Sayfalar

2 Kasım 2023 Perşembe

KENTLİ OLMAK

 


Tevfik Poslu öğretmenime,en derin
saygı ve sevgilerimle...Kırk yıllık,
kentli olma telaşı içinde tanıdığım yüksek değer.


Kentli olma telaşı içinde tanıdığım
bir başka değer; Ali Boylu arkadaşıma
: Selam ve sevgilerimle...

                     KENTLİ OLMAK: İŞTE ÖYLE BİR ŞEY!

  1980’li yılların başları, bir güz günüydü. Babam traktörü çalıştırdı. Annem, gittiğim yerde bana lazım olacak eşyaları beyaz bir çuvala doldurmuştu. Elimde, küçük bir bavul, birkaç öteberiyi almıştı içine. Sanırsınız kıtalar ötesine yolculuğa çıkıyor, bir daha geri dönemeyeceğim diyarlara gidiyorum…

  Dut ağacı, meyve şölenini birkaç hafta önce bitirmiş. Sığırcıkların sesleri duyulmaz olmuştu. Annem, ninem her ana ve ninenin baktığı gibi bakıyorlardı kendilerinden olan, birazdan babasının çalıştırdığı traktörün arkasına binecek çocuğa. Ya mahalle arkadaşlarım? Haylaz dostlukların bir daha tekrarı olmayan oyunların oyuncusunu uğurlamaya gelen o güzel ve sımsıcak bakışlı genç solukların törensel vedası…

   Sundurmada ki duvardaki çiviye asılı radyodan, o günlerde çok sık şarkılarını dinlediğim Erol Evgin’in şarkısı duyuluyordu;

 “ Seni düşündüm dün akşam yine/Sonsuz bir umut doldu içime/Bir de kendimi düşündüm sonra/Bir garip duygu çöktü omzuma/Hani ıssız bir yoldan geçerken bir korku duyar insan; işte öyle bir şey…”

   Erol Evgin’i, Barış Manço’yu, Edip Akbayram’ı, dinlemekle kalmaz, uyumsuz ve eğitimsiz seslerimizle şarkıların ışıltılı sanatçısı olma yolunda onların şarkılarını söylerdik…

  Dut ve ahlât ağacı yan yana duruyordu. Biraz ötede güller, zambaklar, sümbüller, erguvan ağaçları ve sayısız erik ağacı da öyle… Akasyaları hiç saymadım; onlar hep vardı bizlerin diyarında…

  Oktay Akbal’ın Önce Ekmekler Bozuldu eserleri çoktan okuyucularıyla buluşmuştu. Henüz köy peynirleri, köy ekmekleri, köy insanları kenti olma dürtüleri, çaresizlikleri içinde değil; bozulmamış ve yok olmamışlardı. O zamanlar dünyanın en güzel ovası sandığım ovamıza henüz baskın yapmamıştı çeltik tarlaları. Her tarlanın içinde bulunan birkaç ahlât ağacı kesilmemiş, her evin bir bağı ve bahçesi henüz tükenmemişti…

  Babam, gitme vaktimizin olduğunu anlatan son çağrısını yaptı. Traktörün yan tarafına oturdum. Elimde bir küçük bavul ve annemin traktörün arkasına sıkıştırdığı bir beyaz çuval; kentli olmaya doğru yola çıktık. Traktör ile İpsala’ya geldik. Yöremizin onur kaynağı, mutluluğu olan Gürel Turizme ait bir otobüse binip, kentin yolunu tuttuk…

    Kentli olmaya gelmiştim gelmesine ama nasıl bir şeydi kentli olmak? Kimse söylememişti bana! Okulda ilk beş gün tam kentli telaşı içinde geçti. Her şey yabancıydı. Çatalca, Çorlu, Hayrabolu, Malkara, Şarköy, Muratlı, Marmaraereğlisi, Keşan, İpsala’dan gelen bir sürü coşku dolu yürek vardı kentli olmak adına…

   Cuma günü öğrencileri hiçbir zaman kırmayan Sabahattin öğretmenden izin aldım. Kentli olmuş duygularıyla gitmeliydim bizim oralara. Eve geldiğimde ninemle sımsıkı sarıldık birbirimize. Bildiğim hep aynı nine kokuları; biraz kül, biraz odun-duman, biraz ekmek, biraz şefkat…

  Annem ve babamı sordum nineme. Henüz tarladan dönmediklerini öğrendim. Yaya olarak çıktım yola. Önce yama denen gösterişli meşeleri olan tepeden ovaya indim. Yol gitmekle bitmiyordu. Heyecanım tam bir kentli heyecanı… Ne kadar da farklı oluyormuş kentli heyecanı! Etraf, ovadaki bütün ürünler, sanki hep beraber; “ Hoş geldin kentli çocuk” diyor gibiydiler bana.

  Güneş Ege Denizi ve Balkanların üzerinden batıya, daha batıya doğru ilerliyordu. İşlerini erken bitiren Paşaköy insanları yürüdüğüm ova yolundan traktörleriyle birlikte geçiyor, hemen hepsi elleriyle, sözleriyle, korna çalarak tıpkı ova gibi; “ Hoş geldin kentli çocuk” diyor gibi samimi duygular içinde selamlıyorlardı beni…

   Yüzümde tam bir kentli tebessümü bir an önce annem ile babama kavuşmak, bakın görün ben kentli oldum demek istiyordum…

   Oysa yıllar sonra öğrenecektim yabancı olmadığımı bu gezegene. Hatta bu evrene! Her köyü, kasabayı, kenti, mezrayı, her tepeyi, ormanı, dağı, vadiyi ve ovayı, doğduğum yerde sevdiğim gibi sevebileceğimi, yıllar içinde öğrenecektim…

  Taş yerinde ağırdır, atasözünün de soylu manasını, uçsuz bucaksız duruşunu yine bu yıllar içinde öğrenmenin erdemine yazı sanatına bağlı kalma hatırına anladım. Meğer o ağırlık, sadece bir yerde takılı kalıp yaşamak değil, özünü sana sağlam dayanak olan bütün kültürleri içinde taşımak olduğunu; tam kırk yıl sonra, birkaç kırıntısını öğrendim…

   Ne köylü, ne kasabalı olmak ayıp, nede kentli olmak bir ayrıcalık… Taş yerinde ağırdır ağır olmasına ama o taş, kendine ve çevresine, çok ötelere dahi yabancı kalmadığı, duyarsız olmadığı, gittiği her yere kendi kültürünle birlikte o kültüre de dokunmayı bilmenin erdemine sokulduğu an, ağırlık başka bir hafifliğe, ruhsal bir şölene dönüşüyor… 

Güven SERİN 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder