmüş insan; birilerinin babasıydı! Birisinin eşi, birisinin kardeşi, ağabeyi, arkadaşı ve dostu…

  Sevenleri, tanıdıkları, akrabaları için “Mehmet denen kişi” rakam, sıradan olmaktan öte anıların bağlayıcısı ve hissiyatın iç çekişiydi…

  Savaş vahşetini anlatan eser; “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!” Erich Maria Remarque’nin savaş denen korkunç oyunun insanlık adına ne büyük felaketleri getireceğini, insanı duyarsızlaştırıp korkunç bir girdaba sürükleyeceğini anlatır.

  Yani; kabullenme… Alışma… Her gün insanlar ölür ama “Cephede, yeni bir şey yok!” sözcükleri, ölümlere nasıl alışıldığını ve ölümden başka bir şeyin olmadığını göklerden öte insanlığa fısıldamıyor mu?

   Ölen bir kişiyi almaya-getirmeye gelmiş olan cenaze aracının şoförü için de “ Hastane cephesinde yeni bir şey yok!” Yalnız ölen şahıslar ve o şahısları ölüler ülkesine getirecek bir şoför-aracı vardı…

  O yüzdendir ki evrenin vicdanı ve kimsesizlerin kimsesi olan edebiyat doğmuş; dehşet denen olayları gelecek nesiller çarçabuk unutmasın, hep hatırlasın diye…

Ne kadar hatırlamaya çalışırsak çalışalım, dolaştığımız her antik kent, bizde masalımsı ve tılsımlı bir hissiyat oluşturur. Oysa o kent, kim bilir kaç kez yakıldı, yıkıldı ve vahşetlere tanıklık etti. Rüzgârlar, yağmurlar ve zaman denen üçlü; unutturmak için muazzam görev ve iş birliği yaparlar.

   “ Mehmet denen kişi!” kimdi bilemiyorum. Ama onun için o gün, o gece ve sonrasında birileri gözyaşı döküp, yanık türküler söyleyeceğini biliyor, hissediyorum…

Güven SERİN 


18 Kasım 2023 Cumartesi

GANOSLU ALİ DESTANI

 

Kamera; Güven GANOSLAR DİYARI

Kamera; Güven  Ganoslar Diyarı

                                         GANOSLU ALİ DESTANI

 Ali denen karayağız adam şehrimizin orman köylerinden birisinde doğmuştur. Onun gençlik yıllarında yaşadığı bir öykü, kendi çapında bir efsaneye dönüşmüş, halen bu olayı hatırlayan yaşlılara; “ Ali nasıl birisi? “ diye sorduğumda şöyle cevap alıyorum;

“ Ali adam gibi adam; onun moku üzerine mok tanımam! “ Bu lafı ilk kez duyunca siz de benim gibi şaşıracaksınız ama böyle bilinir yiğit Ali. Güçlü kuvvetli, boylu poslu oluşu bir yana, az iş meraklısı çok yeme sevdalısı bir yağız delikanlıymış gençliğinde. Sadece kendi köyünde değil, o yörede nam salmış Ali’nin adam gibi adamlığı…

  Ali’yi efsane haline getiren olay da yaşadığı orman köyünde, amcası Ahmet Aga ile odun kesmeye gittiklerinde yaşanır. O zamandan sonra dilden dile aktarılır ve yöre insanı için neredeyse Keşanlı Ali Destanı gibi bir destana dönüşür; Ali’nin adam gibi adamlığı…

   Orman köylülerine verilen makta ( Ormandan kesilecek odun payı ) için Ali ile amcası Ahmet Aga dağa-ormana gitmişler. Ahmet Aga’nın gücü kuvveti Ali kadar olmasa bile kışlık odunlarının hazırlanacak oluşu yüzünden içi içine sığmıyormuş. O gün epey çalışıp kesecekleri odunların yarısını kesmişler.

  “Yiğit” Ali, adam gibi adam olan Ali, işi beş-on dakika önce bırakmış ve patikadan evin yolunu tutmuş. Yeğeni Ali’den bir süre sonra aynı patikaya amca Ahmet Aga da girmiş. Olanlar o zaman olmuş; Ahmet Aga patikada biraz ilerledikten sonra kaygan bir şeye basıp öyle bir düşmüş ki anlatılamaz…

   Anlatılamaz ama yinede dinlediklerimi, anladığım kadarını siz değerli okuyucuya anlatmak isterim. Meğer Ahmet Aga’nın düşmesine neden olan o kaygan şey; Ali’nin on dakika önce yapmış olduğu mok imiş. Ama öyle böyle değil; Ahmet Aga’nın anlatmasını anlatan ihtiyar;  “ Na bir öbek mokmuş Ali’nin moku kardeşim. İşte biz bu yüzden Ali’nin moku üzerine mok tanımaz, bilmeyiz...”

  Olacak iş mi bu? Bir öbek! Meğer bizim yiğit Ali az çalışır, çok yer ama az yaparmış! Yaptı mı tam yaparmış; yani adam gibi mok yaparmış… İşte bu serüven de tam orada, Ali’nin çok sıkışıp geçtiği patika üzerinde bu işi yapmasıyla başlamış. Bir de üzerini birkaç kuru yaprakla örtünce amcası Ahmet Aga için tam bir tuzak, felakete dönüşmüş.

   Yere düşen Ahmet Aga’nın bacakları neredeyse yerden bir buçuk metre havaya sıçramış. Sıçramakla kalsa iyi, patika yamaçta bulunduğu için üç dört metre de yuvarlanmış. Ağrıyan beline, başına, koluna rağmen kalkınca onu düşüren moku; “yiğit” Ali’nin adam gibi adamlık adına yaptığı o koca şeyi görmüş. Başlamış küfür etmeye; ama öyle böyle değil; okkalı küfürleri ede ede köy kahvesine gelmiş.

  Ahmet Aga’nın içler acısı halini gören köylü şaşkın ve aynı zamanda gülmeye başlamış. Ne oldu? Nasıl oldu bu iş? Sorularının ardı arkası kesilmezken, kahvede oturmuş yorgunluk çayı içen Ali’yi gören amcası Ahmet Aga daha beter küfürleri savurmaya başlamış. “ Ulan namusuz, ulan hayırsız; insan o kadar mıçar mı? Na bir öbek; hiç mi yapmadın bu güne kadar be gafil, be puşt, be düzenbaz!”

  Ahmet Aga’nın susacağı yok. O sırada Ali ise yine her zamanki gaflet dinlencesi içinde “yiğit” ama suskun, bir o kadar pişkin çayını hiç alınmadan yudum yudum içmekte. Araya; imam, öğretmen ve sözü dinlenen Memiş Aga girerler. Ahmet Aga’dan bu işi tane tane dinlemişler. İmam da, öğretmen de köylüler gibi gülmeden edememişler. Nasıl gülmesinler, Ahmet Aga öyle bir anlatıyor ki düşüşünü, sanırsınız dağdan yuvarlanmış. Her sözünde de inliyor; çünkü sağı solu yara bere, şişlik içinde. Ali de gülüyormuş amcasının onca küfrünün üzerine.

   En sonunda hatırı sayılır kişiler ve öğretmen ile imam Ali’yi epey paylamışlar. “ Be adam, ulan Yiğit Ali, madem bu işi-moku yaptın veya yapacaksın da daha münasip bir yere gitseydin ya!” Son sözü de Memiş Aga söylemiş; “ Ben ona bir kav çakayım da münasip yerinde çıban çıksın.” Bu söyledikten sonra cebinden çıkardığı çakmak taşlarını çıkartıp birbirine sürterek çıkan kıvılcımları, hacetini yanlış yerlere yapan Yiğit Ali’ye kendince, biraz da şaka yolla cezalandırır. Fakat yiğit Ali’nin münasip yerinde çıban çıkıp çıkmadığını bilemiyoruz…

   Olanlar Ahmet Aga’ya olmuş. Yeğeni Ali’nin patikaya yaptığı moka basıp da kaymasının bedelini aylarca çekmiş. Bu öykü de insandan insana, köyden köye anlatılmaya başlanmış. Bugünün ihtiyarları, her daim o eski öyküyü ve “Yiğit” Ali’nin namına katkı veren bir öbek moku anlatırken;

 “ Ali’nin moku üzerine mok tanımayız. Ali yaptı mı adam gibi yapar. Az yapar ama tam yapar…” derler ve gülümserler…

   Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı gibi bizim de Ganoslu Ali Destanımız var; bundan böyle dilden dile anlatılmakla kalmayacak, yazı sanatının edebi dünyaya aktarılması belki ileride bir tiyatro, bir öyküye dönüşmesine neden olacak! “Yiğit” Ali, kahraman Ali; yaptı mı na bir öbek yapan Ganoslu Ali Destanı…

 Güven SERİN 


 




14 Kasım 2023 Salı

KARACAKILAVUZLU NAGİHAN GÖKÇİL'İ KONUŞTUK

 

Kendi sitesinden alıntı



           KARACAKILAVUZLU NAGİHAN GÖKÇİL’İ KONUŞTUK

  Yazma sanatını tam da bu yüzden seviyor, çok önemli ve değerli buluyorum. Kopuk, kopmuş hafızaları, kültürel, sosyal yakınlıkları ve diğer nesillere aktarılacak öyküleri kucakladığı, sakladığı, yaşama; renk, ses, soluk kattığı için…

  Nagihan Gökçil Tekirdağ Karacakılavuz kökenli, İstanbul’da yaşamış, son yıllarını Karacakılavuz’a gelip, Tekirdağ’da ilk lavanta ekimini başlatmış marifetli bir kadın…

   Ölümünden altı gün sonra,12 Ekim 2023 günü, yine aynı yerin aydın insanı Yaşar Dallı sayesinde haberdar oldum. Yaşadığı yıllarda tanıma fırsatı bulamadığım, daha sonra tanıyıp sevdiğim, saydığım marifetli, iyi yetişmiş, nitelikli insanlarımızdan birisi…

   Yaklaşık bir ay önce Habertrak Gazetesi, Sığdaki Derinlikler isimli köşemde; “ Nagihan Gökçil: Marifet ve Gülümseyen Bir Yüz “ başlığı altında çıkan yazı, genç yaşta, yaşama doymadan, bıkmadan, kalan zamanlarını tabiat ile bütünleşerek lavanta üreten bir insanın birkaç yılını anlatmaya çalıştım. Yazı, gazetemizden sonra birkaç yerde daha yayınlandı.

    Mailime bir mesaj gelmiş. Maili biraz geç okuduğum için, mesaj sahibi görmediğimi düşünüp facebook adresine de aynı mesajı yollamış;

 “ Merhaba Güven Bey, talebimi kabul ettiğin için teşekkür ederim. Geçtiğimiz günlerde Nagihan Gökçil ile ilgili değerli bir yazı kaleme aldınız. Öncelikle bu yazı için çok teşekkür ediyorum. Nagihan 25 yıl öncesinden iş arkadaşımdı. Çok keyifli iş arkadaşlığı dönemi geçirmiştik. Daha sonraları görüşme imkânım olmadı. Tesadüf vefat ettiğini öğrendim. Google’de arama yaparken sizin yazınıza denk geldim. Kendisiyle ilgili görüşmediğimiz dönemde yaptığı birçok faaliyeti, bu yazı aracılığıyla öğrendim.”

   Uzunca bir mesaj,25 yıl önce başlayan iş arkadaşlığı, çeyrek yüzyıl sonra sevdiği bir arkadaşın ölümü üzerine okunan bir yazı ve geri bildirimi, insan denen canlının dostluğa, arkadaşlığa, saygı ve sevgiye yazgılı olduğunu da çok güzel anlatıyor.

  Kısacası, yazımız yayınlandıktan sonra okuyan ve bu mesaj üzerine bana gönderdiği telefonu arayıp konuştuğum Salih Bey, Ekim ayı içerisinde ölen arkadaşının manevi huzurunda, yoğun duygular içinde uzunca bir sohbet sonucu isteği, 25 yıldır görmediği arkadaşının mezarını ziyaret etmek. Ve üretim yaptığı, birlikte lavanta yetiştirip hasat ettiği iş arkadaşlarıyla Nagihan Gökçil’in belki de son anlarını, son isteklerini bilmek, uçsuz bucaksız evrenin karşısında düşünen, üreten, belleğinde anılara yer veren insanın bir yerde daha da insan olma telaşı ve hüzünlü heyecanıdır…

   Bu konuşma, Nagihan Gökçil’i hiç tanımadığım halde, onun ölümünden önce ve sonra tanıyan insanlara, onunla tanışıp arkadaşlık yapanlara manevi, edebi ve sosyal bir katkı yaptığını geri bildirimlerden biliyorum. Konuştuğum Salih Bey; “ Gazetede çıkan Nagihan Gökçil yazınızı 25 kişiye, ortak arkadaşlarımıza yolladım.” Deyince, yazma amacımı, gönüllü yolculuğumun manevi ve kültürel besinlerinin ne olduğunu, eşsiz bir zenginlik olduklarını bir kez daha sorguladım!

  Bir başka şeyi Nagihan Gökçil’in genç yaşta ölümü ve geride bıraktığı temiz ve duru geçmişi sorgularken düşündüm! Nagihan Gökçil, İstanbul, yani büyük kent yaşamında kendine göre huzurlu, neşeli bir düzen kurmuşken, niçin Karacakılavuz’a dönmüş ve ilk kez Lavanta çiçeğini yöremize getirme onurunu, heyecanını yaşamış ve yaşatmıştı?

   Aradığım cevabı tam olarak bilemeyeceğim. Sadece, hastalıkla yüzleşen, iyi eğitim alıp, en iyi şehirleri, ülkeleri gezen, gören bir insanın sağlığına ve onun özündeki pınara en temiz şifa ve onarıcı besinlerin toprakta, belki de babasının doğduğu topraklarda Karacakılavuz’da olacağına karar verdi.

  Dikkat ederseniz lavanta gibi insana huzur veren mor ve pembe renklerin karışımı olan, kokusuyla sanki evrenin derinliklerine bir yolculuk daveti çıkaran lavanta bitkisine dört elle sarılmış. Sadece eken bir çiftçi değil, onun yağını çıkartan, onun diğer insanlar tarafından daha da çok tanınması için bir sürü emek ve hazırlık içinde olduğunu öğrendim.

  Lavanta bitkisinin güzeliği, sadeliği, yenilenmeyi simgelediğini biliyoruz. Nagihan Gökçil de ona yapışan illetin defedilmesi için lavanta, toprak ve çalışkan insanların diyarına, kendi topraklarına belki de bu yüzden gelmiş, dupduru, taptaze ve unutulmaz izler bırakarak, ruhsal bir yenilenme içinde; ebedi yolculuğa, lavanta renkleri, kokuları ve şifaları içinde uçup gitmiş…

 Güven SERİN 







11 Kasım 2023 Cumartesi

EGE AKDEMİR: UÇSUZ BUCAKSIZ ŞAİR

 


                  EGE AKDEMİR: UÇSUZ BUCAKSIZ SEVGİ

   Taptaze bir genç; hani eski insanların imrenerek seslenişlerindeki gibi; Ege Akdemir bir delikanlı! Sevmenin bedelini, karşılıksız, rüşvetsiz, ama ve fakat-sız olabilme becerisi içinde sadece romantik bir anın tutkusu değil, kendi ruhsal akışı içinde girmiş olduğu aşk nehrinde yüzmeyi bilmeden yüzebilme cesareti gösteren bir şair…

   Kendi ifadelerindeki gibi: - Biraz Kayseri, biraz da Tekirdağlı bir genç şair… Daha önce 2020 yılında basılan O KADIN şiir kitabı, sadece ve sadece bir tek kadına; O Kadın’a adanmış… Belki de hiçbir zaman kavuşamayacağı, tıpkı Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre gibi tam da şiir sanatının, bitmeyecek öykülerin sevdasına menzili olan bir şair…

   Kenan Işık, Vyaceslav İvanov şiirini nasıl yorumlamışsa, seslendirmiş hiç dokumadan, öpmeden, duymadan hissetmiş, kâinat gibi akan dizeler;

 “İki ağaç gövdesiyiz biz, aynı yıldırımın yaktığı”

   Ege Akdemir’de öyle savunur ulaşamadığı, çok yakınında aynı zamanda çok uzak sevgiliyi. Bildik bütün zamanlar; gün ve geceler, saat ve dakikalar, hep ona akar; o çağlar bütün yüksek nehirlerin orman kokuları içinde; boylu boyunca; kalp atışları ve yasemin kokuları ile iç içe…

  Ege Akdemir, heyecanını, sevgisini ve sevdasını saklamayıp ikiyüzlü insancıklar gibi sakınmayan bir yürek. Henüz ikinci kitabı baskıya verilmese de, hazırladığı şiirleri aylar önce benimle paylaştı.

  Kitabının ilk sözleri diğer kitabındaki gibi, ona cesaret veren, destek olan annesi ve kendisinin ifadelerindeki gibi; “ Yüce Rabbe” sesleniş var. Oğlunun ulaşılmaz sevgisini kınamak, onun temiz hissiyatını yok etmek yerine, destek olan bir anneye ve bu uğurda insan denen canlıların düşüncelerini, sevgi ve sevdalarını destekleyen herkese minnet duygularımı ve teşekkürlerimi borç olarak sunar ve bilirim…

  Kolay değildir sevginin diliyle yazı sanatına yaslanmak ve tutunmak. Kısa, bencil tatlar, şamatalar dururken, uçsuz bucaksız evrenin içinde kaybolur gibi sevda yıldızlarının, dünyalarının içinde yaşamak ancak ve ancak şiiri, sevgiyi ve evreni özümseyen insanlar tarafından özgüdür.Onlar,cesur ve kavgadan uzak; karşılıksız sevgiye yazgılıdırlar…

   Genç şair, uçsuz bucaksız sevgisi içinde tutunduğu ve kalbinin “O Kadın” diyerek seslendiği sevgilin elinde oluşunu: -Milat, yaşam iksiri gibi kabul ediyor. Görünce binlerce, yüz binlerce insanın sıradan kavgalarını, hiçbir zaman dokunamayacağı bir tenin saf sevgisine, sevdasına tutunmak, başlı başına sıra dışı ve uçsuz bucaksız bir kaynaşma…

   Kitabının başlangıcındaki şiiri sevgisini olduğu gibi tüm çıplaklığı ile anlatmaya yetiyor;

 Yüreğinde

Bir

Sevgi çiçeği olarak

Büyüdüğüm

Başlangıcın ve bitişin ötesindeki

Tek kadınıma.

   Böyle bir yürek, gönüllü adanmışlık, inanç ve sevgi; dünyevi yaşamın bütün standartlarını altüst eder… Kısacık yaşamlara; “ Sev beni seveyim seni” alışkanlıklarını sığdıran milyonlarca hayat, en sonunda tatsız tuzsuz adına sevda bile denmeyecek bir sürü kötü ilişkiyi, kötü bir miras gibi bırakıp da yaslı birer ruh olarak çekip gidenlerden değildir Ege Akdemir’in sevgisi.

   Ege Akdemir, tam da tasavvuf sevdası içinde, kendi özgürlük alanında, çağdaş çilehanesi içinde; sadece “O Kadın” dediği kadınına sığınır ve onun için yaşar…

  Nazım Hikmet duymuş olsaydı bu koca sevdayı, belki de tekrar ederdi neredeyse bir yüzyıl önce yazdığı şiirinin dizelerini koca yüreğiyle;

“Yapraklara dallara, yeşillere, allara

 Nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara.”

 Güven SERİN 

 


  


6 Kasım 2023 Pazartesi

CENAZELERDE POZ VERENLER

 

İNTERNET

                             CENAZELERDE POZ VERENLER

    Sadece cenazelerimiz gözlem altına alınsa, insanımızın trajikomik durumları kitaplaştırılsa, sosyoloji dersi veren öğretim görevlileri ve sosyologlar için en değerli eserlerden birisi olur.

  Eğlenilecek yerde eğlenemeyen, gülünecek yerlerde gülemeyen toplumun fertleri, hüzün törenlerinin yaşanacağı cami avlusundaki cenazelerde ise fotoğraf çeken gazeteciler karşısında gülümsemenin kim bilir kaç halini yapıyorlar…

  Kişi biraz tanınmışsa, sevilen, sayılan birisi ölmüşse, cami avlusu hem kalabalık, hem de yerel basın tarafından da sahipleniyor. Şehrimizin tanınmış, sevilen ve sayılan kişilerinden Kaşıkçı doğumlu, benim de çok saygı duyduğum bir insanımızın cenazesini gözlemledim.

     Yerel basın da orada olduğu için sosyoloji konusuna giren insan hallerini gösteren yüzlerce fotoğraf, onlarca video çekildi. Çekilmiş olan fotoğrafları tek tek izlerken, görünce şaşırmadığım, daha önceleri de buna benzer bir sürü gülen yüz fotoğrafları ve insan manzaraları gördüğüm için şaşırmasam da bir kez daha sorgulama ihtiyacı duydum…

   Gazeteci cenazeye katılan, cenaze yakınlarını, ölen değerli kişinin tanıdık eş, dost ve akrabalarını tek tek çekmiş. İnanılmaz manzaralar; tam manasıyla neyi anlatıyor anlayabilmek mümkün değil…

 CENAZEYE KATILAN KADINLARIMIZ!

   Şunu söylemeliyim ki cenazeye katılan kadınlar, hüznün de hakkını veriyor, eğlenceye katılırlarsa sevincin, eğlencenin de… Kadınlarımız, tıpkı geleceğimizi emanet edeceğimiz yarınlar gibi, bizi:- Biz yapacak muhteşem canlılar… Her yerde erkeklerin yapay, kuşkulu ve kuruntulu bakışlarından sıyrılıp saydam, doğal olana yaslanmayı, hissetmeyi çok iyi yaşıyorlar…

   Görünen manzara sosyolog gözüyle incelenmiş olsa bambaşka arızaları anlatacağı bellidir. Cenazelerin, düğünlerin kalabalık olması, insan yığınlarıyla kuşatılması hiçbir mana içermediği gün gibi ortadadır. Cenaze törenine çok az sayıda ve ölen kişinin ardından birkaç söz, birkaç gözyaşı ve insanı daha bir insan yapacak duruş yapan insanların gelmesi özlenen bir insanlık manzarası olmaz mı?

  Veya, cenazeleri sadece kadınlarımıza, çocuklarımıza emanet etsek, inanın bana erkek erkeğe sohbet etmekten, oyun oynamaktan yorulmuş, yıpranmış, yapay bir taşa dönüşmüş biz erkeklerden çok daha başarılı ve her şeyden öte samimi duruşlar içinde cenaze töreninin hakkını verirler…

  Düğün törenlerimize hiç girmeyeceğim. Nasıl yapaylık koktuğunu, oraya katılan gözlerin gözlemci olmaktan çok öte çalıştıkları, eğlenmek, o mutlu günü-geceyi kutlayıp sahiplenmek yerine, acayip düşünce, yorumlarla yorgun düştükleri bilinen bol acılı, baharatlı gerçeklerimizdendir…

   Sevilen bir insan ölmüşse, cenaze avlusunda toplanılmış ve onun sonsuza uğurlanacak naaş-bedeni yanı başında duran insanlar fotoğraf çeken gazeteciyi görür görmez niçin poz verme durumuna girer? Fotoğraf açlığından mı? Herkes fotoğrafa boğulmak üzereyken bu mümkün mü? Yoksa zaten ezik, büzük ve her gün yaşanan olaylardan(kaza-belalar) hüznün rengi, karakteri mi değişti? Veya artık hepimiz bir ermiş gibi, ölen insanın cennete gittiğini görüp, sevinç pozları mı veriyoruz?

  Cenaze canaze dolaşan, cenazeleri vakit geçirme ve karnını doyurmak amaçlı pilav lezzetine çevirenler daha dik, daha ciddi duruyorsa varın ne halde olduğumuzu siz yorumlayın…

Güven SERİN  

  


4 Kasım 2023 Cumartesi

KESKİNDİR İNSANLIĞIN DİŞLERİ

 

İNTERNET

                               KESKİNDİR İNSANLIĞIN DİŞLERİ

   Dünya yaşamı dediğimiz mucize şey, yana yakıla, oynaya güle, bata çıka devam ediyor. Dünya, ANAMIZ, izin verdiği sürece bu sahnedeki insanlık, keskin dişleriyle yamyamlık yapmaya devam edecek gibi görünüyor…

   Ha insanı kesmiş, parçalamış, yemiş içmiş, ha bombalarla, mermilerle öldürüp, dünyaları zamansız yok etmişsiniz; aradaki farkı, işlenen vahşetin daha iyi daha kötülüğünü sorgulamak gerekir mi?

  Filistin hastaneleri, Filistin viran cadde ve sokakları bebek sesleriyle inliyor. Sorsak, bebeklerin inleme sesleriyle birlikte;

  “ Sizlerin oradan duyulmuyor mu?” Bellidir duyulmadığı ve görülmediği…

    Masallardaki cadı ve canavarların en belirgin özellikleri insan yemeleriydi. Ağızlarındaki keskin dişleri arasında yeni yedikleri insanların giydikleri giysilerden iplik, bez parçaları bulunurdu. Öyle anlatılırdı; biz küçüklerin dünyasında kötülüğün bilinip bellenmesi adına…

   Önce onlar başlattı diyerek tam bir Amerikan filmine dönüşmüş olan İsrail saldırıları, akıl almaz ölümleri, parçalanmaları, yok oluşları her gün dünya tarihine kayıt ederken; anlı şanlı saygın, uygar devletler; “ Önce terör örgütü başlattı” Adı üstünde terör örgütü başlattıysa Filistinli sivillerin suçları nedir?

  Gördüğüm kadarıyla uygarlığın dişleri iyice keskinleşti. Bir ısırışta sadece elimizi, bacağımızı, boynumuzu koparsalar iyidir! Bir ısırışta bir şehri, bir bölgeyi yok edecek kadar keskin dişlere ve büyük ağızlara sahipler…

  Gezegenimiz istediği kadar alarm versin, insanlığı uyarsın; insan denen canlının kurnaz, hilebaz karışımı yaratmış olduğu uygarlıklar eninde sonunda dişsiz kalmaya, cansız yatmaya, katlettikleri canlılar gibi toprağın toz zerreciklerine karışmaya mahkûm ve mecburdurlar…

   Sadece şartlar onlardan yana ve zamanın filmlerini onlar yönetiyor ve onlar yazıyor. Filmlerdeki kurtarıcı rolünde olmaları ise apayrı bir trajedidir. Önce onlar başlattı, diyerek, binlerce insanın ölümüyle beslenip, terörü yok edeceğiz derken, terör devleti yaratmanın kaçınılmaz sonu, masallara geçen cadı ve canavarların bıraktıkları izler kadar kalıcı ve yok olmaz halde diğer insanlığa hep bir şeyler taşıyacaktır…

   Bilirim “Bekâra karı boşamak kolaydır!” Ama şu an kendilerini uygarlığın makyajlarıyla süslemiş devletlerle bir bağım olsaydı, oralara gitme planlarım bulunsaydı, bu kadim topraklarda kalmayı yüz bin kere tercih ederdim ve ediyorum…

   Kendimize vurduğumuz tokatlar, doğu ile batı arasındaki sersemliğimiz, gitme vakti gelmedi mi? Bütün medeniyetler değeri ve bütün hepsi insanlığa bir şey taşırlar. Bugün, savaş alanı olan doğu diyarlarının öykülerini, bilinen bütün hünerlerini batının kurnaz, meraklı kâşifleri kendi ülkelerine taşımadı mı?

  Yakalayacağımız, peşinde koşacağımız tek çizgi felsefe uygarlık seçeneği; Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesiyle birlikte, bütün medeniyetleri anlamak, gerçek tarihi bilgilere, belgelere daha fazla sokulmaktır! Yanan, yok olan, adları bile anılmayan medeniyetlerin kaybolmuşluklarıyla birlikte, varlığımızın muhteşem sebebi olan KURTULUŞ SAVAŞI ve CUMHURİYET ilanını sıradan bir algı, şükürle değil, bütün milyarlık hücrelerimizle özümseyip selamlaşmalıyız…

  ATATÜRK Cumhuriyetinin keskin dişleri yoktur. Bugün özendiğimiz ilk fırsatta evlatlarımızın kaçıp kurtulma umudu olan uygar ülkelerin keskin dişleri beni korkutuyor; “İlk önce sen öldürdün” diyerek öldürmeyi kutsayan, alkışlayan, destekleyen bu uygar ülkelerin davranışları, tıpkı cadı ve canavarların ağızlarında, yemiş oldukları insanların elbiselerinden kalan iplikler, bez parçaları sarkıyor, sallanıyor gibi, ruhumu, ruhlarımızı titretiyor…

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 

 

 


2 Kasım 2023 Perşembe

KENTLİ OLMAK

 


Tevfik Poslu öğretmenime,en derin
saygı ve sevgilerimle...Kırk yıllık,
kentli olma telaşı içinde tanıdığım yüksek değer.


Kentli olma telaşı içinde tanıdığım
bir başka değer; Ali Boylu arkadaşıma
: Selam ve sevgilerimle...

                     KENTLİ OLMAK: İŞTE ÖYLE BİR ŞEY!

  1980’li yılların başları, bir güz günüydü. Babam traktörü çalıştırdı. Annem, gittiğim yerde bana lazım olacak eşyaları beyaz bir çuvala doldurmuştu. Elimde, küçük bir bavul, birkaç öteberiyi almıştı içine. Sanırsınız kıtalar ötesine yolculuğa çıkıyor, bir daha geri dönemeyeceğim diyarlara gidiyorum…

  Dut ağacı, meyve şölenini birkaç hafta önce bitirmiş. Sığırcıkların sesleri duyulmaz olmuştu. Annem, ninem her ana ve ninenin baktığı gibi bakıyorlardı kendilerinden olan, birazdan babasının çalıştırdığı traktörün arkasına binecek çocuğa. Ya mahalle arkadaşlarım? Haylaz dostlukların bir daha tekrarı olmayan oyunların oyuncusunu uğurlamaya gelen o güzel ve sımsıcak bakışlı genç solukların törensel vedası…

   Sundurmada ki duvardaki çiviye asılı radyodan, o günlerde çok sık şarkılarını dinlediğim Erol Evgin’in şarkısı duyuluyordu;

 “ Seni düşündüm dün akşam yine/Sonsuz bir umut doldu içime/Bir de kendimi düşündüm sonra/Bir garip duygu çöktü omzuma/Hani ıssız bir yoldan geçerken bir korku duyar insan; işte öyle bir şey…”

   Erol Evgin’i, Barış Manço’yu, Edip Akbayram’ı, dinlemekle kalmaz, uyumsuz ve eğitimsiz seslerimizle şarkıların ışıltılı sanatçısı olma yolunda onların şarkılarını söylerdik…

  Dut ve ahlât ağacı yan yana duruyordu. Biraz ötede güller, zambaklar, sümbüller, erguvan ağaçları ve sayısız erik ağacı da öyle… Akasyaları hiç saymadım; onlar hep vardı bizlerin diyarında…

  Oktay Akbal’ın Önce Ekmekler Bozuldu eserleri çoktan okuyucularıyla buluşmuştu. Henüz köy peynirleri, köy ekmekleri, köy insanları kenti olma dürtüleri, çaresizlikleri içinde değil; bozulmamış ve yok olmamışlardı. O zamanlar dünyanın en güzel ovası sandığım ovamıza henüz baskın yapmamıştı çeltik tarlaları. Her tarlanın içinde bulunan birkaç ahlât ağacı kesilmemiş, her evin bir bağı ve bahçesi henüz tükenmemişti…

  Babam, gitme vaktimizin olduğunu anlatan son çağrısını yaptı. Traktörün yan tarafına oturdum. Elimde bir küçük bavul ve annemin traktörün arkasına sıkıştırdığı bir beyaz çuval; kentli olmaya doğru yola çıktık. Traktör ile İpsala’ya geldik. Yöremizin onur kaynağı, mutluluğu olan Gürel Turizme ait bir otobüse binip, kentin yolunu tuttuk…

    Kentli olmaya gelmiştim gelmesine ama nasıl bir şeydi kentli olmak? Kimse söylememişti bana! Okulda ilk beş gün tam kentli telaşı içinde geçti. Her şey yabancıydı. Çatalca, Çorlu, Hayrabolu, Malkara, Şarköy, Muratlı, Marmaraereğlisi, Keşan, İpsala’dan gelen bir sürü coşku dolu yürek vardı kentli olmak adına…

   Cuma günü öğrencileri hiçbir zaman kırmayan Sabahattin öğretmenden izin aldım. Kentli olmuş duygularıyla gitmeliydim bizim oralara. Eve geldiğimde ninemle sımsıkı sarıldık birbirimize. Bildiğim hep aynı nine kokuları; biraz kül, biraz odun-duman, biraz ekmek, biraz şefkat…

  Annem ve babamı sordum nineme. Henüz tarladan dönmediklerini öğrendim. Yaya olarak çıktım yola. Önce yama denen gösterişli meşeleri olan tepeden ovaya indim. Yol gitmekle bitmiyordu. Heyecanım tam bir kentli heyecanı… Ne kadar da farklı oluyormuş kentli heyecanı! Etraf, ovadaki bütün ürünler, sanki hep beraber; “ Hoş geldin kentli çocuk” diyor gibiydiler bana.

  Güneş Ege Denizi ve Balkanların üzerinden batıya, daha batıya doğru ilerliyordu. İşlerini erken bitiren Paşaköy insanları yürüdüğüm ova yolundan traktörleriyle birlikte geçiyor, hemen hepsi elleriyle, sözleriyle, korna çalarak tıpkı ova gibi; “ Hoş geldin kentli çocuk” diyor gibi samimi duygular içinde selamlıyorlardı beni…

   Yüzümde tam bir kentli tebessümü bir an önce annem ile babama kavuşmak, bakın görün ben kentli oldum demek istiyordum…

   Oysa yıllar sonra öğrenecektim yabancı olmadığımı bu gezegene. Hatta bu evrene! Her köyü, kasabayı, kenti, mezrayı, her tepeyi, ormanı, dağı, vadiyi ve ovayı, doğduğum yerde sevdiğim gibi sevebileceğimi, yıllar içinde öğrenecektim…

  Taş yerinde ağırdır, atasözünün de soylu manasını, uçsuz bucaksız duruşunu yine bu yıllar içinde öğrenmenin erdemine yazı sanatına bağlı kalma hatırına anladım. Meğer o ağırlık, sadece bir yerde takılı kalıp yaşamak değil, özünü sana sağlam dayanak olan bütün kültürleri içinde taşımak olduğunu; tam kırk yıl sonra, birkaç kırıntısını öğrendim…

   Ne köylü, ne kasabalı olmak ayıp, nede kentli olmak bir ayrıcalık… Taş yerinde ağırdır ağır olmasına ama o taş, kendine ve çevresine, çok ötelere dahi yabancı kalmadığı, duyarsız olmadığı, gittiği her yere kendi kültürünle birlikte o kültüre de dokunmayı bilmenin erdemine sokulduğu an, ağırlık başka bir hafifliğe, ruhsal bir şölene dönüşüyor… 

Güven SERİN